27 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
1 EYLÜL 2006 CUMA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 7 Büyük Taarruz’un başlaması Uşak’ın kurtuluşu şak Büyük Taarruz emrinin verilmesinden hemen sonra Yunan ordusunun elinden kurtarıldı. Uşak halkının beklediği Türk askeri, Sakarya’da zorlu savaşlarla kesin zafere hazırlanıyordu. Kurtuluş Savaşımızın en önemli dönemeçlerinden birisi olan Sakarya Meydan Savaşı, Türk ordusunun zaferi ile sonuçlandı. Yunan ordusu savunmaya geçti. Sakarya savaşının kazanılmasında Mustafa Kemal Paşa’nın ‘‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır ve o satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça bırakılamaz’’ sözleriyle ifade edilen ünlü savaş stratejisinin büyük payı vardı. Müthiş bir direniş gösteren Türk ordusu, Yunan ordularını geri püskürttü ve İnönü Savaşlarında elde edilen başarıyı yineledi. 22 gün 22 gece süren meydan savaşı sonrasında Mustafa Kemal Paşa’ya gazi ve mareşal unvanları verildi. Sakarya muharebesinin kazanılması Büyük Millet Meclisi tarafından yönetilen yeni Türkiye’nin dışarıda tanınması yönünde de büyük bir adım oldu. Sakarya savaşının kazanılmasından sonra Türkiye’nin doğu sınırlarını kesinleştiren DÜZ YAZI ORHAN BİRGİT U Uşak, düşman kuvvetlerinin elinden alındıktan sonra Yunan Küçük Asya Ordusu Komutanı Hacanesti görevini kaybetti. anlaşmaların yapılması için hazırlıklar hızlandı. Meydan savaşının kazanılması, Türk ordusunun bundan sonraki zaferinin bir işareti olarak değerlendirildi ve görüşmelerin başarı ile sürdürülmesini sağladı. Ekim ayında Kars ve Ankara antlaşmaları imzalandı. Sakarya’da meydanı yenilerek terk eden Yunan orduları ise bulundukları mevzilerde tutunabilmek için boşuna bir çaba içine girdiler. Uzun bir süredir savaşı zaferle taçlandıracak bir büyük taarruzun hazırlıklarını yapan düzenli ordu gücünü toplamış, kararlılıkla Başkomutan’ın emrini bekliyordu. 26 Ağustos günü Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa ve Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa savaşı yönetmek için Kocatepe’de buluştular. 30 Ağustos 1922’de Mustafa Kemal Paşa ‘‘Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!’’ komutunu verdi. Büyük Taarruz’un ilk günü Uşak’ta bulunan Yunan kuvvetleri yenilgiye uğradılar. Murat Dağı’nın doğu eteklerinde yenilgiye uğrayan General Franko yönetimindeki Yunan kuvvetleri geri çekilmeye başladılar. General Franko tutunamayacağını anlayınca kenti ateşe vererek İzmir’e doğru geri çekildi. Uşak, düşman kuvvetlerinin elinden alındı. Yunan hükümeti büyük bir telaş içinde komutan değişiklikleri ile geri çekilişi durdurmaya çabalıyordu. Yunan Küçük Asya Ordusu Komutanı Hacı Anesti görevden alındı, yerine yardımcısı General Trikopis getirildi. Ne var ki, Trikopis ordu komutanlığına atandığını ancak Yunan 13. Tümeni’nden arta kalan birkaç bin askerle birlikte esir düştükten sonra Mustafa Kemal’den Uşak’ta öğrenecekti, Uşak’ın kurtuluşu ile birlikte 9 gün sürecek Büyük Taarruz başlamış oluyordu. Türk ordusu bundan sonra durmaksızın ilerledi ve düşman işgali altındaki köyleri kasabaları birer birer kurtardı. Savaş hiç aralıksız 9 Eylül’e, Yunan silahlı kuvvetleri İzmir’i terk edene kadar sürdü. 93’lük Fikir Suçlusu... Salı günkü Cumhuriyet’te Hilal Köse’nin ‘‘Tarih’e dava açtılar’’ başlıklı haberini okuyunca, o çok sık kullandığımız deyimde söylediğimiz gibi, gerçekten ‘‘gözlerime inanamadım’’. 93 yaşındaki, dünyaca ünlü bir bilim kadınımız, kendi alanı olan Sümeroloji dalında yıllardan beri yaptığı araştırmalara dayanarak yayımladığı bir kitabından dolayı ‘‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçlusu’’ olarak yargılanacaktı! Beyoğlu Cumhuriyet Savcısı, bir muhbir vatandaşın yaptığı suç duyurusu üzerine harekete geçmiş, dünyaca ünlü Sümeroloğun, yarım yüzyıldan beri, çivi yazılı tabletleri çözerek 5 bin yıl öncesine uzanan geçmişe yolculuğundan günümüze taşıdığı gerçeklerde, yeni Türk Ceza Yasası’nın 216’ncı maddesinin 2. bendine aykırılık saptamıştı! Madde açıktı. Muazzez İlmiye Çığ, ‘‘Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi’’ olduğu için 6 ay ile 1 yıl arasında hapis cezası almalıydı. Üstelik yasa, 218. maddesinde, bu eylemleri yayın yolu ile yapan kişilere, öngörülen cezaların yarı oranda arttırılarak verilmesini de istemiyor muydu? Neymiş suçu Bayan Çığ’ın? Ünlü Sümeroloğumuz, bizim Güneydoğu bölgemizden başlayarak Mezopotamya’yı kapsayan topraklarda o 5 bin yıl öncesinin yaşamını bin bir uğraş ile çözmeyi başarmıştı. O arada Sümerlerde fahişeliğin kutsal bir iş olarak kabul edildiği gerçeğine ulaşmıştı. Tanrı adına ve gönüllü olarak bu işi yaptıklarına inanan seks işçilerinin, diğerlerinden ayrılmaları için başlarını örtmek gibi bir de gelenekleri oluşmuştu. Doğrusu Hilal Köse’nin haberinin yayımlanmasından sonra, fikir suçları üstünde duyarlılığını yakın dönemlerde belgelemiş çevrelerin hemen harekete geçerek tepkilerini açıklayacağını umdum. Önceki gün ve dün, mesela Hasan Cemal, Hırant Dink ya da Perihan Mağden gibi düşünürlerimiz için benzer soruşturmalar açıldığı zaman gösterdikleri duyarlığı, yaşamı bu bir yüzyıla yaklaşan çınarımızın yargıç karşısına çağrılması karşısında niçin esirgediklerini de anlayamadım! AB çevrelerinden de kılını kıpırdatan bir duyarlı komiserin sesi çıkmamıştı. 1 Eylül 1939 ve ‘Dünya Barış Günü’ ERTUĞRUL KAZANCI Eğitimcihukukçu ? Yüzyıllarca sömürdükleri ülkelerden 1945’ler sonrası kan ve ateş pahasına geri çekilmeye zorlanan emperyalistler, arkalarında; yanmış, yakılmış yerleşim bölgeleri, talan edilmiş ülkesel kaynaklar ve acılar içinde uluslar bırakmışlardır. Sonraki yıllarda ise yüzlerce yeni ülke bu kez bağımsızlıklarını korumanın derdine düşürülmüştür. Çünkü emperyalizm değişik projelerle önce ekonomik zayıflıkları yakalayıp sonra da siyasal etkiyi arttırmanın yöntemini geliştirmiştir. Eski sömürgecilik dönemlerinin dış etkili ve iç kaynaklı ‘‘parçala ve yönet’’ sistemi; etnik, bölgesel ve dinsel öğeli iç çatışmalarına yeniden dönüştürülmüştür. mperyalizmin dünyayı kan ve ateş içinde bıraktığı iki yaman çatışma, 20. yüzyılın hemen anımsanan tarihsel sürecinde yer alır. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları; ülke ve ulus kavramına ait değer yargılarının şovenist veya dinsel kompozisyonlar içine sokularak sömürgeciliğe doğru saptırıldığını gösterir. Saldırgan militarizmin, kaba bir egemenlik erkinin kurulması yönünde seferber edildiğini apaçık yansıtır. Acı çeken insanlık, ‘‘Nazi’’ Almanya’sının Polonya’ya doğru başlattığı işgalin sabahı olan 1 Eylül 1939 tarihinden esinlenerek, her yıl barışa duyulan özlemi evrensel nitelikli özel bir gün şeklinde törenlerle anımsar. Ortak dilek; ‘‘savaşların hiç yaşanmaması ve sonsuz barışın kalıcı olmasına’’ ilişkindir. Kesin bir gerçektir ki, insanlık tarihi boyunca emperyalist sarkma politikaları savaşların genel nedenidir. Emperyalizm, başka ülkelere yönelik ve bir ‘‘hak üstünlüğü’’ şeklinde gördüğü egemenlikleri gasp emellerini, insafsızca uygulamaktan kaçınmamıştır. Şanlı Anadolu İhtilali’nin önderi Mustafa Kemal, savaşları; ‘‘ancak savunma meşruiyeti’’ içinde başvurulacak son çare olarak görür. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’yi savaş dışı tutmayı başaran İsmet İnönü, baskılara; ‘‘Benim çizmem yok, aklım var’’ yanıtıyla karşılık verir. Bu yaklaşımlar, yaşamları çatışmalar içinde geçmiş ama barışın değerini kavramış gerçek devlet adamlarına özgü ifadelerdir. Diğer yandan yaşanılan tarih süreci; Hitler, Mussolini, Truman, Quisling, Kasavubu, Bush ve Blair gibi yöneticilerin insanlık dünyası için felaketler getiren öykülerini anlatır. E ki Azteklerden Kongo’daki yerlilere değin barış kuşu geleneğine rastlanır. Kimi ‘‘zümrüdü anka’’ tasvirindedir, kimi ise ‘‘kıpkırmızı’’ renklidir. Ayrıca barış için türküler düzülür; savaşlar kınanır. Dünyanın her yöresinde ve her dilde barışa ilişki güzel sözler yinelenir. Savaş düşkünü politikacıların bile söylevleri; ‘‘sürekli barış için zorunlu savaş’’ betimlemesiyle doludur. Ama dünya tarihi, özellikle pazar ürünlerine yer açmak ve enerji kaynaklarına ulaşmak üzere savaşlar çıkaran kapitalizmin maceralarıyla kabarıktır. Barış kuşunun kanadını kıran siyasal davranış modeli kuşkusuz emperyalizmdir. Günümüzün eskisinden farkı yoktur. ‘‘Demokrasi ve Özgürlük’’ değerlerinin örtüsü altında emperyalizm dünyanın her bölgesindedir. Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, ABD ve AB koalisyonu eliyle insanlığı kalbinden vurmuştur. Politik yalanlar ve sahte senaryolarla kapitalist blok, petrol ve erk peşindedir. Afrika’nın kuzey sahilinden Asya içlerine doğru uzanan saldırgan bir planlama, Washington ve Brüksel’in buyruğunda barışı katletmektedir. Türkiye ise bu projenin ‘‘eş başkanı’’ olan hükümetin yönetimindedir. Türkiye, Kore savaşından bu tarafa Cumhuriyet devriminin dış politikasını bırakmıştır. Çünkü ülke yönetimi artık saf değiştirmiştir. Sömürge halklarının bağımsızlık mücadelelerini yadsıyanların arasında 1950’lerden bu tarafa Türkiye de vardır. Emperyalizm kimi ‘‘düşman’’ görüyorsa ülkemizin yarım yüzyılı aşan boyun eğici yönetim siyasetleri de onu öyle görmektedir. ‘‘Yurtta ve dünyada barış’’ ilkesinin evrensel öncüsü Türkiye, artık güvercinlerin değil şahinlerin yol arkadaşıdır. 300’den fazla tableti okumak! Bu iki günlük sessizliği hiç değilse ilk bozan ben olmalıyım diye Muazzez İlmiye Çığ hakkında hızlı bir araştırma yapmak istedim. Öğrendim ki Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ni bitiren Çığ’ın 300’den fazla Sümer tabletini çözerek bilim dünyamıza çivi yazıları arşivi kazandırması karşısında Batılı bilim adamları kendisine ‘‘Bir abide yarattınız’’ diye seslenmişler. Muazzez İlmiye Çığ’ın kendi uzmanlık alanında 13 kitabı var ve ‘‘Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği’’ adlı yapıtında Sümerler’in taşıdığı din ile Tevrat’ta yazılanların arasında benzerlikler bulunuyor. Tevrat’a yansıyan o benzerliklerin bir bölümü de İncil ile Kuran’a uzanmış. İbrahim Peygamber’in izine Sümer dininde de rastlanıyor. O Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği yapıtındaki bilimsel çözümlerden yola çıkarak, daha sonra kendi toplumumuzdaki çarpıklıklar karşısında herkesin sorumluluk taşıması gerektiğinden söz eden yazılar yayımlamış Onursal Dr. Çığ. Ve Celal Bayar’dan Demirel’e, Erdal İnönü’ye, Bülent Ecevit’e, Tayip Erdoğan, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller’e, Recai Kutan, Kıvrıkoğlu, Abdullah Gül’e, Baykal’a mektuplar yazmış. Türban’ın bir bohça gibi sarılmasından, rahibeler gibi bir de başlarına bant geçiren kızlardan söz açmış. O arada bu mektupları ‘‘Vatandaşlık Tepkilerim’’ adı ile bir kitapta toplamış. Sen misin toplayan?.. Erdoğan, mektubu aldığı zaman İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı imiş.. Ama artık başbakan ya. Bir muhbiri sadık, adeta hamamdan ‘‘buldum’’ diye fırlayan Arşimet gibi, soluğu Beyoğlu Savcısı’nın kapısında almış. Vatandaşlık tepkisine karşı, ümmetçilik vezaifini ifa etmiş! Muazzez İlmiye Çığ’ın geçmişini öğrenince bu tür davalar karşısında yılgınlığa kapılmayacağını da anlıyorsunuz. 1933’te Cumhuriyet’in 10. yılında 19 yaşında bir öğretmen iken, Onuncu Yıl Marşı’nı okul dışındaki vatandaşlarına öğretmek amacıyla arkasında öğrencileri, elinde kemanı sokaklara düşmüş bir genç kız. ‘‘Evlerde henüz radyo yoktu. Bizi duyanlar kapılara çıkıyor, alkışlarla marşa katılıyorlardı. Ne utanıp sıkılmak, ne kınanmak, ne de alay etmelerinden korkmak? Çünkü vatandaşlık görevimi yapıyordum’’ diyor. Vatandaşlık görevini yapan bu 93 yaşındaki bilim kadını için de sizlerin bir şeyler yapmanız gerektirdiğine inananlar... Sesinizi duyurmaz mısınız? Sonuç 1 Eylül 2006’dayız. Ortadoğu kan ve ateş içindedir. Genişletilmiş saldırı komploları ise hazırda bekletilmektedir. Geleneksel emperyalist politikalar iç ve dış bağdaşıklarca kıyasıya yürütülmektedir. Çıkara dayalı bir kümeleşmenin savaş aygıtları işbaşındadır. Barışın adı var, kendi yoktur. 1 Eylül 1939 tarihinde başlatılan yayılmacı tutkuyla günümüz tablosu arasında bir amaç ayırımı var mıdır? Hitler ve Mussolini öncülüğünde İkinci Dünya Savaşı’nı çıkaran eylemi, Bush ve Blair güncelleyerek temsil etmektedir. Böylesine bir tabloda ülke ve ulusumuzun tek çaresi; antiemperyalist çerçeveli ve 1937 tarihli anayasamızda bulunan ‘altı ok’un özünde yer tutarak, iç ve dış sömürüye karşı barışçı esaslar içeren siyasetlere dönmektir. 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne, savaşlarda zalimce öldürülen dünya çocuklarının anısına adayacağımız Nâzım Hikmet’in bir şiiriyle katılalım. ‘‘Hiç değilse bir günlüğüne’’ evrensel barışın sahibi çocuklar olsun: Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar Oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında Dünyayı çocuklara verelim Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı Çocuklar dünyayı alacak elimizden Ölümsüz ağaçlar dikecekler (*) H. Cahit Yalçın Tanin, 1946 (**) M. Kemal Söylev, 1927 Barışa sıkılan kurşunlar Emperyalist karakterli sa vaşların suçluları sadece bazı liderler midir? Yoksa onları; hazırlayan, ortaya salan veya kuvvetlendiren başkaca etmenler var mıdır? İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan el, düzmece savaş nedenleriyle 1 Eylül 1939’da Polonya sınırını geçen Hitler’in, Habeşistan’a gaz bombaları atan Mussolini’nin, Vietnam’ı kan gölüne çeviren Johnson’un veya Irak’taki trajediyi yaratan BushBlair ikilisinin ya da Lübnan’da taş üstüne taş bırakmayan İsrailli Olmert’in midir? Hayır. Onlar, emperyalist paranoyalara tutsak olmuş halklarından tercih iradelerini üstlenerek ortaya çıkan tetikçi ellerdir. Geçtiğimiz ve yaşadığımız yüzyıllar bu konuda sayısız örneklerle doludur. Yaşadığımız günlerde Bush ve Blair gibi iki ‘‘gözü kara’’ silahşoru ortalığa salan, kendi ülkelerinin sandıklarından son seçimlerde çıkan oyların gücü değil midir? İsrailli Olmert, ‘‘Şatilla’’ katliamcısı Ariel Şaron’a seçim yoluyla halef olmamış mıdır? Bu liderleri çıkaran toplulukların tarihteki rolleri sadece ‘‘masum halklar’’ tanımlamasıyla açıklanabilir mi? Hatta, sömürgeci devletlerin emekçi potansiyellerinin tarih sürecinde ne kadar devrimci rol oynadıkları sorgulanamaz mı? Bazı ulusların emperyalizme olan tutsaklığı yüzyıllarca iliklerine işlemiştir. Gerçek ne yazık ki, budur. Birinci Dünya Savaşı, yayılmacı doyumsuzluklardan örnekler sergiler. Osmanlıları da kavganın içine sürükleyen olay bir Alman deniz gücünün Çanakkale’den Karadeniz’e doğru girerek, Rusya’yı topa tutma Ortadoğu bugün kan ve ateş içinde, geleneksel emperyalist politikalar kıyasıya yürütülüyor. macerasındaki politik sonuca bağlanır.‘‘Bir oğlumuz oldu’’ tümcesinin keyifli söylemiyle ‘‘Harbiye Nazırı’’ Enver Paşa, ülkeyi emperyalist bloklardan birisinin içine atar. Osmanlı yönetimi, devlet olarak ayakta kalabilmenin mantığını ancak bir tarafa yaslanmakta bulmuştur. Bu politikada rol sahibi sayılan ‘‘Dahiliye Nazırı’’ Talat Paşa’nın anıları ise ilginçtir: ‘‘Ben asla savaşçı değildim. Bu itibarla savaşa girmemize engel olmak üzere uluslararası antlaşmalara bu hususta ek konulmasını önererek, Osmanlı Nazırlar Heyeti’ne kabul ettirdim’’.(*) Demek ki Osmanlı’nın defteri, Enver Paşa’nın ‘‘emrivaki’’siyle ve diğerlerinin tavırsızlığına bağlı olarak dürülmüştür. Talat Paşa’nın önerisinin kabulü, savaşa girmeyi önleyememiştir. Bu savaş milyonlarca insanın yaşamları pahasına bitecek ama çözülemeyen uluslararası sorunlar 21 yıl sonra İkinci Dünya Savaşı’nı yaratacaktır. Mustafa Kemal, Söylev’de acı savaş gerçeklerini sıralar, sonuç ve eylem saptamaları yapar: ‘‘Ermeni ve Rum hazırlıkları ilerliyordu. İleri gelenlerin kimisinin akıllarına gelen tek çıkar yol; İngiltere’nin, olmazsa Fransa’nın yardımını sağlamaktı. Birtakım kişiler de, gerçek kurtuluşu Amerika’nın güdümünü istemek ve sağlamakta görüyorlardı. Sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi? Bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız bir Türk devleti kurmak!..’’(**) Mustafa Kemal kendi öncülüğünde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası davranış karakterini sonraları bir özdeyişle belirliyordu: ‘‘Yurtta ve dünyada barış!..’’ Türkiye, 14 Mayıs 1950 tarihindeki karşıdevrimden sonra heveslenilen ‘‘stratejik uyduculuk’’ serüvenlerine mevcut hükümetlere karşın katılımlar çok sınırlıysa, bu durum halkımızın barışçıl bilincinden doğmuştur. Bu bilinç, siyasal iktidarları etkilemiştir. 1 Eylül 1939 günü başlayan İkinci Dünya Savaşı 6 yıllık ölümcül bir süreyi kapsar. 36 milyon can yitirilir. ‘‘Nagazaki’’ ve ‘‘Hiroşima’’ vahşetleri bu büyük boğuşmanın unutulmaz safhasıdır. Türkiye’nin dört tarafı savaş çatışmaların yangınıyla tutuşmuştur. İnönü Savaşları kahramanı, binbir beceriyle ülke ve ulusunu ateş dışı tutmaya çalışmaktadır. Çünkü o, Lozan Barış Antlaşması’nın yapıcısı ve ‘‘Biz savaş meydanlarında yetişmiş, ihtilallerden gelmiş bir kuşağız, felaketleri biliriz’’ deyişinin öngörülü kişisidir. Yıllar sonra çok partili yaşama geçip de ‘‘Savaşa girmeyerek ulusun erkekliğini öldürdü’’ veya ‘‘Halka süpürge tohumu yedirdi, buğdayları silolarda çürüttü’’ suçlamalarına önce gülüp geçecek, daha sonrasında ise haklı bir tepkiyle: ‘‘Sizleri babasız bırakmadım. Memleketin iç ve dış barışını savaşa karşı korumak için tedbirler gerekiyordu’’ sözleriyle muhataplarına akıl ölçütlerini gösterecektir. İsmet İnönü son başbakanlığı döneminde ABD Başkanı Johnson’a verdiği ünlü yanıtla da; ‘‘Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyanın içinde yerini bulur’’ yaklaşımıyla bloklar dışı barışçı ve kişilikli politikaya yönelişin yeni bir uğraşını ayrıca sergileyecektir. Yakın tarihimizden çıkarılan sonuç odur ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin alınyazısında yadsınamaz roller oynayan iki büyük ve gerçek devlet adamının ortak ilkeleri ‘‘sürekli barış’’ olmuştur. Atatürk ve İnönü, yaşanan her yeni günün mutluluklarla bezenmişliğini öngörerek ‘‘Barış Günü’’ geleneğinin ‘‘Barış Yılları’’ olmasında da eylemli öncülük yapmışlardır. Faks: 0 212 677 08 21 obirgit?ekolay.net Barış Güvercini Yüzyıllardır aranıp da bulunamayan barışın simgesi şimdilerde güvercin olarak tanımlanır. Orta Asya’daki Türk boylarından, Kafdağı ardındaki Gürcülere, Amerika kıtasında CUMHURİYET 07 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle