19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
2 EYLÜL 2006 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA HABERLER 7 Eskişehir’in 13 aylık esareti bugün bitti Birinci ve İkinci İnönü savaşları Yunan kuvvetlerinin Anadolu içlerine yürüyüşlerini durdurmuş, ama asıl önemli sonuçları İtilaf Devletleri’nin yürüttükleri savaşı kazanma konusunda kuşkuya düşmelerine yol açmıştı. Bu nedenle de İtalyanlar işgal ettikleri bölgelerden çekilmeye başladılar. İngilizlerin tutumunda da önemli değişiklikler görülmeye başlandı. İngilizler Türk kuvvetlerinin daha geniş bir alanı denetim altına almasını önlemek için dikte ettirebilecekleri bir barış anlaşmasından yanaydılar. Yunanistan uluslararası desteği yitirmeye başladı. Desteğin tümüyle ortadan kalkması tehlikesine karşı Yunan ordusu bir zafer kazanarak askeri gücünü kanıtlamayı ve yeniden uluslararası destek kazanmayı umuyordu. 10 Temmuz 1921’de Yunan orduları yeni bir saldırı başlattılar. Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey, Eskişehir’in batısında tutunmak üzere geri çekilme emri verdi. Eskişehir boşaltıldı. Türk ordusunun Batı Anadolu karargâhı olan Eskişehir Yunan Küçük Asya ordularının karargâhı oldu. Fakat Yunanistan İtilaf Devletleri’nden gördüğü eski desteği yeniden kazanamadı. İnönü ve Sakarya savaşlarından sonra İtilaf Devletleri’nin var olan durumu koruma ve Türk ordusunun daha geniş bir alanı ele geçirmesini önlemeye yönelik barış girişimleri sürdü. Mustafa Kemal’in karşı önerilerini ise kabul etmeye yanaşmadılar. Yunanistan ise kazandığı mevzi başarıların yanı sıra İstanbul’u işgal etmek gibi bir hevese kapılmıştı. Bu amaçla giriştikleri 24 Temmuz 1922 harekâtı Türk kuvvetlerinin karşı saldırısını hızlandırdı. 26 Ağustos’ta Türk ordularının büyük taarruzu başladı. Afyonkarahisar hattı boyunca ve top ateşi desteğinde harekete geçen Birinci Ordu’ya mensup birlikler 27 Ağustos’ta Yunan hatlarını yardılar. Aynı gece Yunan ordularının İzmir ve Kütahya yönünde geri çekilmesini önlemek için Birinci Ordu Dumlupınar, İkinci Ordu Kütahya önlerini kapatma harekâtına giriştiler. Yunan ordusunun ana gücü olan General Trikopis komutasındaki Birinci Kolordu 29 Ağustos’ta Dumlupınar’a çekildi. 30 Ağustos’ta öğle saatlerinde kuzeyden gelen İkinci Ordu birliklerinin saldırısı karşısında tutunamayan Trikopis kuvvetleri dağıldı. General Trikopis elinde kalan askerleriyle Uşak yönüne geri çekildi. Ve orada Türk kuvvetlerine teslim oldu. Kuzeyde ise 2. Ordu’ya mensup Mürettep Süvari Tümeni, 41. Tümen ve Porsuk Müfrezesi Eskişehir Kütahya harekâtını tamamladılar ve 1 Eylül’de Seyitgazi’ye, 2 Eylül’de Eskişehir’e girdiler. Böylece 20 Temmuz 1921’de Yunan işgaline giren Eskişehir 13 ay sonra kurtarıldı. Dış Politika!.. Prof. Dr. SEBATİ ÖZDEMİR TDK Sözlüğü’ne göre politika, ‘‘Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı’’, politikacı ise ‘‘politika ile uğraşan kimse’’ olarak tanımlanıyor. Ne yazık ki her zaman düşülen hata, politikanın bir meslek olduğu düşüncesidir. Çünkü, politikacılık bir meslek değildir. Bu, ‘‘bize öğretildiği üzere’’ ya da özellikle politikacıların deyimiyle ‘‘meslekten de öte, memlekete hizmet aşkı’’ olarak tanımlanmaktadır. Dış politika ise adı üzerinde diğer devletlerle olan ilişkiyi tanımlamaktadır. Ne yazık ki bugün hâlâ ‘‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’’ gibi mesnetsiz sözler siyaset malzemesi olarak kullanılmaktadır. Halbuki dış ilişkilerde, dış politikada, dostlukların değil her ülke açısındankarşılıklı çıkarların hesabı söz konusudur. Geçmişimize bakalım: ‘‘Demokrat Parti iktidarının Kore Savaşı’na, sorumsuz ve Millet Meclisi’nden habersiz katılışının asıl önemli neticesi, bu iktidarda ve dış mesele ve angajmanlarda sorumsuz hareket etmek cesaret ve alışkanlığına yol açmış olmasıdır. Bunun en önemli belgeleri de iktidarın son Hariciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu’nun, kendi imzası konulur konulmaz yürürlüğe giren ve ne Vekiller Heyeti, ne Parlamento’dan geçirilmeden ve reisicumhur da imzalamadan yürürlüğe giren bazı ikili anlaşmalara, cesaretle ve hiçbir sorumluluk duygusu duymadan imza atabilmesidir. Bunların en önemli, en etkili ve fazla olarak da karşı tarafa hiçbir taahhüt yüklemeden yürürlüğe gireni de, bu eserin dış siyaset bahsinde eleştirilen ve Amerika Dışişleri Bakanı Dulles’le imzalanan ana mukaveledir. Bu mukavele iledir ki Amerika Türkiye’de, yalnız düşman saldırısı halinde değil, anlamları hâlâ belli olmayan ‘Yıkıcı Faaliyetler, Dolaylı Saldırı’ gibi hallerde de, memlekete ve kendi takdiri ile müdahale yetkisini almıştır. Bu kadar önemli bir anlaşma, Millet Meclisi’nde ve ancak 14 ay sonra ve biraz da tesadüfi olarak Hariciye Encümeni’nde ortaya çıkmış, fakat bu 14 ay içinde Hariciye Vekili Fatin Rüştü Zorlu, gene yalnız kendi imzasıyla yürürlüğe giren ve bu ana mukaveleye dayanan, sayıları belirsiz anlaşmalar imzalamıştır. Öyle ki, bu anlaşmalardan, hatta başvekilin, vekiller heyetinin ve reisicumhur Celal Bayar’ın da haberli olup olmadıkları hakkında, bugüne kadar ortaya atılan sorular, hâlâ cevapsız kalmış bulunmaktadır. Ama bu sorular bugün cevapsız kalsa bile, yarınki nesiller ve tarihçiler, bu soruların cevaplarını ve onları cevapsız bırakan sorumluları araştırmakta, elbette devam edeceklerdir. Çeşitli sebep ve mülahazalarla bu sorumsuz ve anayasa dışı hareketlerin Yassıada Yüksek Adalet Divanı huzuruna getirilmemiş olması da maalesef 27 Mayıs’ı takip eden iktidarlar için de sağduyuları harekete getirici birer misal vermek imkânını önlemiştir.’’ (Şevket Süreyya Aydemir, III Cilt, Remzi Kitabevi, 1983, s.3067) Bugüne bakalım: Kuzey Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçiriyorlar!.. Adana’da (ki bağımsız Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir ilidir) Türk subayını ve eşini kelepçeliyorlar!.. İstanbul’da ise ABD Başkanı’nın konuşmasını izlemek için gelen ve el sıkmak için bekleyen bakanlarımızın ellerini, korumalar, ‘‘kontrolden’’ geçiriyorlar!.. Ve yine bugün: Güneydoğumuzda yangın var, Mehmetçiklerimizin cenazelerini memleketlerine ‘‘hamasi nutuklarla’’ uğurluyoruz, ancak biz Kuzey Irak’a giremiyoruz!.. İzin vermiyorlar!.. Peki ama ne görev üstleneceğiz?.. Ülkemizde huzuru sağlayamayan bizler, Lübnan’a ‘‘barış/huzur’’ götüreceğimiz, öyle mi?.. Kim için ve kimin uğruna!.. Bugün Hükümet Sözcüsü Sayın Cemil Çiçek, ‘‘Türkiye, bölge ülkesi olarak kule arkasında maç seyreder gibi seyirci kalamaz’’ diyor. Peki, o zaman siz, Cide Dağı ya da Kandil Dağı’nı şeref tribününden mi seyrediyorsunuz, diye sormak istiyorum ve Samet Ağaoğlu’un zamanında söylediği, ‘‘Kore’de bir avuç kan verdik ama büyük devletler arasına katıldık’’ (age, s. 306) sözlerini ki hiç unutmadım hatırlatıyorum... Yazımın başında da belirttiğim üzere politika bir meslek değildir, sadece ‘‘gönüllü yapılan, karşılıksız, ülke çıkarlarına hizmet eden’’ onurlu bir görevdir ve öyle olmalıdır. Eğer bu görev bilinçsizce yapılır, yapılıyor ya da yapılacak ise bunu yapanlar, CHP Grup Başkanvekili Sayın Haluk Koç’un dediği gibi, Yüce Meclis’te ‘‘bir dolgu malzemesi olmak’’ sıfatını taşımaktan öteye gidemezler ve gidemeyeceklerdir de!.. Ama ne yazıktır ki tarih bunu böyle yazacaktır!.. eposta:sebati?cumhuriyet.com.tr Atatürk’ün; fes, kavuk, külâh, takke, sarık ve cüppeyi tarihe gömen sözü: Bunun adına ‘şapka’ derler... ATİLLA ORAL Atatürk 23 Ağustos1 Ekim 1925 tarihleri arasında Kastamonu ve civarını ziyaret etmiş ve bu ziyaretinde halkın karşısına ilk kez şapka ile çıkmıştı. Tarihi Şapka Nutku’nda; ‘‘Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı uygardır. Tarihte uygardır, gerçekte uygardır. Fakat ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikriyle düşüncesiyle uygar olduğunu kanıtlamak ve açıklamak mecburiyetindedir. Uygarım diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla uygar olduğunu göstermek zorundadır. Kısaca uygarım diyen Türkiye’nin gerçekten uygar olan halkı baştan aşağıya, dış görünüşüyle de uygar ve olgun insanlar olduğunu doğrudan göstermeye mecburdurlar.’’ *(1) demişti. Şapka o tarihe kadar; ulema sınıfı tarafından Batı dünyasının bir sembolü ve doğrudan doğruya bir ‘‘kâfirlik belirtisi’’ olarak gösterilmekteydi... Türk gençlerinin kendi zevk ve tercihleri ile şapka giymesine suç işlemiş gibi bakılıyor ve birtakım çevreler tarafından şapka giyenler ‘‘gâvurlaşmakla’’ itham ediliyorlardı... Fes, kavuk, külah, takke, sarık ve cüppe gibi kıyafetler o yıllarda Türk halkının ‘‘değişmez’’ ve ‘‘değiştirilemez’’ bir özelliği olarak görülüyordu... Türk halkının Batı dünyasından yıllarca ayrı kalmasını sağlayan bu anlayış ayrıca; ülkede Müslüman ve Müslüman olmayan ayrımının yapılmasına da neden oluyordu... ‘Bunun adına şapka derler’ Kastamonu gezisinde halkın karşısına şapka giyerek çıkan Atatürk, ‘‘Kıyafet değiştirmenin din ve iman değiştirmek anlamına gelmeyeceğini’’ göstererek yüzlerce yıllık bir tabuyu da yıkmıştı. kaya’ya getir’ dedi. Bu emre hayret etmekle beraber özel bir anlam da vermedim. Ertesi gün Gazi, heyeti kabul etti. Olağanüstü iltifatlarda bulundu. Bir saat kadar yanında tuttu. Kastamonu hakkında çeşitli sualler sordu. Heyeti uğurlarken ‘Davetinize teşekkür ederim, yakında Kastamonu’ya geleceğim. Hemşerilerime selamlarımı söyleyiniz’ dedi. Halbuki Atatürk yüzlerce yıldır var olan yanlış bir anlayışı yıkmak ve ‘‘Kıyafet değiştirmenin din ve iman değiştirmek anlamına gelmeyeceğini’’ bizzat kendisi göstermek istedi... Ve bu amaçla şapka giyerek halkın önüne çıktı... O zamana kadar ‘‘Semssiperli Serpuş’’ ve ‘‘Medeni Serpuş’’ vb. gibi adlandırılan çeşitli tuhaf isimleri bir yana bırakan Atatürk, ‘‘Bunun adına ‘Şapka’ derler’’ diyerek Türk halkının çağdaş ve modern bir dış görünüme kavuşabilmesini sağlayacak olan kıyafet devrimini başlattı. Türk halkının yüzlerce yıldır kullandığı fesi bir kenara atarak, şapkayı benimsemesinin çok zor olacağına dair düşünceler İstanbul gazetelerinde yer almıştı. Cumhuriyet gazetesi 4 Eylül 1925 tarihli başyazısında, Atatürk’ün soruna nasıl çözüm getirdiği ‘‘Gazi’nin Sosyal Düşünceleri’’ başlıklı makalede şöyle anlatılmıştır: ‘‘Gazi’nin sosyal düşünceleri, si Kastamonu’dan Ankara’ya dönüşte Kalecik’te bir dinlenme molasında Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyet Gazetesinin 31 Ağustos 1925 tarihli nüshasını okuyor. (üstte) 1 Eylül 1925 tarihinde ise yine Mustafa Kemal Atatürk bu kez Cumhuriyet gazetesi başyazarı Yunus Nadi ile kılık ve kıyafet devrimi üzerine sohbet ediyor. yasi düşünceleri, askeri planları kadar kuvvetlidir. Böyle olmasaydı, biz İstanbul gazetecileri burada bilmem ne türlü serpuş diye şapkaya türlü türlü isimler takmaya çalışırken o orada ‘Bunun adına şapka derler’ diye meseleyi halledebilir miydi.’’*(2) Atatürk’ün Kastamonu gezisinden üç ay sonra 25 Kasım 1925’te şapka giyilmesi ile ilgili yasa TBMM’de kabul edilmişti. Yunus Nadi’nin fötr şapkası Kastamonu gezisinde Atatürk’ün yanında Nuri Conker, Fuat Bulca, Tevfik Bıyıklıoğlu da bulunuyordu. Onlar da birer şapka giymişler ve kendisine eşlik etmişlerdi. Atatürk; Ankara Gazi Orman Çiftliği’ndeki kuruluş çalışmalarını denetlediği sırada giymiş olduğu Panama şapka ile Kastamonu’ya gelmiş ve bu şapka ile halkın önüne çıkmıştı... Kastamonu’dan Ankara’ya dönerken kendisini Cumhuriyet gazetesi Başyazarı Yunus Nadi karşılamıştı... Kalecik’te bir dinlenme molası veren Atatürk, Yunus Nadi’nin başındaki geniş kenarlı fötr şapkayı görünce; ‘‘Ne güzel şapka! Nereden buldun’’ diye sormuştu. O yılların Ankarası’nda böyle şapka yoktu. Yunus Nadi Bey de Gazi’nin panamasını beğenmiş ve: ‘‘ Hemen hiç giymiş değilim paşam, sizin o nefis panamanızla değiştirmek lütfunda bulunursanız!...’’ *(3) demişti. Ankara’ya dönüşünde yapılan karşılamada Atatürk’ün elinde bu fötr şapka bulunuyordu... Neden Kastamonu?.. Atatürk’ün Şapka Devrimi için Kastamonu’yu neden seçtiğini Ce vat Dursunoğlu, Saffet Arıkan’dan dinlemiş ve şunları yazmıştı: Saffet Arıkan şöyle anlatmıştı: ‘‘1925’te ben Parti Umumi Kâtibi idim. Doğu’daki isyanlar bastırıldıktan sonra vilayetlerin ileri gelenlerinden sekizer, onar kişilik heyetler Ankara’ya geliyor, bağlılıklarını arz ediyorlardı. Bunlar kendilerine özel bir forma, ‘Tazimat heyeti’ adını koymuşlardı. Bu heyetleri Gazi’ye ben takdim ediyordum. Fakat birkaç heyet gelip gittikten sonra Gazi usandı. Yeni heyetler gelince ‘Benim adıma sen kabul et’ der, önemli gördüğü heyetleri de İsmet Paşa’ya götürmemi emrederdi. Hiç unutmam, ağustosun ilk günlerinde Kastamonu’dan bir heyet gelmişti. Âdet yerini bulsun diye haber verdim. Gazi, hemen ilgilendi, ‘Bu heyeti ben kabul edeceğim, yarın Çan Heyet Gazi’yi Kastamonu’ya davet etmemişti. Bu sözleri işitince hayretim büsbütün arttı. Koluma girerek beni salona götürdü. Çok neşeli idi : ‘Çocuğum Kastamonu’ya gidiyorum. Şapkayı orada giyeceğim’ dedi. Epeyce zamandan beri zihninin şapka meselesiyle meşgul olduğunu biliyordum. Birkaç arkadaşı, Beyoğlu’nda şapka giydirerek gezdirmiş, yapacağı akisleri inceletmişti. Bu kısa mütaaladan sonra Arıkan, tekrar Gazi’nin sözlerine dönerek şöyle devam etmişti: ‘ Niçin Kastamonu’yu seçtiğimi bilmezsin. Dur, anlatayım. Bütün vilayetler beni tanırlar. Ya üniforma ile yahut fesli, kalpaklı sivil elbise ile görmüşlerdir. Yalnız Kastamonu’ya gidemedim. İlk önce nasıl görürlerse öyle alışırlar, yadırgamazlar. Üstelik bu vilayet halkının hemen hepsi asker ocağından geçmişlerdir. İtaatlidirler, munistirler. Adları mutaassıp çıkmışsa da anlayışlıdırlar. Bunun için şapkayı orada giyeceğim.’ dedi. Birkaç gün sonra gitti ve şapkalı olarak döndü. Dönüşte Ankara’ya yaklaşırken en çok Diyanet İşleri Reisi Rıfat Efendi üzerinde yapacağı tesiri düşünüyor, onun kırılmasını istemiyordu. Ankara’da kendisini karşılayanları, şapkasını çıkararak selamlarken gözü hep Rıfat Efendi’de idi. Rıfat Efendi büyük bir anlayış gösterdi. O da sarıklı fesini çıkararak Gazi’yi başı açık selamladı. Bu anlayış Gazi’yi çok sevindirmişti. Hocayı otomobiline aldı. Kendi başında şapka vardı. Rıfat Efendi’nin başı açıktı. Böylece şehre girildi. Halk psikolojisini bu kadar iyi anlayan devrimci bir baş kolay kolay bulunamaz’’*(4) Kaynaklar: 1Hâkimiyeti Milliye, 30 Ağustos 1925 2Cumhuriyet gazetesi 4 Eylül 1925 3Hürriyet, Atatürk albümü, 1974, s.97 4Dursunoğlu, Cevat. Halkçı, 10 Kasım 1954 GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Yazarımız Orhan Erinç’in bugünkü yazısı elimize ulaşamadığından yayımlıyamıyoruz. KOOP C’DEN DUYURU Kooperatifimizin 2006 yaz dönemi kültür etkinliklerinden beşincisi Çantaköy Cumhuriyet Mahallesi Kır Kahvesi’nde DÜNYADAN YÜKSELEN ÇIĞLIK: BARIŞ konu başlığı altında 03 Eylül 2006, Pazar günü saat 14:00’te yapılacaktır. Konuşmacı: Dr. Erdal ATABEK Cumhuriyet Gazetesi yazarı ve Koop C İkinci Başkanı Söyleşiye kooperatif ortaklarının yanı sıra tüm Cumhuriyet okurları davetledir. NOT: Etkinlik günü saat 12:00’de AKM (Taksim) önünden otobüs kaldırılacaktır. İletişim: (0212) 291 89 82 83 CUMHURİYET 07 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle