19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
6 MAYIS 2006 CUMARTESİ CUMHURİYET SAYFA ÖYKÜ 9 İstanbul gözlerin kara ‘Sevaçya İstanbul’ KARİN KARAKAŞLI Akşam kuşlarını İstanbul’un Damlar üzerinden bir kaldırıp Başka damlara konduruyoruz Dışardan yukardan gözlerimizle Bu camlar yalnızlık camları Bu camlara yağmur yağdırıyoruz Gülten Akın Yalnızlık Camları’ndan onsuz anlar var ya da anlık sonsuzluklar... İstanbul bir ateşböceği seli gözünün önünde. Bennu, o selin yakamozuna saldı kendini, İstanbul yanar döner ışıklarıyla biraz da onun hikâyesini anlatır gibiydi. Önünde bir pencere boyu uzanıyordu şehir. Herkesin kendi gerçekleri ve yalanlarıyla bir yanan bir sönen ışıklı nehir. ‘‘Hiç olmadığı kadar bekliyorum, benim gerçeğim bu’’ diye düşündü genç kadın, ‘‘aşkımı bekliyorum.’’ Uzaklardan göz kırpan İstanbul’a gülümsedi. Denize komşu mahalledeki bu eski binanın en üst katındaki daireye taşınması rastlantı değildi. O taş basamaklı, yüksek tavanlı, geniş apartman girişinden adımını attığı anda anlamıştı burasının kendi yeri olduğunu. Asansörün ince, demir oyalı nazlı kapısı, bineni yukarılara değil de başka bir zamana taşıyordu sanki. Tepedeki camdan sızan gün ışığıyla birlikte girmişti daire kapısından içeri ve geniş pencerelerle çerçevelenen karşı kıyıyı görünce, İstanbul’un kendisine ev arkadaşı olacağını anlamıştı. Uzun uzun seyretmişti can yoldaşını. ‘‘Sevaçya da sizin gibi böyle dalgın bakardı kaşı kıyıya’’ derdi hep evsahibi Markrit Hanım. Başkalarına karşı son derece ketum olan bu hanımefendinin sıra kendisine geldiğinde, uzun yıllar bu evde yaşamış rahmetli kızkardeşini bu denli anlatmasının bir nedeni olmalıydı. Çatı katındaki dolapta Sevaçya’nın siyahbeyaz fotoğraflarını görünce o nedeni de anlamış oldu. Tuhaf bir benzerlik vardı o kadının fotoğrafta donmuş gençlik hali ile aralarında. Tenlerinin sedef beyazlığından mı, içinde sırlarla dolu bir yıldızın yanıp söndüğü kara gözlerinden mi bilinmez, ifadeleri birbirini bütünlüyordu sanki. ‘‘Bu dolaptaki eşyalar Sevaçya’nın genç kızlığından hatıra. Bugüne kadar hiçbir kiracı itiraz etmeyince ben de boşaltmadım. Mahzuru yoksa sizinle de kalabilir mi?’’ diye sormuştu Markrit Hanım. ‘‘Onunla birlikte kendimi daha iyi hissedeceğime eminim’’ demişti Bennu. Zaten bir süre sonra Sevaçya’nın fotoğrafı dolaptan çıkmış, gümüş bir çerçevede yerini almıştı. Sevaçya, evin görünmez sakiniydi. Bennu akşamüstü iş dönüşü vapurdan inip evine vardığında, trafik keşmekeşine girmeden köşesine çekilebildiği için minnet duyuyordu. Yemekten önceki bu saatler, mahremiydi bir anlamda. Bordo koltuğuna gömülür, cama yansıyan aksi eşliğinde İstanbul’a bakardı. Kim bilir kimlerin neleri beklediği İstanbul’da o da, gelsin ya da gelmesin, sevgilisini beklerdi. Aynı evi paylaşmıyorlardı henüz ama gitgide onun eksikliğini duyar olmuştu kendi evinde. Korkuyordu da bu bağdan ama aynı zamanda bağımsızlıkla yalnızlık arasındaki o incecik çizgiyi iliğinde biliyor ve yalnızlığa mahkum edilmemiş bir bağımsızlık arzuluyordu. Geçen gece yine özenle akşam sofrasını hazırlamışken alt kattaki komşusu belirmişti kapıda. Elinde küçük bir kap, pirinç istemeye gelmiş. Pirinç bahane, o ferfecir gözler, yüzündeki heyecanı yakalayıp arkadaki sofranın üzerinde odaklanıverdi bir anda. Bir selamla geçiştirmişliğin intikamını alıyor o an. ‘‘Şekerim uygunsuz zamanda geldim herhalde, biraz pirincin var mı?..’’ Elinde pirinciyle merdivene yönelmişken de son hamlesini yapıyor: ‘‘Benden sana S büyük nasihati. Bu erkek milletine fazla şehrin kendisini anladığını biliyordu yüz vermeyeceksin. Sen sen ol, ağırdan sat sanki. Sohbetleri, kıyıcı bir sonbahara biraz kendini.’’ dek sürecekti. Buz kesmiş elleriyle öylece ‘‘1955 yılıydı kızım. Ortalık Kıbrıs kalakalmıştı. Sonra garip bir içgüdüyle olaylarından gergin. Selanik’te Sevaçya’nın o güzelim fotoğrafını eline Atatürk’ün evine bomba konulmuş diye almış ve sohbete başlamıştı. Sanki o bir haber yayıldı. Galeyana gelen bir an dünya üzerinde kendisini, bu kalabalık, o gece İstanbul’u zaman ve mekânın dışına çıkmış cehenneme çevirdi. Sonradan kadından öte anlayabilecek hiç anlaşıldı, her şey önceden kimse yoktu. ayarlanmış ama ne önemi var? Yakılan yıkılan ‘‘Âşıkken oyun nedir kiliseler, gayrimüslimlere bilmem ben Sevaçya. ait dükkânlar, evler... İçimdem geldiği gibi En çok da yürekler davranırım. Naz etmem, yandı. Bizim evin doyasıya severim. İma 5 Ekim 1972’de doğdu. Sankt Georg Avusturya önüne de geldiler. etmem, doyasıya kavga Lisesi’ni ve Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Şuradaki tülün ederim. Biliyor musun, Okulu Çevirmenlik Bölümü’nü bitirdi. İlk öyküsü gerisinden izlemiştik bazen bu halimle Sis’in Ötesi Adam Öykü dergisinde yayımlandı. onları. kendimi başka bir Karakaşlı 1994’te Gençlik Kitabevi öykü gezegenden gelmiş gibi ‘Muhammedini hissediyorum...’’ yarışmasında birincilik, 1995’te yine Gençlik seven gâvur evi Kitabevi öykü yarışmasında üçüncülük göstersin’ diye haykırdı ‘‘Mamam, kızkardeşimin bir ses. Bir an sessizlik Ay’dan geldiğini ödülü aldı. Karakaşlı 1998 yılında da oldu. Sonra komşumuz düşünürdü’’ demişti bir Yaşar Nabi Nayır Gençlik Muammer Efendi’nin gürleyen keresinde Markrit Hanım Ödülü’nün sahibi oldu. sesini duyduk. ‘Burası gülümseyerek. ‘‘Sürpriz bir bebekti. Doğumundan önceki yıl Müslüman mahallesidir. O ailemiz için ölümler ve başka başka dediğinizden bulunmaz’.’’ Markrit sıkıntılarla dolu zor bir dönem olmuştu. Hanım’ın yüzüne o gecenin yalazlı Bu bebeği uğur saydık hepimiz.’’ dehşeti sinmişti. ‘‘Ya işte kızım. Bu komşumuz kurtardı bizi. Hanımıyla ‘‘Adı ne kadar melodik, anlamı ne?’’ onların masalında işi neydi?.. Markrit birlikte eve geldi sonra, kucaklaştık. Sanki diye sorduğunu anımsıyordu. ‘‘Kara Hanım’ın titrek sesi kulağında suçlu kendisiymiş gibi yüzümüze bile gözlü demek. Tam da onu anlatıyor, değil uğulduyordu bir kez daha: ‘‘Bilmem ki bakamıyordu. ‘Sen bizim kardeşimizsin’ mi?’’ Sonrasında Sevaçya’nın masalsı kızım, belki de göz değdi kara gözlüme. dedi Sevaçya. Koca adam hüngür hüngür çocukluğu, genç kızlığı akmıştı ablasının Çok mutluydular, pek bir muhabbetli. ağladı...’’ dilinden. Benzersiz bir özsu olarak bir Sanki Sevaçya hayatının kitabını yürekte daha kendisine yeni bir yatak bulmuştu, Yeram da hayatının taşını... Kucağına düşüveren ellerini oynattı bulmak üzere... ‘‘Sevaçya için aklıma ilk Öyle kadir kıymet bildiler. Sonra kızım o yavaşça Markrit Hanım. Avuçlarında gelen kelimeyi sorsan ‘kişilikli’ derim. günler geldi, ne diyeyim.’’ saklı, hiç anı olamadan hep bugün kalmış Küçücük boyuyla bile istediklerini ve o geceye doğru konuştu: ‘‘Sonra ne oldu, Susmuştu Markrit Hanım. Sanki istemediklerini ifade eden, tercihlerini de bilir misin kızım. Sevaçya bir anda anlatacağı gerçekler için gereken saydıran bir çocuktu. Bir de onca pencereyi ardına kadar açtı. O gördüğü sözcükler hiçbir dilde yoktu. Öyle arkadaşına rağmen, an gelir kendi yıkıntıya doğru haykırdı ciğerleri susmuştu. Ellerini tutmuştu Bennu bu dünyasına çekilirdi. O andan itibaren de paralanırcasına: ‘Bolis, hokis... Bolis, güngörmüş kadının. Bir anlık bir ulaşılmaz olurdu.’’ hokis...’ hareket... Yaşlarla çözüldü dolaşık dili Markrit Hanım, okumaya çok meraklı Markrit’in, dinlemeye hazır bir yüreğe PORTRE Karin Karakaşlı Canım İstanbulum diyordu, yârim İstanbul...’’ Bennu yine buz kesmişti kıvrıldığı koltukta. O ses, kulaklarında yankılanıyordu. Hele de bu gece, sevdiği adam bu kadar gecikmişken. Saatin akrep ve yelkovanı kanını dondurdu. Bir şey olmuş olmalıydı... Hemen yanı başında Sevaçya aşkına ve İstanbul’una kahrediyordu... Hiç haber yoktu o beklenenden... Cep telefonu aynı nakaratı tekrarlıyordu: ‘‘Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar arayınız.’’ Başını serin cama dayadı. Yakındaki şu hastane binasına takıldı gözleri. Kim bilir orada kimler ölümü bekliyor, bir teselli arıyordu çaresiz sevenleri. Sonra çıkışsız hapishaneleri düşündü, her masalsı hayatın bir diğer yüzünü anlatan meyhaneleri, sürgünlerin izbe otellerini, yuva olamayan evleri, bu şehrin kilometrelerce uzağında hâlâ İstanbul diye insanların konduğu meskenleri... Derin bir nefes aldı genç kadın. İçine İstanbul kaçmıştı. Yüreği ezildi şehrin ağırlığından. O kulağında uğuldayan ses... kapı zili. Pencereden kapıya, ölümden yaşama giden yol ne kadar uzundu ve nasıl da bir adımlık... İşte eşikteydi. Sevdiği adam karşısında ‘‘Bir tanem trafik çok beterdi, geciktim. Telefonun da şarjı bitmiş, kusura bakma’’ diyordu. Dahasını da diyecekti ama sustu. Genç kadın ölümden yaşama atladı o kollarda, birkaç ömre ağladı. Ne kadar sıksa, o kadar azdı sanki o ten, o can. Adam yüzünü avuçladı bir an kadının. Uzun uzun baktı, ‘‘Evlen benimle’’ dedi. Kadın ellerini yüzündeki avuçların üzerine kapattı. ‘‘Evleneyim’’ dedi. Gözünün yaşını, dudağının tebessümünü öptü adam. Öylece kaldılar. Sevaçya, siyahbeyaz fotoğraftan âşıklara ve hayata gülümsüyordu. Sevaçya’nın zamanın koşullarına göre çok iyi bir eğitim aldığını anlattığından beri, o gencecik kadının değişik dillerden sayısız kitap barındıran kütüphanede heyecanla ciltleri karıştıran hali gözünün önünden gitmiyordu. Kendisinin de kitaplarla özel bağı olduğundan, o irili ufaklı ciltlerin yalnızlaştırıcı etkisini tahmin etmek hiç güç değildi. Hayatın enginliğini fark etmiş duyarlı bir yürek, bu koca keşfini paylaşacak ruhdaşın özlemini çekiyordu için için. Sevaçya o özlemi, hayatı zanaatıyla biçimlendiren kuyumcu ustası Yeram’da dindirmişti. İnceliklerin adamıydı Yeram, en çok da sabrı, özeni ve hayatı güzelleştirme mahareti ile büyülemişti o kırılgan ruhu. Dolapta düğün fotoğrafları vardı. Birbirlerinin gözüne bakarken hareli bir ışık yayan iki genç insan... Bir umut güzellemesi, müjdeli günler habercisiydiler sanki. O yüzden yakıştıramamıştı ya Bennu, o haşin sonu aşklarına. Başka dünyanın gerçeklerinin çağladı: ‘‘Savaş yıllarıydı. Ani bir emirle gayrimüslimlerden özel bir vergi talep edildi, Varlık Vergisi... Yokluk Vergisi de desek olur kızım. Ödenemeyecek meblağlardı. Bir günde silindi nesiller boyu biriken servetler. Bizim Yeram zaten kendi halinde bir zanaatkârdı. Borcunu ödemek için her şeyini sattı. Sonra da bir küskünlük geldi üzerine. Kendini ülkesinde ecnebi hissetti sanki. ‘Bunu hak etmedim’ der dururdu sürekli. Bir gece Sevaçya pencerede eşini beklerken ölüm haberi geldi. Kaldırıma yığılıvermiş...’’ Sevaçya’nın kitabı, Yeram’ın taşı yarım kalmıştı. O kara gözlerin yıldızını bir daha parlarken gören olmadı. Yalnızca uzun uzun pencereden dışarı bakar, sessizce İstanbul’uyla söyleşirdi Sevaçya. Nice acılarla sınalı bu kadim CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle