19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 MAYIS 2006 CUMARTESİ 6 DİZİ Güneydoğu, Avrupalı parlamenterin ‘Şiddete karşı cesur Kürt arıyorum’ sözünü tartışıyor Lagendijk’i ‘korku’ bekliyor YENİDEN YARGILANMA MEHMET FARAÇ CUMARTESİ YAZILARI ATAOL BEHRAMOĞLU . KÖŞEYE SIKIŞAN PKK UZAKTAN SALDIRIYOR Dr. Tarık Ziya Ekinci’nin Mektubu ‘‘Türkiye Türklüğünü Parçalamak’’ başlıklı yazılarım konusunda gelen iletilerin bir özetini geçen hafta vermiş, aynı konuda Dr.Tarık Ziya Ekinci’nin mektubundan bu hafta söz edeceğimi bildirmiştim. Mektubun tümünü yayımlamak isterdim. Ne yazık ki köşemin sınırlarını aşıyor. Bu nedenle, olabildiğince kapsamlı (ve nesnel) bir özetini vereceğim. Fakat daha önce, sözünü ettiğim yazılarımın sonuncusunda, sayın Ekinci’nin adının da geçtiği bölümü buraya bir kez daha almalıyım: ‘‘Daha çok şey söylenecek ve söylenmesi gereken konuyu ben şimdilik iki gözlemim ve belki sitemimle (ve son olarak da bir özlemimle) tamamlamak istiyorum... Mehmet Ali Aybar’ın istifasından sonra 1969 Kasımında Mehmet Ali Aslan’ın Türkiye İşçi Partisi başkanı olmasıyla, partinin başına bir ‘Kürt’ mü, yoksa bir Türkiye sosyalisti mi geçmiş oluyordu? Yoksa biz sosyalist gençler kandırılmış mıydık? Bunun gibi, o yılların en sevgili sosyalist ağabeylerimizden ve 1980’lerde de Paris’te sürgün arkadaşım Tarık Ziya Ekinci, nasıl oluyor da bu gün sadece ‘Kürt aydını’ vurgusuyla tanımlanıyor? Yoksa bugünlerin modası, (sözüm ona demokrat, aslında ırkçı) bu ‘Kürt’, ‘Türk’ vurguları dışında, yaşadığımız bütün şeyler yalan mı, göz boyacılığı mıydı?’’ ??? Sayın Ekinci’nin, dostluğumuz ve sanatçı kimliğimle ilgili olarak (içtenliğinden kuşku duymadığım ve layık olmayı umduğum) sözleriyle başlayan mektubu şu paragrafla devam ediyor: ‘‘Yeni milliyetçilik çizgisindeki siyasal çalışmalarını ise sana ait kişisel bir takdir olarak değerlendiriyor ve saygıyla karşılıyorum. Ancak, bu düşüncelerini doğrulamak için nostalji yaparak eski Türkiye İşçi Partisi’nin düşüncelerini kaynak göstermeye çalışmanı ve benim de adımı anarak parti içindeki konumuma değinmeni hoşgörüyle karşıladığımı söyleyemem. Bu mektubumla Türkiye İşçi Partisi’nin Kürt sorununa yaklaşımını yineleyerek hatıralarını tazelemeye çalışacağım.’’ Sonraki bölümlerde Türkiye İşçi Partisi’nin Kürt sorununa yaklaşımının geniş bir özeti veriliyor. Bu özetin de bir özetini vermek gerekirse: Kürt sorunu ilk kez TİP Genel Başkanı Aybar’ın 1963’te Gaziantep’te yapılan genel yönetim kurulundaki açış konuşmasıyla Türkiye gündemine getiriliyor. Sorunun ‘‘etnik, kültürel ve ekonomik’’ yönleri bulunduğu açıklanarak acil çözüm getirilmesi gerektiği vurgulanıyor. TİP’in İlk Büyük Kongresinde (1964) kabul edilen parti programında, Kürt sorunu, Doğu Kalkınması başlığı altında tüm yönleriyle değerlendiriliyor. Konunun salt ekonomik bir sorun olmadığı vurgulanarak ‘‘bu vatandaşlarımızdan Kürtçe ve Arapça konuşanlar ve Alevi mezhebinden olanlar bu durumları sebebiyle ayrıma uğramaktadırlar’’ deniyor. TİP Meclis’e girdikten sonra da (İkinci Beş Yıllık Plan görüşmelerinde, vb.) konuyu gündemde tutuyor. Bölge illerinde düzenlenen ‘‘Doğu Mitingleri’’nde ‘‘Kürtlerin demokratik, sosyal ve kültürel hakları’’ dile getirilerek ‘‘Anayasamızın din, dil, ırk, sınıf ve zümre ayırımı yapılamayacağını öngören emri harfiyen yerine getirilecektir’’ deniyor. Mektubun sonraki bir bölümünü yine aynen alıyorum: ‘‘Kürt sorunu ve çözümü konusunda TİP’in geliştirdiği düşünce ve öneriler bir bütün olarak partinin 1970 tarihli 4. Büyük Kongresi’nde alınan kararla somutlaştırılmıştır. Bu karar, 12 Mart döneminde partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına gerekçe olarak gösterildi. Günümüzdeki tartışmalara da ışık tutacak nitelikteki bu kararın özü şu cümlede somutlaşmıştır: ‘...Doğu Sorunu’nu bir bölgesel kalkınma sorunu olarak ele almanın, hâkim sınıf iktidarının şovenmilliyetçi görüşlerinin ve tutumunun bir uzantısından başka bir şey olmadığını, Kürt halkının anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin bütün antidemokratik, faşist, baskıcı, şovenmilliyetçi akımların amansız düşmanı olan partimiz tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir devrimci görev olduğunu’ kabul ve ilan eder.’’ ??? Türkiye İşçi Partisi’nin 40 yıl önce yaptığı saptamaların ve çözüm önerilerinin henüz aşılamadığını, bunlar zamanında benimsenmiş olsa idi Türk ve Kürt halkının yıllardır çektikleri büyük acıların yaşanmamış olacağını belirten Sayın Ekinci’nin mektubu şu satırlarla sona eriyor: ‘‘Bir sitemle tamamladığın düşünceler TİP’in düşüncelerini yansıtmıyor. Tarık Ziya Ekinci olarak TİP’teki görevlerim ve üstlendiğim sorumluluklar çerçevesinde yaptıklarımın her zaman arkasındayım. Bugün de yürüttüğüm mücadelede temel aldığım, bu düşünce ve inançlardır. Düşüncelerimde hiçbir sapma yoktur. Ancak, günümüzde ön plana çıkan solcu şoven milliyetçiliğe daha açık biçimde karşı çıkmaktayım. Türkiye’nin somut koşullarının bir gereği olarak çokkültürlü bir toplum anlayışını savunuyorum.(...) Türkiye’de Türklerden başka Kürtlerin, Lazların, Çerkezlerin ve diğer etnik grupların var olduğunu savunuyor ve tümünün demokratik haklarına çokkültürlülük bağlamında sahip çıkıyorum. TİP’ten beri savunduğum bu düşüncelerin doğal bir sonucu olarak, Türkiye’de Kürt varsa, bunların dili, kültürü, edebiyatı ve anadilde eğitim hakları da vardır. Keza, Türkiye’de Türklerin yanında Kürtler de varsa, Türk aydını olduğu gibi Kürt aydını da olacaktır ve de vardır. Sırası geldiğinde Türk aydınları adına yapılan açıklamalara karşılık ‘Kürt aydınları’ olarak da açıklama yapmanın doğal bir davranış olduğunu düşünüyorum.’’ ??? Böylece Sayın Dr. Tarık Ziya Ekinci’nin mektubunun oldukça geniş bir özetini vermiş oluyorum. Mektuptaki ‘‘olgu’’lar ve ‘‘kavram’’lar üstüne düşüncelerimi önümüzdeki hafta yazacağım. Öcalan’ın istemine ret ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanma istemini reddetti. Mahkeme, Öcalan’ın daha önce idamdan ‘‘ağırlaştırılmış müebbet ağır hapse’’ çevrilen cezasını ise yeni yasalara göre ‘‘ağırlaştırılmış müebbet hapse’’ çevirdi. Yeni ceza, infaz açısından herhangi bir farklılık içermiyor. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Öcalan’ın yeniden yargılanma talebinin ‘‘kabule değer olmadığına’’ karar verdi. Kararın gerekçesinde, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 3111. maddesinin (f) bendine göre AİHM kararlarının kesinleştiği tarihten itibaren 1 yıl içinde yargılamanın yenilenmesi isteminde bulunulabileceği belirtildi. Kararda, aynı yasanın 311. maddesinin 2. fıkrasına göre de bu talebin, 4 Şubat 2003 tarihinde kesinleşmiş bir kararla bu tarihten sonra yapılan başvurular için yapılabileceğinin hüküm altına alındığı belirtildi. Kararda, 4 Şubat 2003’te kesinleşmiş bir karar bulunmaması nedeniyle Öcalan’ın yargılanmasının yenilenmesi isteminin kabule değer olmadığı kaydedildi. DİYARBAKIR Güneydoğu, TürkiyeAB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk’in ‘‘Şiddete karşı cesur Kürt arıyorum’’ çıkışını tartışıyor. Avrupalı parlamenteri, PKK şiddetinin tüm sosyal ve siyasal kurumları sindirdiği, korku ve barış ikilemi beklese de Demokratik Toplum Partisi (DTP) dışındaki siyasi partiler, çağrıya el uzatılacağını söylüyor. PKK’nin, şiddete karşı çıkan unsurları suikastlarla saf dışı bıraktığı yolundaki iddialar, Hikmet Fidan ve Kani Yılmaz cinayetlerinin ardından artık daha çok dillendiriliyor. Bu durum bölge insanı üzerinde ciddi bir korku yaratıyor. Örgütün ‘‘PKK’siz ve Öcalan’sız çözüm olamaz’’ yolundaki çağrıları, şiddet karşıtı kesimler üzerindeki baskıyı arttırıyor. 20 yılı aşkın süredir bölgeye hâkim olan kanlı atmosferin yarattığı yılgınlık ve umutsuzluk da bu yüzden büyüyor. Bu durum kitleleri arayışa zorluyor, yapılan her barış girişimi ve çağrısı yüzlerdeki korku ifadesini yıkmakta kullanılıyor. Lagendijk, bugün başlayacağı Diyarbakır gezisinde, aslında sindirilmiş kitleler üzerindeki ölü toprağını kaldırmayı, şiddet karşıtı eğilimi belirginleştirmeyi ve nabız yoklamayı amaçlıyor. Lagendijk’in çağrısının ilk muhatabı olan Örgüt tavır değiştiriyor ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Bölücü terör örgütünün son dönemde başvurduğu risksiz saldırı yöntemi ‘‘tuzaklanmış mayınla’’ öğrencilere saldırması büyük tepkiye neden oldu. TSK’nin Kuzey Irak’tan lojistik ve yeni militan girişini büyük oranda kesmesi PKK’yi Türkiye kırsalında son derece zorladı. Güvenlik güçlerinin tespitlerine göre, örgüt kırsal alanda en fazla 23 kişilik gruplar halinde yayılmaya çalışıyor, telsiz konuşmalarında yaşadıkları gerginlik ve sinirlilik gözleniyor. Terör uzmanı Ercan Çitlioğlu, saldırıdaki pervasızlığın, örgütün kritik durumunu ortaya koyduğuna dikkat çekti. Örgütün malzeme ve militan lojistiğinin sağlandığı Irak sınırında yoğun güvenlik önlemleri, sızmaları büyük oranda engellemiş durumda. TSK’nin İran ve Irak sınırının yanı sıra yurtiçinde kritik noktalara yönelik takviyesi Türkiye kırsalında da militanların rahat hareket edememesi sonucunu ortaya çıkardı. PKK, kent ve kırsal alanda yeni saldırılara yönelmesinin ardından yoğunlukla uzaktan kumandalı, tuzaklanmış patlayıcılarla gerçekleştirilen eylemleri tercih etmeye başladı. DTP’nin Diyarbakır’daki yöneticileri sessizliklerini koruyor. İl Başkanı Ahmet Cengiz polis tarafından arandığı için ortalarda görünmüyor. Başkan yardımcıları Remzi Zengin ve Hilmi Aydoğdu ise telefonlara çıkmıyor. Şemdinli duruşması öncesinde görüştüğümüz Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu, Lagendijk’in çağrısının doğru yorumlanması gerektiğini söylemekle yetiniyor. Şiddete karşı durulması çağrılarına DTP dışındaki partiler ise daha net yanıtlar veriyor. AKP İl Başkanı Abdurrahman Kurt, çağrıyı çok anlamlı bulduğunu belirterek şöyle diyor: ‘‘Kürt sorunu için gerçekçi bir yaklaşım... Çünkü şiddet, Kürt sorununa en büyük zararı veriyor. Toplumun bü yük çoğunluğu şiddete karşı ama ne yazık ki sindirilmişler.’’ ‘‘Genel af çıksın, PKK siyasallaşsın’’ çağrıları yapan DYP Diyarbakır İl Başkanı Galip Ensarioğlu ise Lagendijk’in ‘‘Şiddete karşı cesur Kürt’’ arayışına ‘‘Ben varım’’ yanıtını verdikten sonra şöyle konuşuyor: ‘‘Lagendijk şiddetten korkmayan herkesi yanında bulacak. Ancak Diyarbakır’daki DTP’li belediye başkanlarının da yüreklendirilmesi gerekiyor. Bugün sivilleşme ve silahsızlanma yanlısı Kürt siyasetçiler DTP içine alınmış. Ancak PKK silah meselesini kendi tabanına anlatamıyor. Demokratikleşme konusunda ve AB yolunda bu kadar adım atılırken PKK silah konusunu izah edemiyor.’’ CHP İl Başkanı Medeni Öz de bölgede şiddete karşı duran önemli bir kitle olduğunu belirtirken ‘‘Hepimiz şiddetin durmasını istiyoruz. Ancak Lagendijk aslında daha çok PKK tabanına sesleniyor’’ yanıtını veriyor. PKK’nin TSK ile İran Ordusu tarafından sıkıştırıldığı bir dönemde, TürkiyeAB Karma Parlamento Komisyonu, sindirilmiş Kürtler ile şiddet arasına bir duvar çekmeye, barış koridoruna ışık tutmaya mı çalışıyor? Komisyon, terör karşıtı Kürtler ile şiddetten siyasal nema çıkarmaya çalışan PKK ve legal uzantıları üzerinde arayışa yöneliyor. Ancak Lagendijk’in Kürtlerin ‘‘iki elini’’ aynı anda tutması için çok beklemesi gerekiyor. Postmodernistler kimlik tartışmasını ulus devlet ve laisizme saldırıya dönüştürdüler ‘Ulus’ kavramından ‘ulus devlete’ Race sözcüğüne ırkçılık anlamı Hitler döneminde, 20. yüzyılda yüklendi. ene, bireyle ilgili masum bir bilimsel araştırma olarak başlatılmış bu kimlik tartışması gerçekten bilimsel bir zorunluluktan mı kendiliğinden ulusal kimlik konusunda yoğunlaşıp sonra da ‘‘yeni bir toplum modeli arayışı’’ şeklinde bir rejim tartışması haline dönüşmüştür, yoksa bu da önceden planlanmış Soğuk Savaş’la ilgili siyasal bir olgu mudur acaba? Çünkü, gördüğümüz kadarıyla bu masum kimlik tartışması da, mimarlık ve edebiyatla ilgili bir sanatsal estetik kuramı olan postmodernizmin yeni dünya düzeni globalizminin ideolojisi haline getirilmesi sırasında acele siyasallaştırılmış ve yeni bir rejim araştırması haline dönüştürülmüştür sanki... Gerçi, postmodernizm deyimi kimi üniversite öğretim üyelerimizce bile hala modernden de modern olmak, modernizmin ileri bir aşaması şeklinde algılanmamakta da değildir. Oysa bilindiği gibi postmodernizm, Hitler’den kaçıp Amerika’ya sığınmış Avrupalı Marksistlerce ‘‘teknolojik silahların ve atom bombasının’’ İkinci Dünya Savaşı vahşetinde modernizmi de kendiliğinden sona erdirdiği savıyla, ‘‘modernizmin karşıtı’’ ve ‘‘seçeneği’’ bir yeni ideoloji olarak oluşturulmuştur. G inanca düşman olmak’’ gibi ‘‘din’’ kavramı ile herhangi bir ideolojik ilintisi vardır kesinlikle. Söz konusu yıllarda etnoloji ve antropolji kavramlarının henüz Batı için de çok yeni olduğu, etnoloji çalışmasının 18. yüzyıl sonlarında başladığı, ilk antropoloji kürsüsünün Fransa’da 1855 yılında kurulduğu düşünülürse, ‘‘ulus devlet’’ deyimindeki ‘‘ulus’’ kavramının da budunsal bir anlamda değil, imparatorlukların çeşitli soy ve budunlardan oluşmuş çeşitli diller konuşan kozmopolit toplumsal yapısına karşılık, dil açısından bir toplumsal bütünlüğü amaçladığından galiba kuşku duyulmasa gerektir. Yani ulus devletle ırk kavramı arasında bir ilinti henüz söz konusu bile değildir. Bilindiği gibi, imparatorluklarda da devletin sorumluluk ve yükümlülükleri arasında zaten bir dil sorunu yoktur. Devletin anadili kavramı da ulus devletlerle birlikte gündeme gelmiştir. KAVRAMI HİTLER DÖNEMİNDE IRK YÜKLENDİ Nitekim, Batı dillerine Latinceden girmiş ‘‘race’’ sözcüğü bile henüz ırk anlamında kullanılmasa gerek ki, 1950’lerden önce basılmış İngilizce, Fransızca sözlüklerde ne ‘‘etnisite, laicite’’ sözcüklerini ne de ırkçılık demek olan ‘‘racism, racialism’’ sözcüklerini bulabilmek olanaklıdır. Race sözcüğüne ırkçılık anlamı da Hitler döneminde, 20. yüzyılda yüklemiştir. Bu yüzden, ‘‘ulus devlet’’ terimindeki ‘‘nation’’ da toplumların ırksal kökenleriyle değil, konuştukları dille ilgili bir kavram olsa gerektir mutlaka. Örneğin Britanya adalarında yaşayan AngloSaksonlara ‘‘İngiliz’’ adı da zaten, ilgili kaynaklarda verilen bilgilere göre konuştukları dilden ötürü İtalyanlarca verilmiştir. Britanya adalarına 5. yüzyılda yerleşen AngloSaksonların konuştukları dile Toscana İtalyancasında 7. yüzyıldan itibaren ‘‘Inghilese’’ denilmektedir ve bu ad zamanla halkın adı olarak da kullanılmaya başlanmıştır. İnsanın kulluktan kurtarılıp özgürleştirilmesi savaşımının da Dante, Boccaccio, Petrarca vb. gibi yazarlarca Rönesans’ta, Roma İmparatorluğu’nun bütün sömürgelerinde zorla resmi dil ve din dili haline getirdiği Latinceye karşı anadil kavgası şeklinde başlatıldığı düşünülürse, Fransız Devrimi’nin ulus devletlerinin de ulusal adlarını uyruklarının ırksal kökenlerinden değil, konuştukları dillerinden aldıklarından sanırız gerçekten kuşku duyulmasa gerektir. POSTMODERNİSTLERDEN TUTUCU YORUMLAR Ancak, insanlığın yaşamına 20. yüzyılda girmiş modernizm gerçekten uygarlıkla, teknolojik gelişmelerle ilgili bir olgu mudur acaba? Yoksa, kapitalizmin pazar örgütlemeleri ve teknolojik buluşlarıyla bir ilişkisi bulunmayıp kişinin tam anlamıyla özgürleşebilmesinin ekonomik bağımsızlığını elde etmesi ve sömürünün sona ermesiyle ancak sağlanabileceğini gündeme getiren Marx ve Engels’in artıdeğer kuramının bir ürünü müdür? Bilindiği gibi, Marx ve Engels Batılı düşünürlerce de modernizmin ilk kuramcıları olarak kabul edilmektedir çünkü. Dolayısıyla, Fransız Devrimi’nin ve 19. yüzyıldaki Aydınlanma döneminin bir ürünü olan modernizm de bu nedenle uygarlıkla değil, özgürlükle, yani kültürle ilgili bir kavramdır. Nitekim, postmodernizmin kuramcılarından JeanFrançois Lyotard da bilindiği gibi modernizmi ‘‘özgürleşme nostaljisi’’ diye tanımlamaktadır. Bu yüzden zaten postmodernistler de, tıpkı kimlik tartışmasının önce ‘‘ulusal kimlik’’ üzerinde yoğunlaştırılıp ardından ulus devletler için bir yeni düzen tartışması haline dönüştürülmesi gibi, modernizm adına öncelikle ‘‘ulus devlet’’ ve ‘‘laisizm’’e saldırmaktadırlar. Çünkü, gene bilindiği gibi ‘‘ulus’’ ve ‘‘ulus devlet’’ kavramları da Fransız Devrimi ile insanlığın siyasal gündemine girmiştir. Ancak, bu kavramlar gerçekten toplumların budunsal ve ırksal kökenleriyle ilgili bir anlamda mı kullanılmıştır başlangıçta da, yoksa budunsal anlamlar daha sonra mı yüklenmiştir? İlginçtir, bugün ulus devletlerin artık sona erdiğini savunan postmodernist aydınların bile kendilerine kaynak olarak aldıkları Ernest Gellner’ın ünlü kitabı ‘‘Uluslar ve Ulusçuluk’’ ile Eric Hobsbawm’ın ‘‘1780’den beri Uluslar ve Ulusçuluk’’ adlı kitapları da daha dün, 1987 ve 1989 yıllarında yayımlanmıştır oysa. Batı dillerine de Latinceden girmiş olan ‘‘nation’’ sözcüğü kuşkusuz Avrupalılarca çok eskilerden beri bilinse gerektir. Ancak, ‘‘ulus devlet’’ (nation state) terimi, tarihte daha önce kurulmuş bir ulus devlet olmadığı düşünülürse, ilk kez Fransız Devrimi’nden sonra 1792 yılında kurulan Fransız Cumhuriyeti ile insanlığın siyasal gündemine girmiştir mutlaka. Çünkü, ‘‘laik ulus devlet’’ türü, bilindiği gibi Rönesans’tan bu yana yüzyıllar boyu sürmüş savaşımların sonunda Fransız Devrimi ile kurulmuş ‘‘ortaçağ teokratik devlet’’ türünün seçeneğidir ve ilk örneği Fransa Cumhuriyeti’dir. DEVLETLE IRK KAVRAMI ULUS ARASINDA BİR İLİNTİ YOK Ancak, ‘‘laik ulus devlet’’ türü gerçi ‘‘din devletlerinin’’, örneğin Fransız Cumhuriyeti Katolik Kilisesi’nin, Türkiye Cumhuriyeti de Hanefi camiinin din devletinin seçeneği olarak kurulmuştur, ama ne ‘‘laik’’ kavramının ne de ‘‘laik ulus devlet’’ türünün, ‘‘dinsiz ya da din karşıtı veya belirli bir dinsel Roj TV İsveç’te ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türkiye Danimarka ile yaşanan Roj TV krizini henüz çözemeden, kanal bu kez de İsveç’te yayına başladı. Türkiye’nin Stockholm Büyükelçisi Necip Egüz, ülkenin Dışişleri Bakanlığı’na giderek bilgi istedi. Bölücü örgütün yayın organının kablolu yayının paralı kısmında yer aldığı kaydedildi. İsveç Dışişleri Bakanlığı’nın ise Büyükelçi Egüz’e kablolu yayının kâr etmediği bir kanalın yerine kanalın başvurusu üzerine Roj TV’yi aldığını ilettiği ve gerekli girişimleri başlattıklarını söylediği öğrenildi. SÜRECEK CUMHURİYET 06 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle