19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 MAYIS 2006 PAZARTESİ 10 DIŞ BASIN DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ ‘Fast food’un zararlarını anlatan bir kitap yazan Schlosser ‘antiAmerikancı’ damgası yedi Burger karşıtı savaş kızıştı McDonald’s’ın başını sadece obez çocuklar ve kolesterolü yüksek yetişkinler ağrıtmıyor. Dünyanın dört bir yanındaki restoranları, Amerikan kültürünün simgesi olması nedeniyle Güney Kore’nin başkenti Seul (ortada) ve Ekvador’un başkenti Quito’da olduğu gibi ABD karşıtı protestoların hedefi oluyor. (AP) OLIVER BURKEMAN Fransız Emekçileri Pes Etmiyor! Fransa’da Başbakan De Villepin’in gençlere iş vaat eden ünlü ‘ilk iş sözleşmesi’nin büyük kitleleri haftalar boyu sokaklara döken direnç karşısında rafa kaldırılmasının ardından ortalık yatışmışa benziyor. Bunu, kuşkusuz, emekçilerle küresel piyasacıların çıkarları doğrultusunda hareket eden sağ iktidar arasında geçici bir ateşkes olarak görmek daha isabetli bir yaklaşımdır. Zira Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir yıl kala ‘taraflar’ çok daha çetin geçeceği kesin olan nihai iktidar savaşının hazırlıklarına şimdiden başlamışlardır. Üstelik bu savaş salt Fransa’nın değil, Avrupa Birliği’nin kaderini de belirleyecek niteliktedir. Söz konusu olan; AB’nin içte ve dışta ‘sosyal dayanışma’da mı, yoksa ‘sömürüye programlanmış küresel sermayenin Avrupa’sında mı’ karar kılacağıdır. Başbakan De Villepin’in, tek başına ve inatla kotarmaya giriştiği gençlere iş serüveninin, hem kendisi hem de partisi için net bir hezimet olduğu su götürmez. Bu, onun cumhurbaşkanlığı düşünün de sonunu getirdiği gibi, partisinin, dahası, rakibi İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’nin seçim şansını da ciddi bir biçimde tehlikeye düşürmüştür. O kadar ki, şu sıralar, artık giderek uyanan bilinçli seçmenlerden umudunu yitiren Sarkozy, işi gücü bırakıp halkı güvenlik konusunda korkutmanın yanı sıra ırkçılık, yabancı düşmanlığından oluşan aşırı sağ oylarının ardına düşmüştür. Öyle ki, göçmenleri kâğıt mendil gibi ‘kullanıldıktan sonra atılabilir’ olarak nitelendirmekte, ırkçı Le Pen ve Villiers’ten kopya çektiği ‘Fransa’yı ya sev ya da çek git’ sloganıyla aşırı sağın çekirdek oylarını sahiplenmeye çalışmaktadır. Başbakan De Villepin, ‘Gençlere ilk iş sözleşmesiyle ortaya çıkan krizde, geri adım atmayarak sol oyları, sonunda pes etmek zorunda kaldığı için de sağ oyları kaybetmiştir’. Sarkozy’nin ve tuzukurulardan oluşan piyasacı partisinin ‘ırkçı aşırı sağ oylara’ el açacak duruma gelmesinde, sözü edilen hezimetin payı küçümsenemez. Yine aynı doğrultuda, Sarkozy’nin 2 Mayıs’ta meclise sevk edilmesi beklenen bir yasa tasarısına göre Fransa, bundan böyle, tıpkı karpuz seçer gibi, göçmenleri ‘seçmece’ kabul edecek. Sarkozy’nin ikinci bir De Villepin vakası niteliğine sahip aşırı sağ partileri bile yaya bırakan bu girişiminin, ortalığı bir kez daha karıştırıp ‘sol’un elini bir kez daha güçlendireceğini söylemek, sanırız kehanet sayılmaz. ??? De Villepin, ‘Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan’ olmuştur. Amacı ‘ilk iş sözleşmesiyle’, patronlara zerrece yük getirmeden gençlere iş sağlamaktı. Her türlü güvenceden yoksun, kaderi patronun iki dudağı arasında bir iş! Tutarsa ona başkanlık yolunu açacak, patronları da geçerli iş yasalarının ağlaşıp durdukları ‘yüklerinden’ arındıracak, çayın taşı ile çayın kuşunu avlayacaktı. Ne var ki, ava giden bu kez avlanmış, ‘kör kör parmağım gözüne’ kandırmacası, ‘avın’ gözlerini açmış ve av, avcıya dönüşmüştür. Bu yüzden Chirac, De Villepin, Sarkozy ve patron takımına gençler, sendikalar ve geniş emekçi kitleleri teşekkür borçlu olmalılar gerekir. Sayelerinde, AB’yi küresel sermayenin sultası altına sokmayı hedefleyen anayasaya hayır demeyi başaran Fransız halkı, sosyal dayanışmanın soylu geleneği doğrultusunda cumhurbaşkanlığı seçimlerinden de başarıyla çıkmanın rüzgârını yakalamıştır. ??? Sosyal savaşımın hedefi şimdi ‘ilk iş sözleşmesi’nin ikiz kardeşi ‘yeni iş sözleşmesi’dir. ‘Şansta eşitlik yasası’ kapsamında yer alan bu sözleşme de ‘işin geçiciliğine, güvensizliğine’ yöneliktir. Amaç yine patronların yakındıkları yükleri, emekçilerin sırtından çıkarmak. İşten çıkarmalarda karşılarına çıkan yasal zorunluluklar, vergiler, sendikal haklar, ücret baskıları patronları tedirgin etmektedir. Taleplerinin sonu yoktur. Oysa iktidarın şirketlere yardımı devlet bütçesinin iki katıdır. Daha bir iki hafta önce büyük şirketlerin yer aldığı borsa endeksi CAC 40’ın açıklanan verilerine göre, ülkenin dünya devleri listesinde ön sıralarda yer alan büyük şirketlerinin kârları benzerine az rastlanan zirvelere ulaşmıştır. Credit Agricole, EDF, Telecom, L’Oreal’ın kârları tavan yaparken, Danone kârını yüzde 226.1 gibi rekor düzeyde arttırmıştır. Hisse sahiplerine daha fazla kâr dağıtmanın yanı sıra ceplerini de aşırı ölçüde doldurmayı ihmal etmeyen, bunu sağlamak için etik metik tanımayan şirket yöneticilerinin ücretleri ise insan haklarına ağır saygısızlık düzeyindedir. Ünlü kozmetik devi L’Oreal’ın başkanı Lindsay OwenJones 2005 yılında 7.358 Avro (brüt) ücret almıştır. Bu, yıllık 500 brüt asgari ücrete eşittir. Ama başkanın geliri salt bununla da sınırlı değildir. Şirket, ayrıca 2010’da paraya çevirebileceği hisse senetleriyle 1 milyon Avro daha sağlayacaktır. 2006’da başkanlıktan ayrılması beklenen Lindsay OwenJones’un 2010’da eline geçecek toplam para 61.841 milyon Avro’ya ulaşacaktır. Bu da, yıllık 4.231 asgari ücrete eşittir! Fransa’da olanlar ve olacaklar büyük derslerle dolu, ama anlaşılan, kimsenin sesini yükseltmediğine bakılırsa, bizim böylesi sorunlarımız yok!.. Hastalıkların E sorumluluğunu bize yüklemeyin STEVE EASTERBROOK* irçok kişinin McDonald’s hakkında sivri fikirleri var. Tabii hiçbiri ‘‘Fast Food Nation’’ (Fast Food Ulusu) ve yakında yayımlanacak olan ‘‘Chew On This’’ (Bunu Isırın) kitaplarının yazarı Eric Schlosser’in düşüncelerinden daha keskin, daha sivri olamaz. İki kitap da McDonald’s restoranlarıyla ilgili sorular yöneltiyor. Ben de bu soru ve sorunlara yanıt vermeye hazırım. Eric, McDonald’s’ın, kitaplarında bahsettiği konularda tartışmaya hazır olduğunu umduğunu söyledi. Evet, Eric bir daha İngiltere’ye geldiğinde buluşabiliriz. Belki buluşma noktası olarak da restoranlarımızdan birini seçeriz ki bazı şeyleri kendi gözlerinle görme şansın olur. Tabii buluşma konusundaki yanıtını beklememiz gerekecek, ama ben bu yanıtı beklerken cumartesi gün Eric’le yapılan ve The Guardian’da yayımlanan röportajdaki birkaç noktaya yanıt vermek istiyorum. Somut veriler, bizim yiyecek kalitemizi arttırmak ve şeffaflık konusunda çok az çaba sarf ettiğimiz konusundaki eleştirileri çürütecek nitelikte. Biz ulusal çiftçi sigortasında kayıtlı olan 17 bin 200 İngiliz ve İrlandalı çiftçiyle çalışıyoruz. Hayvan hakları konusunda iyileştirici çalışmalarımız sayesinde ödül aldık 2005’te. Bağımsız beslenme uzmanları ve annelerden aldığımız öneriler sayesinde mönümüze yeni seçenekler koyduk. Şimdi ‘‘Happy Meal’’ mönülerimiz su, meyve suyu, meyve tabağı ve havuç da içeriyor. Ebeveynlerin çocukları için en doğru mönüyü seçmelerini sağlamak amacıyla geçmişe oranla çok daha fazla besin değeri bilgisine yer veriyoruz ? Bizi toplumda görülen yiyecek ambalajlarıntüm hastalıklarla ve kötü da ve mönülerin tanıtımında. şeylerle eşdeğerde Chicken McNugtutanların eleştirilerini, gets’larda tuz oranı rahatlıklarını kabul 2004 yılına kıyasla yüzde 30, patates kıedemeyiz. Bizim ne zartmalarında ise yüzolduğumuz, ne amaçla de 24 oranında azalvar olduğumuz tıldı. Hamburgerlerikonusunda gerçekçi miz yüzde 100 dana olmanın zamanı geldi. etinden yapılıyor. Netice itibarıyla biz iyi Chicken McNugbir burger firmasıyız. Ve, gets’da kullanılan tek istediğimiz tek şey, böyle tavuk eti ise göğüstür. Yarım yağlı orgadeğerlendirilmek. nik süt, serbest dolaşımlı sistemlerde üretilen yumurta (freerange egg) servisi yapıyoruz. Son derece hafif olan ‘‘Isıtılmış Deli Sandviç’’ eklendi mönüye. Ayrıca kahvaltıda taze çekilmiş kahve, sıcak mısır gevreği var. McDonald’s’daki kariyerimin büyük bölümünü restoranlarda çalışarak geçirdiğim için ki birçok yöneticinin geçmişi böyledir çalışanların koşullarına, bizim işverenliğimize ilişkin gerçeği yansıtmayan şeyler iddia edildiğinde bunu kişisel olarak algılıyorum. Bu konuya çok önem verdiğimiz için geçen hafta yanlışlıklarla mücadele için bir kampanya başlattık. İstihdam Vakfı bizi ve bizim bayilerimizi hizmet sektörünün ağır yükünü kaldıranlar olarak nitelendiriyor. Çünkü çalışanlarımızı, vasıflarından çok eğitimle yeteneklerini niteliğe döndürebilecek kişiler olarak değerlendiriyoruz. Bu yıl 12 bin kişi eğitim merkezlerimizdeki kursları tamamlayacak. Burada hem yeteneklerini geliştirecek hem de kendilerine olan güveni arttıracak. Şimdi mönümüzde her zaman olduğundan çok daha fazla seçenek var. Müşteriler ortalama olarak ayda yedikleri 90 öğünün üçünü bizim restoranlarımızda yiyorlar. Biz, güvenli ve eğlenceli bir ortamda çok lezzetli yiyecek seçenekleri sunuyoruz. Bu deneyimden ve yiyeceklerimizden hoşnut kaldıkları için günde 2 milyon kişi restoranlarımızı ziyaret ediyor. Mükemmel olduğumuzu savunmuyoruz. Ve, müşterilerimiz ve diğer çevrelerden aldığımız eleştiri ve öneriler doğrultusunda kendimizi sürekli olarak gelişim kaydetmeye adamış durumdayız. Ancak bizi toplumda görülen tüm hastalıklarla ve kötü şeylerle eşdeğerde tutanların eleştirilerini, rahatlıklarını kabul edemeyiz. Bizim ne olduğumuz, ne amaçla var olduğumuz konusunda gerçekçi olmanın zamanı geldi. Netice itibarıyla biz iyi bir burger firmasıyız. Ve, istediğimiz tek şey, insanların bizi bu doğrultuda değerlendirmesi. (The Guardian, İngiltere, 25 Nisan) *McDonald’s İngiltere Başkanı B t konusundaki savaşı duymamış olabilirsiniz. Çünkü ilaç konusundaki ve terorizmle savaştan çok daha az yer buluyor basında. Ama bu durum, bu savaşın gerçek olmadığına işaret etmiyor. Bazı Amerikan düşünce gruplarına göre tehlikeli güçler görev başında , averaj yurttaşlarının lezzetli bir burger yeme zevklerini engellemeye uğraşıyorlar. ‘‘Fast Food Nation’’ (Fast Food Ulusu) adlı kitabın yazarı Eric Schlosser, toplumun birinci düşmanı. Schlosser, The Guardian’ın sorularını yanıtlarken ‘‘Bana komünist, sosyalist, hatta Amerikan karşıtı dediler’’ diyor. McDonald’s ve Burger King’in birbirlerine çok benzeyen ürünleri Schlosser’in kitabındaki temel konuyu oluşturuyor. Schlosser, ‘fast food’ endüstrisinin ödettiği bedeller arasında obezitenin salgın hastalık gibi artması, etlerin kesildiği yerlerdeki tehlikeli çalışma koşulları ve çocukların burger hastası olarak yetiştirilmesini sayıyor. 1.4 milyon adet satan bu kitaptan sonra Charles Wilson’la birlikte hazırladığı bir sonraki çalışmasında ‘‘Chew On This’’ (Bunu Isırın) genç okurları hedef kitle seçmiş kendine yazar. 25 Mayıs’ta yayımlanacak bu kitabın bazı bölümleri önümüzdeki hafta gazetemizde yayımlanacak. Fast Food Nation’dan uyarlanan film ise bu sonbaharda vizyona giriyor. Film ? ‘Fast Food Nation’ın yazarı Schlosser’in çalışması, obezitenin temel nedenlerinden olarak gösterdiği ‘fast food’a karşı yürütülen mücadelenin simgesi oldu. The Guardian gazetesine röportaj veren Schlosser’e McDonald’s İngiltere Başkanı Easterbrook’tan yanıt gecikmedi. de Patricia Arquette, Ethan Hawke ve Avril Lavigne rol alıyor. 46 yaşındaki Schlosser ‘‘Bir aktivist olmayı planlamamıştım’’ dese de kitabı, Morgan Superlock’un 2004 yılında hazırladığı belgesel ‘‘Super Size Me’’yle (Benim Müthiş Bedenim) birlikte hareketin parçası oldu. Taze ve organik gıdaların popülaritesi arttıkça McDonald’s da daha hafif yiyecekler, sandviç ve salatalar koymak zorunda kaldı mönüsüne. Ve fast food sektörü etlerinin hayvanlara daha etik kurallar çerçevesinde davranılarak elde edilmesine zorlandı. Schlosser mütevazılık edip bu gelişmelerde payı olmadığını savunsa da McDonald’s’ın film ve kitap aleyhine hazırladığı savunma metni onun yaptıklarının fazlasıyla işe yaradığını gösteriyor. Görüşmek istemediler Schlosser, Tüketici Özgürlüğü Merkezi gibi STK’lerin ve McDonald’s yetkililerinin kendisiyle görüşme talebinde bulunmadıkların söylüyor. ‘‘Çağırsalar giderdim’’ diyor. New York’ta yaşarken bir McDonald’s restoranı sahibiyle arkadaş olduğunu ve kitabı yazdıktan sonra kendisine ‘‘Yazdıklarımı kişisel alma, hiçbir yetkiliyi kişisel olarak kötülemedim’’ diye bir not yazdığını anlatan Schlosser, bu arkadaşının kendisiyle bir daha hiç görüşmediğini söylüyor. Tüm bunları belirtirken Schlosser’in vejateryen olmadığını ve arada sırada da olsa onun da burger yediğini aktarmayı unutmayalım. Fast Food Nation’daki en can alıcı bölümler iki elini de et paketleme makinesine kaptıran Duane Mullin’inkine benzer öyküler anlattığı bölümler. Chew On This’de de yukarıda da belirttiğim gibi fast food sektörünün çocuk ve genç müşterileriyle ilişkileri işlenmiş. Schlosser çocukların çok özel sınıf yurttaşlar olduğunu savunuyor ve McDonald’s’ın yetişkinlere doymuş yağ dolu çizburger satma özgürlüğüne sahip olsa da bunların çocukların da izlediği saatlerde televizyonlarda reklamının yapılmasına izni olmaması gerektiğini savunuyor. Ve, ‘‘Çocuklara sigara, alkol veya silah satabiliyor ya da pazarlayabiliyor musunuz? Hayır. O zaman okullarda bu yiyeceklerin satılmasına nasıl izin veriliyor’’ diye soruyor. ABD Hastalık Kontrol Merkezi’nin verilerine göre 2000 yı lında doğan üç çocuktan biri şeker hastası olacak ki bu hastalık obeziteyle özdeşleştirilen bir bir sağlık sorunu. 20’ye yakın ABD eyaletinde restoranların obeziteden sorumlu tutulmalarını engelleyen ‘‘çizburger yasaları’’ çıkarıldı. Peki Schlosser kendi çocuklarını ‘fast food’ restoranlarına götürüyor mu? Yanıtı, ‘‘Evet küçükken götürdüm. Ben de bir zamanlar McDonald’s’larda yemek yiyordum. Oradaki yiyeceklerin özellikle de patates kızartmalarının tadını çok beğeniyordum’’ oluyor. Ancak kitap için araştırma yaptığında burger yemeğe gitmeye son verdiğini söylüyor. Zaten Schlosser’in kitapta mezbahadaki turuna ait izlenimlerini okuyup da hâlâ bir burgeri ısırabilmek zor gibi görünüyor! Ona karşı savunulan tez çok eski bir serbest piyasa savı: ‘‘Kimse burger almak zorunda değil. McDonald’s ve KFC halkın istediği şeyleri satıyor.’’ Schlosser, ‘‘Bana komünist, sosyalist diyenler, bu pazarın çalışmadığı gerçeğiyle uğraşmalılar’’ diyor. Eğitimli, orta sınıf tüketicinin ‘fast food’dan uzaklaşmaları sonrasıda sektör buradaki kaybını düşük gelirli sınıfı hedef kitle haline getirerek kapatmaya çalışıyor. En somut kanıtı McDonald’s’ın son üç yılda, ünlü ‘‘1 dolar mönüleriyle’’yle kârını yüzde 33 arttırmış olması. (The Guardian, İngiltere, 25 Nisan) ABD’nin Ortadoğu’daki ‘üs’ politikası BEHNAM ELMİ T he Independent gazetesi, İngiltere ve ABD Savunma Bakanlığı’nın, Irak’ta altı kalıcı askeri üs inşa etmeyi planladıklarını duyurdu. Şu anda Irak’ta toplam 75 askeri üs var. Irak’taki son gelişmeler ve hükümetin kurulmuş olmasına rağmen ABD birliklerinin ve üslerinin varlığını artık Irak ve dünya kamuoyu kabullenmiyor. Birçok siyasi analiste göre, ABD’nin ülkedeki askeri varlığının uzatılması için gösterdiği çabanın nedeni, Washington’un, 2003’te Irak’a saldırmasının da gerçek nedenlerinden biri olan hegemonyacı politikası. ABD’nin Irak’taki askeri üs poli tikası, bu ülkenin Doğu ve Orta Asya’daki üslerine ilişkin karşılaştığı zorluklar ve Washington’un yeni Irak polititası göz önüne alındığında daha iyi anlaşılabilir. Son on yılda ABD, okyanusötesi üsleri konusunda yerel halktan çok büyük tepki aldı, protesto edildi. ‘Çekil’ dediler Bazı hükümetler, Washington’un askeri üslerini onların ulusal çıkarları aleyhinde kullanabileceğinden korkuyorlar. Bu korku bazılarını ABD’nin topraklarındaki askeri üslerini kapatmasını istemelerine neden oldu. Örneğin Özbekistan, 2005’te ülkesindeki ABD üssünün kapatılmasını istedi. ABD de bazı ülkelerden çekilme stratejisine başvurdu. Yeni plana göre çekilen ABD birlikleri, Ortadoğu gibi tansiyonu yüksek bölgelerde konuşlandırılacak. ABD’nin hegemonyacı politikası büyük bir küresel zorlukla karşı karşıya. Ortadoğu’daki kritik durum ABD’yi Irak’ta, 2. Dünya Savaşı modelini uygulamak zorunda bıraktı. Washington, 2. Dünya Savaşı bittikten sonra Güney Kore, Japonya, Filipinler ve Batı Avrupa’da birlikler konuçlandırdı. Bu, politikası ve savunma stratejisi arasında bütünlük kurmak için yapılan bir şeydi. Sonucunda da geçmişte ABD düşmanı olan bütün ülkeler ABD yanlısı kampa dahil oldular. ABD’nin şimdi Büyük Ortadoğu Projesi’nin uygulanmasını kolaylaştırmak için bölgede bir müttefike ihtiyacı var. Her ne kadar Körfez’deki bazı küçük ülkeler sempatilerini belirtmiş de olsalar, bölgedeki başrol oyuncuları olmadıkları için bu destekleri Washigton’u memnun etmeye yetmez. Irak’ın bir başrol oyuncusu olduğunu unutmamamız lazım. Irak’taki ABD güçlerinin varlığı ve işgal altındaki ülkeye dayatılan koşullar, Washington’un Ortadoğu için ürettiği siyasi modelin uygulanması için iyi bir fırsat oluşturuyor. Tabii bir de ABD’nin ulusal çıkarlarını kollamaya... ABD’nin çıkarları uğruna, ısrarla askeri varlığını sürdürmeye uğraştığı Irak’ta acılar dinmiyor. Her gün kan akıyor, halkın canı yanıyor. Bakuba’daki bir restoranda düzenlenen intihar saldırısında oğlunu kaybeden babanın feryadı, gözyaşı, keder ve üzüntünün Irak halkının günlük yaşamının (Tehran Times, İran, 28 Nisan) bir parçası olduğunu anlatmaya yetiyor. (AP) CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle