19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
1 EYLÜL 2006 CUMA CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr 15 Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın evi bir müze mi, yoksa sıradan bir konut mu? YAZI ODASI SELİM İLERİ Heybeliada’da bir ev... ? Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eviyle uğraşılmış, tamir edilmişti elden geldiğince. Talan edilen eşyalar yenilenmeye çalışılmıştı; ve gün gelmiş ev Arnavutluk’tan yeni gelmiş bir ailenin yaşamasına bırakılmıştı. ‘‘Oh, ne âlâ memleket!’’ demekten başka bir şey söylenemeyecek bir durumdu. PROF. ÜMRAN BULUT Ateş Çiçekleri Kadıköyü’nün Romanı’nda, Safiye Erol, Bedriye’yle, Necdet’i, Şifa’dan Yoğurtçu’ya inen yokuşun başında karşılaştırır. 1931 yılının ilkyaz sonunda. Safiye Erol, Yoğurtçu Parkı’ndan söz açmaz ama, bu park o zamanlar göz okşamaya başlamıştır. Yoğurtçu Parkı, Cumhuriyet İstanbulu’nun ilk parkları arasındadır. Yapımı galiba 192930 arası. Mücap Ofluoğlu ülküler ve duyarlıklarla donanmış anılarında, bu parkta, tiyatroya tutkun bir avuç gencin amatör sahne kuruşlarından söz açar. Bazı yaz geceleri Yoğurtçu’da oyunlar sergilenmiş. Mücap Bey’in yazdıklarından o kadar etkilenmiştim ki, 1980 sonrası, Ölünceye Kadar Seninim’i yazarken, Yoğurtçu Parkı’nda bir tiyatro gecesini de yazmaktan kendimi alamamıştım. Aşk romanlarının unutulmuş yazarı Süha Rikkat, gençliğinin o gecesini alevden bir gece gibi hatırlıyordu... Çok zorlanmamıştım. Çünkü Mücap Ofluoğlu’nun anlattıkları yeterince esinlendiriciydi. Ayrıca, Yoğurtçu Parkı benim çocukluğumun parkıydı. 1950’lerin İstanbul havasında, parkta çok günlerim, hatıralarım... Şimdi, yoğun trafiğin adeta kesip biçtiği, kanını akıttığı park, o zamanlar bana uçsuz bucaksız görünürdü. Çocukluğun bütün mekânları olduğundan geniştir. Parkta kış günleri gözümün önüne gelmiyor. Daha çok ilkbaharlar, yazlar, güzler hatırlıyorum. En çok da güzler. Yoğurtçu Parkı’nı yeşertisi bol olan mevsimlerde, çocukluğumun en güzel masalromanlarından İpek Prenses’ten çağrışımlarla tadardım. İpek Prenses’in başlangıcında, büyülü bir şato bahçesi vardı. Ağaçlar sık, yaprak örtüsü yoğun mu yoğun. Park da öyleydi. Ya da bana öyle gelirdi. En sıcak bir yaz günü bile, yaprak örtüsü gölgelikler, serinlikler sunardı. ??? Sonra eylül gelince, yapraklar sararmaya, kurumaya, dökülmeye koyulurdu usul usul. Bununla birlikte, onca sarartının, boz alacanın ortasında, sonbahar geldi mi, Yoğurtçu Parkı kıpkırmızılar da kuşanırdı. Bunlar ateşçiçekleriydi. Belleğim kandırmıyorsa, ateşçiçeğini ilk kez Yoğurtçu Parkı’nda gördüm. Elliyi aşkın yıl geçti aradan; ateşçiçeği benim için hâlâ Yoğurtçu’nun çiçeğidir. Bir de alevçiçeği var. Bilimsel adı, phlox paniculata. Ateşçiçeğininkiyse, salvia splendens. İkisini karıştıranlar git git çoğalıyor. Ateşçiçeği diyorum, alevçiçeği sanıyorlar. Ateşçiçeği ballıbabagillerdendir. Ben de yeni öğrendim: Adaçayı bitkisinin yakın akrabasıymış. Brezilya kökenli. İki yüz yıl önce bütün dünyada tanınır hale gelmiş. Aslında yaz başından güz sonuna bahçeleri, parkları şenlendiriyor ateşçiçekleri. Ama ben onları Yoğurtçu Parkı’nda hep eylüllerle gördüğümden, yıllar yılı, ateşçiçeğinin bir güz çiçeği olduğunu sandım ve kim bilir kaç kez öyle yazdım. Gerçekten ateş kırmızısı renkleriyle, bütün bir yazdan güneşi özümsemişçesine çıkagelirlerdi Yoğurtçu’ya. Sanki yalnızca sonbahara yaraşırlardı. Bu yaz Bodrum’da bir yeni zaman bahçeciğinde mor, yavruağzı, pembe, eflatun, öbek öbek çiçekler gördüm. Püsküllü tuhaf boruları andırır çiçekler, ateşçiçeğini hatırlatıyordu. Meğer bunlar melez ateşçiçekleriymiş. Son yıllarda üretilmiş. Bunlar da süzek bahçe ortamlarını pek seviyormuş. Rengi artık ateş kırmızısı olmayan melez çiçekleri pek sevemedim. Sevemedim değil, onlar için başka bir ad arandım sanki. Sanki üzüldüm, Yoğurtçu Parkı’nın kıpkırmızı, alev alev öbeklerinden bir şeyler çaldıkları için. Derken yağmurlar, soğuklar başlardı. Ateşçiçekleri gelecek mevsime kadar bize veda ederdi... Öneriler: Kitap / Kadıköyü’nün Romanı, Safiye Erol, Kubbealtı Neşriyatı, 2001. Ören Belediyesi’nin Melih Cevdet Anday’a saygıyla yaklaşıp adına şiir günleri düzenlediğini okuduğumda, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın evini anımsadım. Yoo, zaten aklımdaydı ancak sizlerle paylaşmayı düşünmemiştim doğrusu. Üzmüştü aslında beni yaşadığım, gördüğüm. O gün 15.00 dolaylarında Heybeliada vapur iskelesindeydik. Aramızdan bir arkadaş Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın evine daha önce gitmişti, ancak hangi yoldan sola dönmemiz gerektiğini kestiremediğinden sora sora ulaşacaktık. Nasıl olsa gideceğimiz yer bir sanatçının eviydi. Herkes bilirdi, yollarda yönlendirmeler de bulunmalıydı. Bu düşüncem doğru çıkmadı. Sonunda yarım yamalak anlatan birine rastlamak bile rahat bir nefes aldırmıştı hepimize. Evin dışında iki ayrı merdivenden birini seçerken bile önsezimizle hareket etmeliydik. Neyse, isabetli seçmişiz. Kapıyı açan on yaşlarında bir çocuktan doğru yerde olduğumuzu öğrendiğimizde biraz şaşkındık. Çünkü içeriden hem televizyon, hem de kavga eder gibi konuşan insan sesleri geliyordu. Bu arada birkaçımız dış duvara asılmış tadilat fotoğraflarına bakmaya koyulmuştu bile. Çocuk ise ‘yandan yukarıya çıkın’ der demez yanımızdan yok olmuştu. Yaşanan bir müze... Merdivenlerin sonunda galoşlarımızı giyerken kapıyı açan o çok yaşlı beyin duruşu, davranışı ilginçti. Hepimizin aynı şeyi düşünmesine sebep olduğunu dönüş yolunda paylaşacaktık. (Birkaçımız onun tarihi karşımıza çıkarırcasına seçildiğini düşünmüş, birkaçımız ise Hüseyin Rahmi’nin ta kendisi olduğunu zannedecek denli boş bulunmuştu.) Bu durumda içeriye girdiğimizde yeniden bir bocalama yaşamamak sanırım hiçbirimizin harcı değildi. Genç bir hanım etrafı süpürmekteymiş gibiydi. O saatte ne temizliğiydi bu böyle. Hele alt kattan evi saran kızartma kokusunun yanında ne anlamı vardı şimdi bu temizliğin. Bey son derece az Türkçesiyle bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. En üst kata, tavan arasına çıktığımızdaysa havasızlık bizi yok edecek denli rutubetle karışık bir hal aldığında bayağı yorgun düşmüş, bir an önce oradan uzaklaşmak istediğimizi fark etmiştik. Hele o yaşlının biraz da kendini aşan bir çeviklikle Hüseyin Rahmi’nin şapkasını benim başıma koyma girişimi, affedilir gibi değildi. Kim koruyordu edebiyatı, kim anlatıyordu sanatı? Ardından son darbeyi çıkışta (evin hanımı olsa gerek) orta yaşlarda, üstü başı diğerleri gibi bakımsız birinin bizlere kitap satmak istediğini anladığımızda yedik. O da Türkçe pek konuşamıyordu. Ancak kitap almak isteyenlerin gösterdiği tahta sandığa 10 YTL atmaları gerektiğinde ısrarlıydı. Ortada makbuz bile yoktu, yukarıda zaten galoş için para bırakmıştık, neydi bu para meselesi? Bağışsa bağış olsundu, ücretse ücret. Doğru, Gürpınar’ın eviyle uğraşılmış, tamir edilmişti elden geldiğince. Talan edilen eşyalar yenilenmeye çalışılmıştı; ve gün gelmiş ev Arnavutluk’tan yeni gelmiş bir ailenin yaşamasına bırakılmıştı. ‘‘Oh, ne âlâ memleket!’’ demekten başka bir şey söylenemeyecek bir durumdu. Şimdiki talan kitaba, eşyaya değil; değere karşıydı. Yeni düzenlemeyi anlatan o kitabı hiçbirimiz almadan ayrılmıştık evden. Ama hepimizi bir düşünce sarmıştı: O ailenin yaşamasına bırakılan sanatçı evinde eğitimimiz için neler neler yapılabilirdi, o ev nasıl da yaşanan bir müzeye dönüştürülebilirdi. Gerçek ise ortadaydı: Oradakiler gelenlerden tedirgin oluyor, bir şekilde kendilerini savunmaya geçiyorlardı. Yoksa değil mutfağın kokusu, yağı; çıkabilecek bir kazayla edebiyatımızdan bir sayfa yok olmaya mı mahkum edilmişti? Evet, ne yazık ki aynen öyleydi. CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle