21 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 25 HAZİRAN 2006 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Fabrikayı mutlu edenler... eçmiş yılların Migros kamyonlarının mahallemize gelmesiyle başlayıp bugünün alışveriş kentlerine dönüşen ve artık sanki Divanı Lugatit Türk’te tanımı verilmişçesine, hiç düşünmeden süpermarket diye andığımız dev pazarlara ne çabuk alıştık! Alıştırıldık. Hiç değilse haftada bir kez mutlaka gidiyor, ‘‘evimizin ihtiyaçlarının’’ yanı sıra ilk kez gördüğümüz bir yığın gereksiz malla doldurduğumuz arabaları kasiyerin ‘‘yürüyen bandına’’ boşaltıyor, sonra da hiç ama hiç şaşırmamış havalarında söylenen parayı ödüyoruz. Bu kadar para edecek ne aldığımızı düşüne düşüne evimize geldikten sonra da yeni keşfettiğimiz malların paketlerini okumaya dalıyoruz. (Sonuçta bunların çoğunu ya hemen, ya da iyice bayatlattıktan sonra atıyoruz, itiraf edin.) Şimdi, bu dev pazarların aslında gerçek bir fabrikadan farksız olduğunu düşündünüz mü hiç? Ben, Florida eyaletinin Hollywood kentinde, böyle bir alışveriş merkezinden iyice sarhoş olup çıktıktan sonra, kapı önüne dizilmiş süslü oturma yerlerine, bir fabrikanın, gerçek bir tüketim fabrikasının yorgun işçisi gibi yığıldığımda bu düşünceyle G dehşete düştüm. Bu fabrikalar, dünyadan habersiz tüketim işçisinin tüketme güdüsünü her an canlı tutacak biçimde düzenlenmiş her şeyden önce. Labirentlerden oluşuyor. Şu bölüme bakmış mıydım? Keşfedebileceğim yepyeni bir ürün hayatımı değiştirebilir! Ah, bu malı almakla şu kadar para tasarruf edeceğim. O halde tasarruf edeyim. O anda gerekli olmasa bile günün birinde mutlaka kullanırım. Zaten Amerika’da tasarruf etmenin tek yolu, aslında çok daha fazla parayla alınması gereken bir nesneyi daha az paraya almakla olanaklı. Gazeteler çarşaf çarşaf ilanlarla o gün ne kadar para tasarruf edeceğinizi size bildiriyor. Okuyun, arabanıza atlayıp o markete gidin, tasarrufunuzu yapın. Ayrıca diyelim canınız sıkılıyor, ne yazık ki hiçbir şeye gereksiniminiz yok.. olsun, ‘‘vitrin alışverişi’’ diye bir şey var. Gidin, mallara bakın, ama almayın. ‘‘Vitrin alışverişi’’ ile eğlenin. Bu arada dayanılmaz ‘‘tasarruf’’ fırsatlarını değerlendirebilirsiniz. Bu alışverişten sayılmıyor. Tasarruf sınıfına giriyor. Ben süpermarketin önündeki sırada oturmuş bir dostumu bekliyordum. Hem alışveriş yapmıştım hem de tasarruf! Yanı başımdaki elektronik kapı kendiliğinden açılıp kapanıyordu. Girenler boş arabalarla, çıkanlar dolu arabalarla nerdeyse ritmik bir gürültü yayıyorlardı. Mağaza görevlileri, doldurdukları market arabalarını otolarına götürüp boşaltmış müşterilerin arabalarını toplayıp getiriyorlardı. Arabaları klikklak sesler çıkararak birbiri içine yerleştirip itiyorlardı. Bazı çelimsiz HOLLYWOOD ŞEMSA YEĞİN araba toplayıcılarının birbirine ekledikleri araba kuyrukları metreleri buluyor, çoğu mutlaka göçmen adayı olan bu solgun körpe bedenler arabaları itmekte zorlanıyorlardı. Oturduğum sıranın önündeki geniş ‘‘araba toplama yolu’’ üzerinde hızı kesmek için yükseltiler yapılmıştı. Arabalar buralardan geçerken farklı bir gürültü koparıyorlardı. Klikklak, triktrak.. takır takır takır.. gır gır gır.. arabalar gidiyordu, geliyordu, diziliyordu... Dolu arabalar başka, boş arabalar başka, birbiri içine geçmiş araba dizileri başka sesler çıkarıyordu. Önümde sanki gürültüyle çalışan bir yürüyen bant vardı. Arada bir elinde tek bir naylon torbayla kapıdan çıkan ve ürkek adımlarla otomobiline giden ‘‘verimsiz’’ eleman fabrika görüntüsünü bozuyordu, ama olsun, fabrikalarda bütün işçiler aynı verimle çalışacak diye bir kural yoktu. Zaten klik klaklar, takır takırlar arasında tek bir naylon torba fark edilmiyordu bile. Kapıda duran bir görevli buradan alışveriş ettiğiniz için teşekkür ederiz diyordu durmadan... Fabrika 24 saat açıktı. Evet, 24 saat boyunca insanlar, arabalar, elektronik kapıdan giriyor, çıkıyorlardı. Girenler tam 200 çeşit olduğunu öğrendiğim sodalı içeceklerden, 90 çeşit salamsosis türünden, yüze yakın çamaşır yıkama, parlatma, beyazlatma ürününden hangisini seçeceğini, hangi malda ne ‘‘tasarruf’’ sağlayacağını, düşüne düşüne, yiyecek paketleri üzerindeki kalori ve katkı maddeleri listelerini okuya okuya, labirentlerde dolaşıp duruyorlardı. Girenler yavaş, çıkanlar hızlı yürüyorlardı. İçeride mal seçerken zamanın nasıl geçtiğini anlamamış oluyorlar, panik içinde evlerine koşuyorlardı. Triktraklar, takırtakırlar hiç kesilmiyor, fabrika durmadan çalışıyordu. Boş arabalar birbirine eklenerek ritmik gürültüleriyle durmadan kapının önüne yığılıyor, dolu arabalar daha tok gürültülerle otolara taşınıyorlardı. Gürültünün ritmini bozmak, yani işi yavaşlatmak araba toplayıcının işten atılmasına neden olacağından, hızlı hareket etmek gerekiyordu. Minik kameraların herkesi kayda geçirdiği unutulmamalıydı. Fabrika tam randımanla çalışmaktaydı. İnsanlar bir şeyler almış olmanın mutluluğu ve özgüveni içinde otolarına koşuyorlardı. Publix süpermarketi, ‘‘bedava’’ dağıttığı haber bülteninde 2005 yılında 20.6 milyar dolarlık satış yaptığını, tam 989.2 milyon dolar kâr ettiğini açıklıyor, işçilere, ya da sevgili tüketicilere şükranlarını sunuyordu. Fabrika mutluydu; araba sesleri onu daha da mutlu ediyordu. Trik trak, takır takır takır, gır gır gır... Fabrikayı mutlu edenler de mutluydu. Çünkü alıyorlardı, para alma aracıydı, mutlu olma aracıydı. Ve her paraya uygun, her paranın son sentini harcatmaya uygun labirentler vardı. Mutluluk, kaçınılmazdı. SIPRI 40 yaşında tockholm’de saygın bir enstitü var: Barış Araştırmaları Enstitüsü. İngilizce adının baş harflerinden oluşan SIPRI adıyla tanınır. Çeşitli ülkelerin araştırmacılarını çatısı altında toplayan SIPRI, İsveç’in önceki başbakanlarından Tage Erlander’in girişimiyle 40 yıl önce kurulmuştu. İsveç o sıralar, barış içinde yaşıyor olmasının 150. yıldönümünü kutluyordu. Sol görüşlü bir öğrenci birliği, Erlander’i ziyaret etmiş ve ondan, sömürgeciliğe, ırkçılığa ve atom bombasına karşı verilen mücadeleye katkıda bulunmasını istemişti. Bu satırların yazarı SIPRI’nin şimdiki başkanı Alyson J. K. Bailes’le, yıllar önce, ülkemizde asla unutulmayacak özgün bir yere sahip olan Bilim ve Sanat dergisi için bir söyleşi yapmıştı. Bailes o sıralar Stockholm’e yeni gelmiş İsviçreli bir gazeteciydi. SIPRI her yıl yaklaşık 900 sayfalık bir yıllık yayımlar. İngilizce olan yıllığın bu yılki teması ‘‘Silahlanma, Silahsızlanma ve Uluslararası Güvenlik’’. Bir yaşgünü armağanı olarak okunması biraz ağır bir kitap; hiç eğlendirici değil, tam tersine ürkütücü ve kaygı verici. İçerdiği bazı gerçekleri sıralayalım: Dünya ülkelerinin geçen yıl silahlanma için harcadıkları para 1 trilyon 118 milyon doları buldu. Yani, dünyamızdaki insanların her birinin başına 173 dolar düşüyor! Birleşmiş Milletler’e olan borcunu türlü bahanelerle ödemeyen ABD, en büyük silah tüccarı durumunda. Bu ülkenin askeri (siz bunu savaş diye de okuyabilirsiniz) endüstrisinde yer alan 39 şirket, 2003 yılında dünya silah satışlarının yüzde 63.2’sini gerçekleştirmişti. Askeri harcamalar, serbest piyasadaki para değerine göre ilk 5 sırada yer alan ülkeler şunlar: ABD, İngiltere, Fransa, Japonya ve Çin. Dünya askeri harcamalarının yüzde 65’ini yapan bu 5 ülkenin toplam nüfusu dünyanınkinin yüzde 29’unu oluşturuyor. 15 ülke ise, dünya askeri harcamalarının yüzde 84’ünü yapıyor. Eğer bu sıralama bireylerin alım gücüne endeksli olarak yapılırsa, ortaya çıkan tablo şöyle: 1. ABD, 2. Çin, 3. Hindistan, 4. Rusya, 5. Fransa, 6. İngiltere, 7. Suudi Arabistan, 8. Japonya, 9. Almanya, S T O C K H O L M 10. İtalya, 11. Brezilya, 12. İran, 13. Güney Kore, 14. Türkiye (17.8 milyar dolar) ve 15. Tayvan. 20012005 yılları GÜRHAN UÇKAN arasında konvansiyonel silah ihracatı bakımından Rusya, Afrika ve Asya pazarlarında hamle yaparak birinci sıraya yerleşmiş. Onu, çok az bir farkla ABD izliyor. ABD’nin en yağlı kuyruk müşterisi kim derseniz, yabancı değil, komşumuz Yunanistan. Türkiye, bu sıralamada, İsrail ve Mısır gibi ülkelerin ardından 10. sırada yer alıyor. Görüldüğü gibi, ABD’nin terorizmle mücadelesi yok satıyor! Başkan George Bush’un seçim kampanyasının en cömert destekleyicileri arasında Amerikan askeri endüstrisinin patronlarının olduğunu anımsatmaya gerek var mı? Başkan Bush da, yalnızca felaketlere yol açan savaşlara saplanıp kalma suretiyle, aldığı paraların diyetini ödüyor. İsveç’in yeni Dışişleri Bakanı Jan Eliasson son derece deneyimli bir diplomat ve büyükelçidir. Halen BM’nin Genel Kurulu’nun başkanlığını yapıyor. Eliasson, Stockholm’deki Dış Politika Enstitüsü’nde geçen hafta bir konuşma yaptı. Başbakan Göran Persson’un değinmekten kaçındığı bir konuya da hafifçe dokundu: İsrail de nükleer silahların yayılmasının engellenmesini amaçlayan sözleşmeyi imzalamalıydı. İran’ın nükleer enerji tesisi kurma tasarıları dünya gündeminde geniş yer alırken, İsrail’in durumuna, ABD ile Hindistan arasında yapılan nükleer işbirliği anlaşmasına nedense hiç değinilmiyor. Fransa’nın kirli ilişkileri de ayrı bir konu. Neyse, iyi ki doğdun SIPRI. İyi ki doğdun ve demirden gülle gibi yıllıklarını yayımladın! Çok yaşa emi! S Ve her şeye tepeden bakıyor kilise D demek kentlerde düzene... ar, uzun bir cadde. Alanın bir köşesinde yan Arnavutkaldırımı yana çiçekçi tezgâhları. döşeli. Eski ortaçağ evleri Rengârenk her şey. bir kolyenin incileri gibi İnsanından sebzesine, dizilmiş iki yanına. İkişer çiçeğinden tarihi yapısına. üçer katlı. Tahta, balçık, tuğla, taş karışımı bir işçilik Güneş iyice yükseliyor, öğle yaklaşıyor. Otelin var bu rengârenk yapılarda. önünde kadınlı erkekli şık Hepsi elden geçmiş, insanlar söyleşip gülüşüyor. bakımlı. Kırmızı kiremit Ellerde şampanya kaplı damları dik. Sanki bir kadehleri, kırmızı beyaz minyatür kentin oyuncağı şaraplar, köpüklü fıçı andıran evleri! Otel ufacık, biraları. Bir şey kutluyorlar dar, odaları küçük, gibi. Uzun beyaz önlüklü pencereleri minnacık, tavanlar alçak mı alçak. Her garsonlar gümüş tepsilerde yan tahta kaplı, orta yerdeki siyah havyarlı, füme balıklı, İsviçre peynirli yüksek yatak küçük ekmek kocaman, S T U T T G A R T dilimleri taşıyor yastıkları, dışarı. Pazaryerinde yorganı alışverişi bitirenler kuştüyü. İtalyan’a uğruyor, Üçüncü katın espresso, capucino penceresinden içmek, leziz görünen, dar, AHMET ARPAD dondurmalardan uzun cadde tatmak, eve kasabanın gitmeden önce merkezi. Araç tanışlarla biraz çene trafiğine kapalı. Evlerde çalmak, günün keyfini pek oturan yok. Bürolar, çıkarmak için... Alandan butikler, lokantalar, küçük kiliseye uzanan yolda barlar, pastaneler, çalgıcılar. Trompet, çiçekçiler, kafeler, butik kontrbas, saksofon. pansiyonlar... Her yana Çaldıkları havalar oynak. iskemleler atılmış, masalar hazırlanmış, keyifli insanlar Başlarında kapkara koca şapkalar. Sakallar uzamış. beyaz şemsiyelerin altına Şakalaşıyorlar yanlarından kurulmuş. Garson kızlar geçenlerle, durup koşuşturuyor. Salata dolu dinleyenlerle, yere açtıkları tabaklar, güzelin güzeli örtücüğe para atanlarla. pastalar, rengârenk Doğu Avrupalılar galiba. dondurmalar, köpüklü Sanki bir yerden gözüm biralar, kadehlerde buz gibi ısırıyor. Prag’da, IV . Charles şaraplar... Günlerden Köprüsü’nde görmüş cumartesi. Az ötede, olmayayım kısa süre önce! evlerden büyükçe, tarihi Kim bilir? Yol belediye binası. Önünde yokuşlaşıyor. Yükseliyor dört köşe bir alancık. kiliseye doğru. Aşağıda Ortasında suları fışkıran, küçük ırmak pırıl pırıl, su ortası havuzlu bir çeşme. dolu. Üzerinde bembeyaz Çevresinde oturanlar, çene bir gezinti gemisi. Sonra çalıp, gülenler, güneşin sağda bir sokak. Daracık, iliklerini ısıttığı mutlu küçük. Adı çok ilginç: insanlar, yaşlısı genci... ‘‘Türk Sokağı’’... Ne işi var Pazaryeri bu şirin alan burada? 1494’te cumartesileri. Tezgâhlarını Besigheim’a bir Osmanlı kurmuş yöre köylüleri alacakaranlıkta. Getirmişler Türkü’nün yerleştiği biliniyor. İtalya’dan gelmiş pazara tarlaları, bahçeleri o hafta ne vermişse. Salatalar, olabilir. Hıristiyanlığı kabul ediyor ve kayıtlara adı elmalar, patates ve soğanlar Hans Türk olarak geçiyor! yığın yığın, öbek öbek. Az sonra karşımızda, Kuşkonmaz tezgâhlarında tepemizde, her şeye kuyruğa girmiş bu leziz yukardan bakan kilise. sebzenin tadını bilenler. Ne Devasa. İnsanların üzerine de olsa mevsimi şu sıralar. üzerine geliyor. En büyük Alanın üç bir yanı yine o! Ondan yücesi yok. tarihi evlerle kaplı. Tümü Bastırıyor kasabayı, altında de elden geçmiş, bakımlı. eziyor yemyeşil doğayı, Pencereler, kapıları, panjurları tahta oyma, üstün yaşam dolu evleri, mutlu ve özgür yaşamı özleyen bir işçilik. Üç kattan bireyleri... yükseği yok. Daha www.ahmetarpad.de ortaçağda dikkat etmişler Ruslardan dev kartpostal St. Petersburglular, Rusya Rekorlar Kitabı’na girebilmek için dev boyutlarda bir kartpostal hazırladı. Kentin tarihi ve turistik mekanlarından St. Peter ve St. Paul Kalesi’ne yerleştirilen dev kartpostala, binlerce kişi günler boyunca çeşitli mesajlar, notlar ve dilekler yazdı. Rekor kırmak için üretilen 150 metrekarelik kartpostal tam 100 kilogram ağırlığında. (Fotoğraf: AP) Brüksel’ de İstanbul surları B rüksel bazen hoş süprizler yapar. Havaların ısınmasını beklediğiniz bir anda kalbinizi ısıtacak bir hediye sunar size. İstanbul’u Brüksel’e taşımak gibi. İşte ‘‘İstanbulBrüksel, Kentin Kalbindeki Surlar’’ konulu sergi de bu tür hediyelerinden biri bu kentin. Ne zamandır gitmek istediğim ama önceliklerin fırsat vermediği bu sergiyi gördüm sonunda. Gözünüzün önüne içinde timsahların ve yılanların yüzdüğü kanallarla çevrili dev sur kapılarını getirin, hani sur askerlerinin aşağıya kızgın yağ döktükleri. Böyle bir uygulama elbette ki yok artık Brüksel’de. Ancak Brüksel’in güney garına yakın Porte de Hal (Hal Kapısı) hâlâ dimdik ayakta. Kaleyi andıran bu yapıyı artık kanal değil, yeşil bir park çevreliyor. 1381 yılında tamamlanan Hal Kapısı tarih boyunca defalarca saldırıya figürleri bile bu kentin surlarının uğramış, her serefinde de yenilenmiş. yaşadığına tanıklık edememiş. Oysa Yapımından 600 yıl sonra 1991 Arif Aşçı’nın fotoğrafları İstanbul’un yılında esaslı bir yenilenme geçiren ta kendisi. İnsan yoksa resimlerde bu yapı bugün konser, sergi ve diğer surlara bağlanmış bir at, eşek, bir sanat çalışmalarına ev sahipliği yapan köpek ya da açlıktan küçülmüş bir bir müze. Senede en fazla bir iki kez kedi İstanbul surlarının ne açılan bu kale, mayıs kadar çok canlıya ev sahipliği ayından beri BRÜKSEL yaptığının şaşırtıcı bir kanıtı. İstanbul’un surlarını Öyle ki, surların önünde ağırlıyor. Fotoğraf seyyar satıcının astığı bir dizi sanatçıları Arif Aşçı ve kot pantolon İstanbul’un ta Xavier Claes, İstanbul kalbinden selamlıyor sizi. ve Brüksel’in Arif Aşçı’yı henüz surlarında benzeşen ve ELÇİN POYRAZLAR tanımayanlara kısa bir farklılaşan anları özgeçmiş vermeden objektiflerine geçmeyelim. Adana doğumlu sanatçı, taşımışlar. Brüksel’in surları tam bir Mimar Sinan Güzel Sanatlar koruma altına alınmasından olsa Fakültesi’nde tamamladığı gerek Belçikalı sanatçının eğitiminden sonra ‘‘yola çıkmış’’. resimlerinde surlar mimari ve tarihi Asya’ya yaptığı üç yıllık gezilerin bir ilgi alanının ötesine geçemiyor. ardından İpek Yolu’nu develerin Sur resimlerine sıkışan tek tük insan izinden objektifine hapseden Aşçı’nın bu yolculuğa ilişkin ‘‘İpek Yolu’nda Son Kervan’’ isimli çalışması doğmuş. Sanatçının son çalışmaları arasında Bahtabakan ve İstanbul panoramasından resimler bulunuyor. İstanbul ve Brüksel’in surları arasındaki benzerliklerden çok farklar göze çarpıyordu sergide. İstanbul’un tadını almış bir kişinin büyük burunluğuyla ‘‘Brüksel’de de sur mu varmış’’ demekten alamadım kendimi. Temmuz sonuna kadar süren sergiye bir daha gidersem Arif Aşçı’nın İstanbul fotoğrafları için giderim. ‘‘Bu kadar da taraf tutmak olur mu?’’ demeyin. Belki de İstanbul’u çok özlemiş olmamdan kaynaklanıyordur. Ama Brüksel’de gördüğüm hiçbir sergi de İstanbul’u böylesine canlı taşımadı bana. Biraz da bunun heyecanı olmalı. CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle