19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 EYLÜL 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Yurtta Barış, Dünyada Barış Prof. Dr. Muzaffer Eryılmaz Çankaya Belediye Başkanı e garip bir tesadüf ve trajedidir ki, dünya yeni bir Dünya Barış Günü’nü yine savaşın acı, gözyaşı, vahşet ve yıkım getiren karanlık ortamında karşılamak zorunda kalıyor. Doğrudur; savaş bazen kaçınılması olanaklı olmayan en kötü seçenek olarak insanların ve ulusların karşısına çıkabilir. Bir insanın çok somut bir ölüm tehlikesi karşısında ve başka bir kurtuluş seçeneği kalmaması durumunda şiddet kullanması, hukuk sisteminde nasıl ‘‘meşru müdafaa’’ kabul ediliyorsa, uluslar açısından da ancak kendisine yönelik somut bir silahlı saldırı olması ve bu saldırıyı savaş yöntemi dışında saf dışı etme olanaklarının tükenmesi koşullarında savaş meşru kabul edilebilir. Büyük Atatürk, hem bir ulusal kurtuluş savaşının önderi olarak hem de ‘‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’’ belgisini benimsemiş bir devlet adamı olarak, bu dengeyi kendi yaşamında ve siyaset anlayışında en doğru biçimde somutlaştırmıştı. Atatürk, ulusların üstünlük yarışının savaşla değil, bilim ve teknoloji yoluyla sürmesi gerektiğini düşünen bir liderdi. Zira pek çok savaş görmüş, bu savaşların pek çoğundan da zaferle çıkmış bir lider olarak çok ama çok iyi biliyordu ki, savaşlar tüm insanlık ve uluslar için irleşmiş Milletler Teşkilatı, 1948 yılında aldığı bir kararla 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak duyurdu. Bu günün barış günü olmasının kökeninde ise İkinci Dünya Savaşı, daha doğrusu İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın 1 Eylül 1939 günü başlamış olması yatmaktaydı. Anımsanacağı gibi 1 Eylül 1939’da Adolf Hitler önderliğindeki Nazi Almanyası orduları Polonya’ya saldırarak, insanlık tarihinin o güne değin tanık olmadığı en büyük yıkıma neden olan bu savaşı başlatmış oldu. Bütün savaşların ağır yükü sonuçta insanlığın sırtına yüklendiğine göre, bu savaşlar olmalı mıydı ya da neden oluyordu?.. Hemen belirtmek gerekirse, sa Bush mu, Sezer mi? LÜBNAN’A asker gönderme tezkeresinin, ikinci Körfez Savaşı’na katılmama sonucunu veren tezkerenin ‘‘özür’’ü olarak hazırlandığını sezmeyen kaldı mı? Belli ki, Sayın Başbakan, ABD Başkanı ile görüşmeye bu kez TBMM’den asker gönderme kararı çıkarmış olarak gitmek ve geçen defaki ‘‘kaza’’yı onarmak istiyor. Böylece, geçen genel seçim öncesi Türk halkının sırtından verilmiş vaatler karşılığında elde edilen, ama tezkere aksamasıyla sarsılan destek yenilenmiş olacak ve gelen seçimlere o taze destekle girilecek. Yine halkın sırtından ve oğulların canı pahasına. ABD Başkanı memnun edilmiş olacak. Ama, Türkiye’nin Cumhurbaşkanı gayet kesin bir tutumla buna karşı olduğunu, başkalarının çıkarlarını korumak zorunda olmadığımızı, PKK konusunda kimseden yardım görmezken başkalarının davalarına yardım etmenin yanlış olacağını belirtti. AKP ve Meclis’in ikilemi şu: Bush’un mu istediği olacak, Sezer’in mi? Bu ilginç duruma yakından bakıp sonuç çıkarmak yararlı olabilir. ush, Türk askerinin başına çuval geçiren devletin başkanı. O olay için özür dilemiş de değil. Ayrıca, Lübnan’a İsrail saldırısının teşvikçisi ve yıkımın seyircisi. Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirirken Türkiye’yi kullanmak istiyor ve Türk halkı bunun farkında. PKK’ye karşı sınır ötesi harekâta ABD’nin engel olduğu da herkesçe biliniyor. Sezer, bu ülkenin cumhurbaşkanı. Son derece tutarlı tutumuyla, bütün kamuoyu yoklamalarının da gösterdiği gibi, iktidar partisi dışında, halkın geniş kesimlerinden büyük saygı görüyor. Lübnan’a asker gönderme konusundaki sözleriyle halk yığınlarının düşüncelerini ve endişelerini dile getirdiği de kesin. Üstelik, Güvenlik Konseyi’nin kararı, ‘‘Hizbullah’ı silahsızlandırma ve silah ambargosu uygulama’’ gibi çatışma olasılığı taşıyan belalı konular içeriyor. u durumda, ‘‘Cumhurbaşkanı’nın hiç yetkisi yok; siyasal sorumluluk bizimdir, istediğimizi yaparız’’ diyen AKP çevrelerinin diklenişi ne ölçüde doğrudur? Güvenlik Konseyi’nden karar bile çıkmadan ortaya konan bu hevesin halkta ve hattâ AKP tabanında büyük tepki uyandırdığı belli. Bu, işin siyasal yanı. Ya hukuken? Cumhurbaşkanı gerçekten yetkisiz mi? Unutulan nokta şudur: Milli Mücadele ve ‘‘Meclis hükümeti’’ döneminin yadigârı olarak Anayasa sistemimizde ‘‘TBMM’nin manevi varlığı’’ndan ayrı sayılmayan ‘‘başkomutanlık’’ yine de ‘‘Cumhurbaşkanı’nca temsil olunur’’ ve Genelkurmay Başkanı savaşta bile başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanlığı adına yerine getirir. Dahası var: Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkilerini teker teker sayan Anayasa’nın 104. maddesine göre ‘‘Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar vermek’’ de bunlar arasındadır. Öyleyse, Sezer yerine Bush’u dinleyen AKP yönetiminin tutumu hem siyaseten hem de hukuken yanlış, büyük bir gaflet değildir de nedir? N B acı, yıkım, gözyaşı ve medeniyet için ise geriye gidiş demektir. Ne var ki ve ne yazık ki, özellikle son yirmi yıldır bazı çevrelerde büyük önderimizin bu ödünsüz barışçı ve bağımsızlıkçı yaklaşımından uzaklaşma eğilimi çok belirgin hale gelmiştir. Bu çevreler, ulusal çıkarımızla doğrudan hiçbir ilgisi olmamasına karşın bölgedeki savaşlara müdahil olmak heves ve isteği içindedirler. Hepimizin hafızasında çok tazedir; yine aynı çevreler, Irak Savaşı’nda tezkerenin geçmemesi karşısında çok hayıflanmışlar ve Irak’a askeri müdahalede bulunmamakla Türkiye’nin bölgede etkili olma olanağını kendi eliyle teptiğini iddia etmişlerdi. Oysa gerçek durum ve tablo bambaşkaydı. Eğer Türkiye tezkereyi kabul etmiş olsaydı, Irak’ın güneyindeki Şii bölgesinde büyük bir kaosun ve kan davasının ortasına sürülecek; ABD ise yalnızca Irak’ın kuzeyine değil, aynı zamanda ülkemizin Güneydoğu’suna da yerleşme olanağına kavuşacaktı. Bu tablonun, Türkiye’yi kendi topraklarında bile egemenliğini kullanamayan ve birliği ciddi şekilde tehdit altında olan bir ülke haline getireceği açıktır. Avrupa’nın göbeğinde yıllarca süren hazin Bosna Savaşı’na bigâne kalıp, üç maymunu oynayan İslam ülkelerinin varlığı hafızalarda tazeliğini ko rurken Türkiye, bugün kaşla göz arasında Lübnan bataklığına sürüklenmek istenmektedir. Çok dinli ve çok parçalı özgün yapısı içinde yıllardır bir ulusal birlik kuramamış Lübnan’da ulusal bilincin ve birliğin nihayet gelişmekte olduğu bu dönemde, Türkiye’ye, kendi ülkemizin çıkarlarıyla, bölge ülkelerinin çıkarlarıyla, ulusal birliğe yürüyen Lübnan halkının çıkarlarıyla, evrensel insanlık değerleri ve çıkarlarıyla açık bir aykırılık taşıyan ABD ve İsrail patentli karanlık bir savaş senaryosunda jandarma rolü önerilmektedir. Ülkemiz, komşumuz olan bölge uluslarıyla karşı karşıya gelişi ve düşmanlaşmayı doğuracak olan bir maceranın içine çekilmek istenmektedir.. Böylesi bir dönemde Atatürkümüzün ‘‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’’ felsefesini çok daha iyi düşünmeli ve özümsemeliyiz. Savaşlar bugüne kadar ne acıları dindirmiş ne de mutlulukları çoğaltmıştır; aksine, acıları derinleştirip mutsuzlukları pekiştirmiştir. Yakıp yıkmayı iş edinen, masumiyet ve insan avcısı karakteriyle savaşlar, elbette bir biçimde duruyor, yaralar sarılmaya, yıkıntılar onarılmaya çalışılıyor. Ama barışın ozanı Bertolt Brecht’in dizeleriyle, savaşların sonunda şöyle bir tablo oluşuyor: ‘‘Dost düşman sükut buldu / Yalnız analar ağlaşır / Ötede beride’’. Evet savaş anaların ağlaması, insanlığın ağlaması, barışın ağlamasıdır. Bu nedenle 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde anlamsızlığın, insan ruhunu bölmenin büyük trajedisinin adı olan “Savaşlara Hayır!” diyoruz. Çünkü annelerin gözyaşlarına hayır diyoruz! sosyalist dizgenin çöktüğü 1992 yılına değin aralıksız 47 yıl süren bir Soğuk Savaş dönemi yaşadı. Peki adı soğuk olan bu dönemde sıcak savaş hiç yaşanmadı mı? Gelin bu kez bu dönemde gerçekleşen savaşlara ve bu savaşlarda yitirilen insan sayılarına bir göz atalım. Bizim de, hem de TBMM kararı olmadan Adnan Menderes hükümeti tarafından bir tugay büyüklüğünde asker göndererek katıldığımız Kore Savaşı’nda toplam 2 milyon insan ölmüş. Yine ABD emperyalizminin başını çektiği Hindiçin sömürge savaşlarında Vietnam’da 6 milyon, Laos’ta 3 milyon, Kamboçya’da 1 milyon insan yaşamını yitirmiş. Başka bir anlatımla, ABD emperyalizmi tarafından Soğuk Savaş döneminde çıkan savaşlarda ölen insan sayısı neredeyse Nazi imparatorluğunun 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda neden olduğu insan yitimine ulaşmış. Savaşlar konusunda ABD emperyalizminin Nazi emperyalizmi denli sicilinin bozuk olduğu, yukarıda vermeye çalıştığımız sayısal verilerde de açıkça görülmektedir. Yine vurgulamak gerekirse bugün ABD emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı olarak saldırılarına hedef olmuş Afganistan’da, Irak’ta, Lübnan’da yaşananlar bütün canlılığı ve çıplaklığı ile ortada. Bütün bu olgular ve veriler, ABD emperyalizminin de Nazi emperyalizmi gibi faşist niteliğini ortaya koyması açısından çarpıcı örneklerdir. ABD, salt kendi anakarasının dışında değil, kendi anakarası içinde de kirli bir geçmişe sahip. Türkkaya Ataöv’ün bir yapıtından öğreniyoruz ki, 1500’lü yıllardan 1960’lara değin uzanan büyük bir zaman diliminde Amerika’daki soykırımlarda yitirilen insan sayısının 50 milyona ulaştığı belirtiliyor. Bugün İran’da nükleer teknoloji alanında çalışmalar ve yatırımlar yapıldığı gerekçesiyle maraza çıkartmaya çalışan ABD’nin, dünyada ilk atom bombasını Hiroşima ve Nagazaki’ye atarak yaklaşık 400 bin insanın bir anda kül olup ölmesine, bir bu denlisinin de radyasyon zehirlenmesine uğrayarak kuşaktan kuşağa geçecek bir hastalıklar zincirine tutulmasına neden olduğu ne çabuk unutuluyor... ABD faşist imparatorluğunun bozuk ve kirli siciline yazılanlar bunlarla da bilmiyor. Kendi çıkarlarını korumak uğruna başta Latin Amerika olmak üzere gezegenimizin birçok ülkesinde darbeler yoluyla kıyıma neden olduğu binlerce masum insanın dökümünü de bu sicile işlemek gerekiyor. İçinde yaşadığımız emperyalizm çağında barış için savaşım vermek, sömürüsüz bir dünya dilemek ve bunları ezilen ve sömürülen tüm dünya halklarının ortak bir istemi durumuna getirmeyi küçümsemiyorum ama ne yazık ki bu girişimler acı bir çığlık olmaktan ileri gidemiyor. Kalıcı ve köklü bir dünya barışının sağlanmasının da, savaşsız sömürüsüz bir dünya kurmanın da yolu, yine emperyalizme karşı verilmesi gereken bilinçli, kararlı ve örgütlü bir savaşımdan geçiyor. Bu gerçekler ışığında, yine de 1 Eylül Dünya Barış Günü kutlu olsun diyorum. PENCERE Cumhuriyet’in Medyada Yeri ve Yapısı... Cumhuriyet’in fiyat ayarlama konusunda açtığı tartışmaya CUMOK’lar büyük ilgi gösterdiler... Gelen mektupların ardı arkası kesilmiyor... Sorunu daha sağlıklı biçimde tartmak için medya üzerinde bilgi sahibi olmanın saymakla bitmez yararları var... Medya kapsamlı bir sözcük... Bugün yalnız gazeteyi konuşalım... ? Türkiye’de üç tür gazete var... 1) Dinci gazete Ülke çapında dinci gazetelerin sayıları ve ağırlıkları gün geçtikçe artıyor... Her gün yarım milyon gazeteyi Anadolu çapında, kapı kapı, ev ev dağıtabilecek cemaat ve tarikat patronajı, medyayı hızla ele geçirmektedir... Bunların para derdi yok... Bir büyük işadamının söylediği gibi: Tarikat ve cemaat kesiminin sermayesinde maliyet sıfır!.. Gazetenin maliyeti ne?.. Fiyatı ne?.. Dinci medyada bu sorunların ağırlığı da solda sıfır... ? 2) Holding gazetesi Bir büyük holding düşünün!.. Çeşitli iş alanlarında banka, fabrika, satış merkezleri, müteahhitlik ve turizm şirketleri, borsa kurumları; aklınıza gelebilecek her dalda piyasa ‘faaliyet’i gösteriyor... Holdingin faaliyet, yani etkinlik gösterdiği bir dal da medyadır... Medya dalında televizyon, radyo, dergi, gazeteler var... Yapı ilginçtir... Çünkü holdingin devletle, daha açık deyişle iktidarla ilişkilerini ‘iyi’ tutması temel şarttır... Büyük iş gruplarının holding yapısında bir dal olarak yer alan medyanın basın kolundaki gazetenin bağımsızlığı görecelidir; maliyeti ve fiyatı da yine grup kapsamında düşünülür. ? 3) Cumhuriyet gazetesi ne birinci ne de ikinci gruba giriyor... Tek başına bir vakıf gazetesidir... Hem de çalışanların gazetesi... Bağımsızlığını koruması için hem yapısını hem de gelir gider dengelerini gözetmesi gerekiyor... ? Bugün tüm basın kapsamında dinci ve takıyyeci iktidarı eleştirebilen Cumhuriyet’in bağımsızlığı çok önemli... Cumhuriyet’in yapısı kendisine bu olanağı sağlıyor... Medyanın yapısının bozulduğu da bir gerçek!.. Belki dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar bozuk düzen yoktur; çünkü bizde serbest piyasada iş görmek isteyen büyük holdinglerin devlet, yani iktidar turnikesinden geçmek zorunda kalmaları basın özgürlüğünü büyük çapta kısıtlıyor... CUMOK’ların yalnız Cumhuriyet’i değil, tüm Türkiye medyasını da kapsamına alan bir görüş ufku içinde tartışmaya katılmaları, ülkede fikir özgürlüğü bakımından büyük katkıdır. B Barış: Bir Acı Çığlık!.. Sönmez TARGAN vaş sınıflı toplumların doğasında vardır ve bir sınıfın diğerine üstünlük sağlanmasında başvurulan bir zor kullanımıdır. İnsan hakları gibi, yaşama hakkı gibi temel değerler üzerine ne denli yazıp söylesek bile sınıf savaşımlarının olduğu toplum düzenlerinde şu ya da bu biçimde savaşlar da kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. Bir ünlü düşünür ve strateji uzmanının da vurguladığı gibi, ‘‘Savaş, izlenmekte olan politikanın ancak silahlarla sürdürülebilir bir aşamaya gelmiş en yoğun biçimidir.’’ Savaşın acı gerçeğini daha yakından görebilmek için gelin, tarih boyunca yapılan savaşlar sonucunda yitirilen insan kaynaklarının kısa bir dökümünü yapalım. Bu konuda özgün bir çalışma yapan Çukurova Üniversitesi Felsefe Bölümü Başkanı Prof. Dr. Adnan Gümüş’ün çıkardığı sayılar, son derece ürkütücü. İÖ 3600 yılından İS 1965 yılına değin 14 bin 500 savaşın çıktığı ve bu savaşlarda toplam 3.5 milyar insanın öldüğü kestiriminde bulunuyor. Gezegenimiz, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonlandığı 1945 yılından Sovyetler Birliği ve B CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle