23 Kasım 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 MAYIS 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Karadeniz’de Neler Oluyor? IIOktay SÖNMEZ PENCERE ‘Menemen İsyanı’ndan Bugüne... Gazetemizin kurucusu Yunus Nadi’nin meşhur ‘Menemen İsyanı’ günlerinde yayımlanan yazıları, adeta bugünlere gönderme yapıyor... Menemen’de ‘din elden gidiyor’ diye ayaklanıp Kubilay’ı şehit eden mürtecilerin yargılanması sırasında Yunus Nadi, gerçeği şöyle dile getiriyor: ‘‘...muhakeme olunan maznunlardan (sanıklardan) birçoğunun dinle alakaları olmadığını söylemeyi bir kurtuluş çaresi sandıkları, hayretle ve ibretle görüldü. Bir gazeteci arkadaşımız, maznunlardan bazılarının kendilerini kurtarabilmek ümidiyle şu müdafaa şeklini seçmiş olduklarını tespit etmiştir: ‘ Vallahi efendim... Ben namaz bile kılmıyorum... Oruç tutmadığıma dair şahitlerim vardır.’ Mahkeme reisi bunun üzerine der ki: ‘ Biz camilerin kapısına ‘içerisi yasak’ diye çifte nöbetçi mi diktik? Minarelerin kapılarını mı ördürdük? Müezzinler beş vakit ezan okuyor, gürül gürül mukabele okuyor. Ramazanda toplar atılıyor... O halde dinin elden gittiğini söyleyenlerin ya gözleri kör ve kulakları sağırdır; yahut da onlar bu safsata ile bazı habasetler yapmak istiyorlar.. ki ikinci şık daha geçerlidir.’’ Yunus Nadi ekliyor: ‘‘Cumhuriyetin laiklik şiarı, dinsizlik demek değildir. Laiklik demek, dinin dünya işlerine karışmaması demektir.’’ Menemen isyanı bir grup Nakşibendi cühelasının 1930’da başkaldırmasından doğmuştu... Aradan kaç yıl geçti?.. ? Arkadaşımız Leyla Tavşanoğlu’nun 9’uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile yaptığı konuşma 30 Nisan1 Mayıs günlerinde Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı... Demirel diyor ki: ‘‘ Laik devlet dinsiz devlet değildir, onun için biz vatandaşımıza ‘Bu Cumhuriyet’ten ne şikâyetiniz var?.. Laikliğin size ne zararı var?.. İstediğin gibi ibadetini yap!.. İşte okul. Git orada oku. İşte hac. Git hac farizeni yap. İşte fitre, işte sadaka. işte oruç, tut’ diyoruz. Camilerinde beş vakit ezan okunan bir ülkede dine müdahale ediliyor diyebilir misiniz? Ama dini istismar etmeye kalkarsanız, o zaman dine en büyük kötülüğü yaparsınız.’’ ? Menemen’deki Nakşi isyanı karşısında Yunus Nadi’nin yaşadıklarıyla bugünkü din istismarcıları karşısında Demirel’in söyledikleri hemen hemen aynı... İnanç özgürlüğü ve ibadet hürriyeti minarelerde, camilerde, sokaklarda, meydanlarda gürül gürül iken ‘din elden gidiyor’ diye siyaset yapmanın mantığı, Menemen kıyamcılarıyla birdir. Güzelliğin Çirkin Çevresi ANTALYA’NIN Kalekapısı’nda, 800 yaşına yaklaşmış bir yapı: Çarşı Hamamı. Belki daha da yaşlı: 1226, sadece Osmanlı’dan önce, Selçuklu dönemindeki yapılış tarihi. Yoksa, aynı yerdeki Bizans hamamının temelleri üzerine kurulduğu için geçmişinde Roma yıkanma geleneğinin ve belki de Antik Çağ’ın etkileri yatıyor. Eskiliğine karşın Mehmet ve Osman Ağa’ların kurduğu Himmet Vakfı’nın malı olarak yakın tarihe kadar yaşamış; ama, harabe halinde, yıkılmak üzereymiş. Otuzkırk kadar ‘‘tinerci’’ çocuk barınırmış içinde. Sonra, Güneydoğulu çok kişi gibi Antalya’ya gelen Kökerer ailesinden iki kardeş, Şeyhmus’la Mustafa Vakıflar’dan satın aldıkları bu harabeyi restore ettirip lokanta olarak işletmeye karar vermişler. İlk işleri, tinercilerin başını kendi yanlarına çekip restorasyon çalışmalarına bekçi yapmak olmuş ve böylece tinerciler de çekip gitmiş. Sonrası, tarih bilinci yüksek bir uzman mimarın çalışmalarıyla başarılan ustaca bir diriliş: Aslına uygun olarak tonoz harcıyla onarılan duvarlar ve ana, baba, kardeş büyüklüğünde eski kubbeler, kadınlara ve erkeklere ayrılmış soğukluk ve sıcaklık odaları, Bizans döneminden kalma sütun başlıklarından oyulmuş mermer kurnalar, külhan girişinde taşan kireçli suyun oluşturduğu sarkıtlar, taşla ahşap karışımı bir iç mimarinin verdiği mistik hava, yemek salonlarında bir İtalyan uzmanın kurduğu havalandırma tertibatı. imdi, çağdaş bir çarşı, lokanta ve dinlenme merkezi olarak kullanıma açılmış. Bugünlerde, ayrıca Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinin ilginç yapıtlarından oluşan bir sergi olarak halka da açık. Kurtarılıp yaşatılan bu güzelliği görünce, satış ve restorasyon olayı konusunda ileri geri ne söylenirse söylensin, sevinmeden duramıyor insan. elgelelim, güzelliğin çevresi hâlâ çirkinliklere boğulmuş durumda: Estetikten nasibini almamış işhanları, yükseklikleri birbirine hiç uymayan acayip binalar, Çin malı ıvır zıvırla doldurulmuş derme çatma dükkânlar, korna sesleriyle akıp giden yoğun trafik kalabalığı, neon ışıklar, çatıdan çatıya gerilmiş teller... Yine de, bu keşmekeşte başarılan işin derin anlamını düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz: Demek ki, Güneydoğu’dan ülkenin her köşesine, özellikle de Akdeniz kıyılarının büyük kentlerine akan nüfus her zaman işsizlik, çirkinlik, şiddet, nefret doğurmuyormuş ve iyi yönlendirilirse bu akışın çalışma ve düzeltme getiren bir başka niteliği de olabiliyormuş. Bir bakıma, üzerinde ciddiyetle durulması gereken ve ülkenin geleceğine birazcık iyimserlikle bakmayı sağlayan bir nitelik bu. B Denizci Yazar unu izleyen süreçte Karadeniz ve onun anahtarı olan Türk Boğazları konusundaki Osmanlı politikası hiç değişmedi. Ancak tarihin akışı içinde gelen yılların getireceği daha çok şeyler vardı. Tümü bu sütunlara elbette ki sığmayan türlü savaşlar, anlaşmazlıklar, ayrılıklar, anlaşmalar birbirini izledi ve nihayet 1830’da Osmanlı Devleti’nden yabancı gemilerin de Karadeniz’de dolaşma izni alınabildi. Bu, konunun Rusya ile olan bölümü. Daha sonra Osmanlının gittikçe zayıflaması, ‘‘Hasta Adam’’ olarak günümüzde artık başrollerde oynayan güçlerin eline düşmesi aşamalarına gelindi. Boğazların ve Karadeniz’in kontrolü konusunda bitmek tükenmek bilmeyen diplomatik oyunlar, amaçları belli Müttefiklerin yenilgisi ile biten Çanakkale’den İstanbul’a yürümek girişimi ve bunları izleyen mucize, evet bir mucize.. Kurtuluş Savaşı, Anadolu İhtilali. Mustafa Kemal ve unutulmaz arkadaşlarının Ankara’da kurdukları Meclis, düzenli ordunun akıl almaz özverilerle oluşturulması, düşmanların kesin yenilgisi ve ‘‘Geldikleri gibi gitmeleri’’. Yepyeni bir devletin kuruluşu, Türkiye Cumhuriyeti. Özetle ‘‘Şu Çılgın Türkler’’ destanı... Ş Boğazlar yol geçen hanı değildir Bütün bunlardan sonra Karadeniz, bugün de yine artık karmaşık denilemeyecek bir büyük oyunun çok özel bir sahnesi. Türk Boğazları yine gündemlerin başında. Karadeniz’de Montreux’de imzası bile olmayan ABD de, eski oyuncuların yanında yer alıyor. Hatta, başrol oyuncusu demek daha doğru. Cumhuriyetin tapusu olan Lozan Antlaşması’nı izleyen 1936 tarihli Montreux Sözleşmesi, Boğazları uluslararası su yolu kabul etmekle birlikte bu çok önemli geçidin güvenliğinin sağlanması, trafiğin düzenlenmesi ile birlikte tüm kontrolünü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vermiştir. Türkiye, Boğazlardaki deniz trafiğini, mali külfetini de yüklenerek modern donanım G larla disipline etmiş, büyük çapta insan ve çevreyi tehdit eden risklerle dolu bu çok özel yapıdaki geçitte kazaları minimuma indirmiştir. Boğazlar dün olduğu gibi bugün de yol geçen hanı değildir ve aslında içinden geçen dev tankerlerle bir petrol nehri akan Boğazlarda kurulan çağdaş donanımlar, uygulanan yasal düzenlemeler, yeni trafik düzeni ile Türkiye, Montreux Sözleşmesi’ndeki en önemli imza sahibi olarak yetenekli ve deneyimli insan gücünü de kullanarak anlaşmadan gelen yükümlülüğünü tartışmasız yerine getirmektedir. Bu yükümlülük Türkiye’ye kuşkusuz anılan antlaşmanın dokunulmazlığını sağlamak hakkını da vermektedir. Uluslararası çevreler takdir etse de etmese de aslında bu durumu sağladığı için tüm dünya Türkiye’ye en azından etik anlamında ‘‘borçludur’’. Ayrıca Türk Deniz Kuvvetleri’nin Karadeniz kıyıları açıklarındaki varlığı da bu özel iç denizde hiçbir güvenlik boşluğuna meydan bırakmayacak niteliktedir. Oysa ülkemizin de en duyarlı noktasında yer aldığı Ortadoğu coğrafyasında, yaşadığımız bugünlerde sürdürülen politika ve girişimler artık yurttaşlık bilincinde olan hiçbir kimsenin gözünden kaçmamaktadır. Global diplomasinin artık bilinen amaçlarla Karadeniz ve kıyılarındaki faaliyetlerinin yönü bir bilmece olmaktan çıkmıştır. Bu durumda geçmişine de değindiğimiz Türk Boğazları ve bununla kesin bağlantılı Karadeniz’de gözümüzün önünde sahneye konulan oyunlara, hatta oyundan salt gerçeğe dönüşecek bölümlerini acaba izleyenimiz var mı diye endişe içindeyim. Zira olup bittiği halde bilmediğimizi hissettiren o kadar şey var ki... Küreselleşme denen şeyin artık tek bir politikası var. Kabul edilsin ya da edilmesin: Yaptım oldu. Karadeniz’deki gelişmeler, kıyılarındaki limanlarda yapılan ve dahası da yapılmak istenilenler ile çok çok önemli. On yılı aşkın süredir giderek güçlenen ve etki alanı genişletilen özelleştirme rüzgârı ile de birlikte izlendiğinde bu ülkenin en stratejik, yaşamsal noktaları olan limanlarımızın kontrolden çıkışı anlamındaki gelişmelerin sadece basına yansıyanları bile dehşet verici.(*) Özelleştirilen limanlarda her türlü kontrol otomatikman elden gidiyor. Kullanım haklarının kaybolması anlamındaki özelleştirmeleriyle Mersin, İskenderun derken sıra İzmir, Bandırma, Derince gibi çok önemli lojistik düğüm noktaları olan limanlara ve ne yazık ki şimdi de yüzyıllarca anahtarını elimizde boşuna tutmadığımız Karadeniz kıyılarındaki Hopa, Samsun, Sinop ve diğerlerine geldi. Diğer taraftan Karadeniz kıyı devletlerinden olan Romanya ve Bulgaristan’ın Montreux Sözleşmesi ile ilgili rollerden taşeronluğu üstlenmesi, Gürcistan ve kıyılarındaki gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde doğup büyüdüğüm ve oralı olmaktan hep onur ve mutluluk duyduğum Karadeniz ve limanlarının ne amaçlarla kullanılabileceği olasılığını düşünmek bile istemiyorum. Yönetim zafiyetini beklerler Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana tarihimizde izlenebilen bir gerçek var. Ülkemizde yönetim zafiyeti, özellikle de ciddi problemler içinde olduğumuz zaman, belli komşularımızın varlığımıza karşı gizli açık o çok eski niyetleri hemen uluslararası kamuoyunda güncelleşir. Yüzyıllar boyu gönüllerinde hep yanaduran o belli ateş daha bir azgınlaşır. Bu şımarıklık ve içerdiği projeler uluslararası diplomaside uygun şartlar bulur ve gerçekleşirse bizler Ege kıyılarından ayağımızı denize bile sokamayacağımızın acaba bilincinde miyiz? Oysa biz bu çok kritik günlerde hâlâ cumhuriyetimizin temeli olan laikliği nerdeyse anayasadan silmek, duvarlardan resimler indirmek, heykel kırmak, türban ve türlü polemiklerle uğraşmaktayız. Tehlikenin düşmana fırsat veren asıl boyutu ve niteliği de bu değil mi? Hâlâ mı endişe etmeyelim?.. (*) Örnek: Cumhuriyet, 3 Nisan 2006 Strateji Eki Araştırma Komisyonu mu ‘Tahkikat Encümeni’ mi? İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci arih, 18 Nisan 1960’tır. Tıpkı bugünkü gibi, Meclis’teki çoğunluğuna bakıp kendisini ‘‘milli irade’’nin tek temsilcisi sayan Demokrat Parti, Meclis’te bir ‘‘Tahkikat Encü BEYOĞLU 4. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN Dosya No: 2006/61 Kar. Mahkememizden verilen 13.4.2006 tarih ve 2006/132 sayılı kararı ile Tokat, Turhal, Ulutepe cilt: 58, hane: 6’da nüfusta kayıtlı Ahmet ile Güldeste’den olma 15.9.2002 doğum tarihli Sude Nazlıcan Ataman’ın isminin Nazlıcan isminin iptali ile Sude olarak tashihine karar verilmiş olup, hüküm özeti ilan olunur. 3.5.2006 (Basın: 21544) T meni’’ kurmuş, bu encümene CHP’nin ‘‘yıkıcı’’ (!), ‘‘gayrimeşru’’ (!) ve ‘‘kanunsuz’’ (!) faaliyetlerini araştırma yetkisi vermiştir. Böylece CHP peşinen suçlanıp mahkum edilmiş, sonra hak kında kanıt toplanmaya çalışılarak tarih sahnesinden silinmek istenmiştir. Bu ‘‘Tahkikat Encümeni’’ giderek, İsmet İnönü’nün DP milletvekillerine dönüp, ‘‘Bu yolda devam ederseniz sizi ben de kurtaramam’’ dediği o ünlü sözünün haklılığını kanatlayan her türlü anti demokratik uygulamanın, gazete toplatmaktan matbaa kapatmaya, siyasi faaliyetleri durdurmaktan parti evrak ve eşyasına el koymaya varan her türlü kanunsuzluğun sergilendiği ‘‘siyasal arena’’ya dönüşmüştür. Bu ‘‘kirlenme’’nin ‘‘demokrasi’’, ‘‘kirleten’’in ‘‘mücahit’’ ve ‘‘şehit’’ ilan edildiği o yollara bugün ‘‘Beraber yürüdük biz bu yollarda’’ diye ‘‘türkü tutturup’’ gönderme yapan ‘‘demokrasi havarileri’’, şimdi kendileri de aynı yolda ‘‘silinmez iz’’ler bırakmanın ‘‘hava’’ ve ‘‘heves’’i içine girmiş görünmektedirler. Bunun somut örneği, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi ile ilgili olarak kurulan ‘‘Meclis Araştırma Komisyonu’’ çalışmalarında görülmüştür. Anayasanın 98. maddesine göre TBMM’nin ‘‘bilgi edinme’’ yollarından biri olan ‘‘Meclis araştırması’’, CHP’li İl Komisyon üyelerinin ‘‘muhalefet şerhi’’ne karşın, ‘‘yasama etkinlikleri’’ içinde kalması gereken ‘‘bilgi edinme’’ sınırlarını aşmış, ‘‘yargısal’’ bir işlev üstlenerek, üniversitenin Sayın Rektörü ile bazı öğretim üyelerini ve idari personeli ‘‘peşinen’’ mahkum etmiştir. Tıpkı, DP’nin ünlü ‘‘Tahkikat Encümeni’’nin CHP’yi önce suçlayıp, sonra bu‘‘mevhum’’ suça kanıt uydurmaya kalkışması gibi! 19 Mayıs Üniversitesi ile yetinilmeyeceği, üniversiteyi ‘‘medrese geleneği’’ne, öğrenciyi ‘‘kişiliksiz çömez’’e, öğretim üyesini ‘‘şeyhin müridi’’ne dönüştürme gayretlerine set çeken ne kadar üniversite varsa, ‘‘araştırma’’ adı altında ‘‘karıştırılma’’ya devam edileceği şimdiden anlaşılmaktadır. Bu ve benzeri yaşananlar bir kez daha göstermiştir ki, ‘‘devlet’’i, ‘‘toplum’’u ve ‘‘tarih’’i ‘‘dinsel hayat bütünlüğü’’ içinde kavrayan, ‘‘dinsel davranış’’ ölçüsü ile değerlendiren koşullanmış kafalarla, para, döviz, faiz hareketleri yönetilse de ‘‘laik devlet’’i yönetmek ola naklı değildir. ‘‘Ayakta işemek günah’’ deyip genel tuvaletlerden pisuvarları kaldıran (İskilip), şehir içme suyunda ‘‘koli basili’’ olduğunu saptayan üniversiteyi (bilimi) reddeden (Malatya), eğitim yönetimini ilahiyatçılara teslim eden (MEB), ‘‘diyanet’’ kadrolarını ‘‘yönetimde laikliği delme’’ amacına yönelik ‘‘kirli’’ bir ‘‘muvazaa’’ ile devletin diğer kadrolarına geçişin basamağı haline getiren ‘‘din’’i referans almış bir zihniyet, sürekli olarak ‘‘akıl’’la, ‘‘bilim’’le, ‘‘yasa’’yla, ‘‘anaysasa’’yla, ‘‘anayasal kurumlar’’la çatışmakta ve sonuçta toplumu bir ‘‘yay’’ gibi germektedir. ‘‘Kirlilik, eşyanın yanlış yerde durmasıdır’’ der, mimardüşünür Aydın Boysan. Eşyaya ilişkin bu estetik yargı, Türkiye’nin ‘‘yönetim yapısı’’ndaki kirlenme için de aynen geçerlidir. Caddeyi diklemesine kesercesine uzanan ‘‘yaldızlı’’ bir pano ne denli kirli ise, ‘‘laik’’ bir Cumhuriyet’te ‘‘şeriatçı’’ bir kafa da o denli kirlidir. Çünkü, ikisi de ‘‘yanlış’’ yerdedir. Panonun yeri duvarın alnı, ‘‘şeriatçı kafa’’nın yeri ise ‘‘düşünsel’’ ve ‘‘tarihsel’’ kaynakları ‘‘ortaçağ’’da kalmış ‘‘din devleti’’nin (Oivitas Dei) ‘‘ucu açık’’ tartışmalara, kavgalara boğdurulmuş sonu gelmez varyantlarıdır. Ancak, ‘‘yanlış’’ yerde dursa da ‘‘iktidar’’ olabilen böyle bir zihniyetin elindeki tek ‘‘meşruluk’’ dayanağı, arkasındaki ‘‘Meclis çoğunluğu’’na bakıp, ‘‘Millet bizi istiyor’’ sloganıdır. Oysa, dörtte bir ‘‘oy’’la sağlanan beşte üç çoğunluk, ‘‘gerçek’’ değil, ‘‘sanal’’ bir çoğunluktur. Seçim sisteminden doğan bir ‘‘paradoks’’tur. Kaldı ki, ‘‘gerçek’’ bile olsa, sandıktan çıkan ‘‘Meclis’’i ‘‘tek egemen’’ saymak, egemenliğin kullanımını paylaşan diğer anayasal organları, özellikle de ‘‘yargı’’yı ‘‘yok’’ saymaktır ki, ‘‘yüksek yargı’’ mensuplarına ‘‘efendiler’’ diye seslenen ‘‘küçümseme’’nin altında yatan da bu ‘‘Tahkikat Encümeni’’ mantığıdır. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle