18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 14 NİSAN 2006 CUMA 14 KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Kalp kriziyle aramızdan ayrılan Suavi Süalp’i ölümünün 25. yılında anıyoruz YAZI ODASI SELİM İLERİ Unutulmuş bir mizah dehası CİHAN DEMİRCİ Kapılar ve Avlular Epeydir Osmanlı tarihiyle haşır neşirim. Atatürk Erkek Lisesi’ndeki tarih öğretmenimiz Zehra Tapman’ı sık sık anıyorum. Zehra Hanım, Osmanlı tarihi için, ‘‘Muazzam bir bilmecedir’’ demişti. Bu sözü o zamanlar pek kavrayamamıştım. Öğretmenimle dostluğumuzu edebiyat sevgisi pekiştirirdi. İkimiz de roman delisiydik. Tarihî romanlara düşkünlüğümüzü de unutmuyorum. Şimdi okuduğum Osmanlı tarihleri, o romanlardan epey farklı şeyler anlatıyor. Yine de muazzam bilmeceden kurtulabilmiş değilim. O kadar ki, Topkapı Sarayı’nın girdisini çıktısını bile çözebilmiş değilim. Fakat çocukluğumdaki, ilkgençliğimdeki Topkapı Sarayı gezintilerimiz birer ikişer gözümün önüne geliyor. Bir kez de Ayhan Bozfırat’la birlikte gitmiştik. Artık yazardan sayılırdım. Çok güzel bir gündü. Ayhan Bozfırat hayat doluydu... Daha III. Ahmed Çeşmesi’ne geldiğimizde ortam, dekor, her şey değişirdi sanki. Solumuzda Ayasofya’nın cephesi bin yıllar öncesinden konuşurdu. Meydan çeşmesine gelince, gerçekten incelikli bir yapıttır. Yalnızca bezeklerine dalıp giderek dakikalar geçirebilirsiniz. Sonra Topkapı Sarayı. Ama asıl adının Yeni Saray olduğunu öğreniyorduk. Öyleyse, bir de Eski Saray olmalıydı. Derken bu Eski Saray, Gözyaşı Sarayı oluyordu. Padişah öldükten sonra, padişahın kadınları oraya sürgüne gönderiliyorlar, valide sultan olabilenler dışında kimse Yeni Saray’a geri dönemiyordu... Saraylar, kapılar, avlular, her birim, her yapı sanki iki isimliydi. Bazan üç! Belki muazzam bilmece böyle başlıyordu. Bilmeceyle birlikte daima kanlı sahneler. Benim dinlediğim Topkapı Sarayı, bir çocuğun rüyalarına girebilirdi. Zaten görürdüm o rüyaları. Örnekse, Bâbıhümayun’un önünde durulur, vezirlerin, zorbaların, asilerin cesetleri buraya bırakılırdı denir; o cesetler sanki hâlâ oradaymışçasına bir süre beklenirdi. Tabii kesik başlar da unutulmuyordu. Çünkü bazan, kesik başlar ibret olsun diye mızrağa geçiriliyor ve sergileniyordu. Neyse, Birinci Avlu’ya giriyorduk. Bir an için padişahların hikâyeleri diniyor; avludaki Aya İrini Kilisesi’nden söz açılıyordu. Şimdi düşünüyorum da, büyüklerimiz Bizans’ın kan sayfalarından herhalde pek haberli değillerdi. Yoksa, Aya İrini çevresinde, gözleri oyulmuş, paçavralar giydirilmiş imparatorlardan konuşulabilirdi... Derken Bâbüsselam. Bir adı da, Orta Kapı. Önemli bir ayrıntı hatırlanıyor, geri dönülüyor, işte Cellat Çeşmesi! diye özellikle vurgulanıyordu. Cellatlar, kelleleri uçurduktan sonra bu çeşmede ellerini, satırlarını yıkarlarmış. Kapılar, avlular bir türlü bitmezdi. Sırada Bâbüssaade vardı. Onun da ikinci bir adı var mıydı, bilmiyorum. Padişahların büyük merasimleri Bâbüssaade önünde yapılırmış. İç Hazine’de korunan görkemli taht çıkartılır; kapıyı örten geniş saçağın altına konurmuş. O tahtı çok merak ederdim. Tarihler, bir dönemden sonra, hep aynı tahtın hazırlandığını belirtiyor. Kapıların, avluların çifte isimlerinin yanı başında, Birun, Enderun, Haremi Hümayun adları karmaşa yaratmakta gecikmezdi. Enderun için ‘‘padişahın evi’’ deniyordu ama, harem için de ‘‘padişahın evi’’ deniyordu. Öyleyken, Topkapı Sarayı’nın kendisi padişahın evi olmuyor muydu? Çocukluğumda bu bilmece epey uğraştırmıştı. Müzenin o günlerinde Haremi Hümayun hep kapalı tutulurdu. Bununla birlikte, başta Kösem Sultan’ın öldürülüşü, birkaç harem cinayeti, öldürümü ille anlatılır, kanlı sayfalara yeniler eklenirdi... Fakat sonra birdenbire Yeni Saray’ın çinilerinin güzelliklerine, estetiğine, şu ya da bu görkemine geçilir; az önceki kanlı tarih bu kez de anıtsallık tarihi olup çıkardı. Eve her defasında kararsızlıklar içinde bocalayarak dönerdim... Öneriler: Kitap / Türkiye Mektupları, K. Mikes, Sadettin Karatay Çevirisi, Maarif Vekâleti Yay., 1944. Bir öncü mizah dehasını, bir komple mizah ustasını bundan tam 25 yıl önce 14 Nisan 1981’de yitirmiştik. Henüz 55 yaşında ve en üretken çağındayken ani bir kalp kriziyle aramızdan ayrılan ve sonrasında adı unutulup karambole giden bu özgün kalem benim bu mesleğe adım attığım yıllarda ‘‘ustam’’ olarak bellediğim sevgili Suavi Süalp’ti. Profesyonel anlamda mizah yazarlığına onun son olarak çalıştığı Ses dergisindeki masasında başlamış olmamın bana yüklediği yoğun duygular aradan geçen 25 yıla rağmen hiç azalmadı. Gerek mizah yazıları, gerek mizah öyküleri, gerek kendi yazıp kendi çizdiği çizgi romanları, mizahımıza soktuğu ‘‘Seçme Saçma Sözler’’iyle ve tüm bunların üzerine kendine özgü ‘absürd’ bir mizahın yaratıcısı olarak, benzersiz bir kalemdi Süavi Sualp. Ancak, Aziz Nesin usta; ‘‘Mizah ciddi bir iştir’’ diyerek mizahı ne denli cid diye aldıysa, Suavi Süalp de tam tersine, ne kendi yaptıklarını ne de hayatı çok fazla ciddiye aldı.. sanki, mizaha kattıklarının farkında bile olmadan, naif bir mizah kahramanı gibi, müthiş renkli ve hızlı bir hayat yaşayıp aynı hızla ayrıldı aramızdan. Suavi Sualp, benim için bir başucu öyküsü olan, unutulmaz ‘‘Gene İyi Dayandık’’ta yazarlığı boyunca her kesimden yediği kazıkları, kendine özgü bir dille anlatır ve hayatının kısa bir özeti olan o öykü şu şekilde biter: ‘‘...Ben gene yazacaktım... Çalacaklar, gene yazacaktım...Yaşamak için de ğil, yazmayı sevdiğim için yazacaktım...’’ Yediği tüm kazıklara rağmen ‘yaşamak’ için değil, ‘yazmayı sevdiği’ için yazmış pek çok Türk yazarının da sesi olmuştur aslında onun bu sözleri. ‘Absürd’ mizahın öncüsüydü zeri de Suavi Süalp’ti. Oğuz Aral, bir süre sonra en büyük rakibi olan ‘‘Salata’’yı, bu derginin tek elemanı olan Suavi Sualp’i transfer ederek çökertmişti. Geride pek çok tiyatro oyunu, film senaryosu bırakan, sevenlerinin tanımlamasıyla ‘Suavi Baba ta 1954’lerde Tef mizah dergisinde yazmaya başladığı yazılarla ‘absürd’ mizahı ülkemizde uygulayan ilk mizah yazarı olmuştu. Bugün ‘absürd’ mizah yaptığını zanneden bilumum ‘standup’çılara onun yazdıklarını ders olarak okutmak gerek. Bundan 50 yıl önce mizah yazınımızda bir çığır açarak mizah öykülerini, mizah yazısı formuna sokmuş, öykü tadı veren mizah yazılarını daha da kısaltarak ‘Seçme Saçma Sözler’ kıvamına kadar indirmişti. Doğaçlama bir yazardı ve o yüzden daktilosunu hep yanında taşırdı. Hiç kalem kullanmaz, aklına gelenleri hemen doğrudan daktiloda yazardı. Bu yüzden arkadaşlarıyla meyhaneye gittiğinde bile, daktilosu hemen yanında durur, aklına bir şey geldi mi, daktiloyu kucağına alıp başlardı daktilosunu tıkırdatmaya. Çocuk yaşta yazı ve çizgileriyle tanıştığım, mizahı sevmemde ve mizahçı olmamda farkında olmadan büyük katkıları olan bu özgün ve benzersiz mizah dehasını, gerçek sanatçılarına değer vermeyen bu ülke asla anımsamasa da, ölümünün 25. yılında sevgi ve özlemle anıyorum. [email protected] erek mizah yazıları, gerek mizah öyküleri, gerek kendi yazıp kendi çizdiği çiz gi romanları, mizahımıza soktuğu ‘‘Seçme Saçma Sözler’’iyle ve tüm bunların üzerine kendine özgü ‘absürd’ bir mizahın yaratıcısı olarak benzersiz bir kalemdi Suavi Süalp. Mizahı sevmemde ve mizahçı olmamda farkında olmadan büyük katkıları olan bu özgün mizah dehasını, gerçek sanatçılarına değer vermeyen bu ülke asla anımsamasa da, ölümünün 25. yılında sevgi ve özlemle anıyorum. G AYİN Geceyi duydum geceye açılan kapıdan gizli ışık aydınlattı sessizce geçen melek katarını dingin ay ışığı kavmi kemiksi varlıklar kristal oyuktan ordular halinde geçerlerken II Gördüm o ince bekleyişi dünyasal kabuğun akımına kapılıp ben de kapandım yere bir toz zerreciği olduğum günden bu yana cevherin boyutuna çarpıyordu bir melek leylak ve yaseminli sulardan her bir otun alt bölgesinden haberlerin taşındığı yönler belirlendi ansızın asimetrik bir varoluş bilinmeyen bir geometri kaynak sularını meleklerin taşıdığı kızıl kayalar bölgesi Yokoluşlarında birden kıyıların bağlantısızlığında kıvrımların ağır ağır yol alıyordu melek katarı gördüm... ‘İyi bir şair: Gülseli İnal’ ARİF DAMAR Mart 2006 ile bu ayı da kapsayan edebiyat dergilerinden: Akatalpa, Berfin Bahar, Broy, Dize, Esmer, Evrensel Kültür, Etken, Hayal, Ile, Kitaplık, Lacivert, Merdivenşiir, Mor Taka, Ötekisiz, Tavır, Sanat ve Hayat, Varlık ve Yazılıkaya’da yer alan şiirleri okudum, inceledim. Gülseli İnal’ın MOR TAKA dergisinde yayımlanan ‘‘AYİN’’ adlı şiirini Ayın Şiiri olarak değerlendirdim. Gülseli İnal’ı merhum Mustafa Kemal Ağaoğlu’nun öncülüğünde kurulan YAZKO (Yazarlar Kooperatifi) yıllarından, yani 1980’in başlarından beri tanır ve elimden geldiği kadar şiirlerini, kitaplarını izlemeye çalışırım. Çalışırım diyorum ama pek fazla önemseyerek ve içten bir tavır içinde olmadığımı da itiraf etmeliyim. Nedense bende, nedeni üstünde fazla düşünmediğim bir önyargı vardır. O da şu: Güzel, hele çok güzel kadınların iyi şair olamayacağına inanırım. Çünkü daha genç kızlıklarında güzelliklerinden ötürü abartılı bir ilgi odağıdırlar. Bu nedenle bilgi, kültür edinme diye bir kaygıdan uzaktırlar. Yani çoğu cahil denecek derecede bilgisizdirler. Yaşlandıkça bu ilgi günden güne azalır. Çoğu depresyona girer. Oysa bilgili ve kültürlü bir kadın için böyle bir tehlike söz konusu olamaz. yorum. Okunduğunda görülecektir ki İnal’ın ‘‘AYİN’’ şiiri gerçekten güzel bir şiir. Bu arada şiirin yayımlandığı MOR TAKA dergisi üstünde de durmak isterim. Şair Yaşar Bedri, memleketi Trabzon’da yılda dört kez çıkarıyor MOR TAKA’yı. Büyük boy, 140 sayfalık içeriği, gerek şiir ve gerekse kuramsal yazılar bakımından yoğun bir dergi. Bol fotoğraf, desen ve zevkli süslemeleriyle albenili bir dergi. Kuramsal yazıların yalnızca birini anayım: Serkan Engin’in ‘‘Anlam Yahut Silistre’’si İlhan Berk’i eleştiren, olağanüstü güzel bir yazı. Bu ad takma bir ad değilse, edebiyatımıza ne mutlu Serkan Engin katıldığı için kervana. Yalnız ‘‘yahut’’ sözcüğü yerine ‘‘ya da’’ daha uygun. Tuttu bu sözcük, hepimiz kullanıyoruz. Bu yazıyı bitirdikten sonra dergideki öteki düzyazıları da okuyacağım. Gülseli İnal’ı bu güzel şiirinden dolayı kutlar, bundan sonra ‘‘melek’’siz şiirler beklerim. Mizahımıza kattığı onca yeniliğe rağmen ölümünün ardından hızla unutulan bu ilginç yazarı, epeyce çileli ve 10 yılımı alan uzun bir çalışmadan sonra biraz olsun gün ışığına çıkarmak için 1999’da ‘‘Bir Mizah Dehası Suavi Süalp’’ adlı biyografik inceleme kitabımı yayımlamıştım. Bu kitap sayesinde adı unutulmuş bu mizah dehasını en azından ‘‘mizahla ilişkili’’ insanlara anımsatmak istemiştim. Geçen yılın sonlarında yitirdiğimiz bir başka büyük mizah ustası Sulhi Dölek ‘‘Çağımızın Nasreddin Hocası’ydı’’ dediği Suavi Sualp için bakın ölümünün ardından neler demişti: ‘‘Gülmece konusunda yaptığım bir çalışmaya şu sözlerini almıştım onun: ‘İlle de toplumsal bir yara arayıp onun üstüne gitmeye gerek yok. Gülünç öğe varsa, eleştiri de onun içindedir, toplumsal sorun da...’ Hiçbir zaman büyük mizahçı, vatan kurtaran aslan havalarına bürünmedi. Ama kendine özgü şaşırtıcı gülmecesiyle yeni bir şey başlatmıştı mizahımızda. Saçmanın mantığını en iyi işleyenlerdendi. Geçim motorunu döndürmeye çalışmaktan, yapmak istediklerinin çoğunu gerçekleştirememişti. Gerçek bir mizah emekçisiydi. Daha önemlisi, güleryüzlü, sıcak, içten, güzel bir insandı...’’ Doğaçlama ustasıydı Onlar aklı başında insanlar olduklarından konuşmalarıyla, tavırlarıyla her zaman, her yaşta ilgi odağı olmayı başarırlar. Bu çok güzel kadınların başta gelenlerinden olan Gülseli İnal’da yanıldığımı açıklamak zorundayım. Her ne kadar onun yabancı sözcüklere fazla düşkünlüğünü, şiirlerinin çoğunda melekler uçuştuğunu yadırgasam da iyi bir şair olduğunu sonunda ben de onaylamış bulunu Festivalin yeni yönetmeni belirlendi ? Kültür Servisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda Hülya Uçansu’nun ayrılmasıyla boşalan İstanbul Film Festivali Yönetmenliği’ne halen yönetmen yardımcılığı görevini yürüten Azize Tan getirildi. 25 yıldır İKSV’de çalışan Hülya Uçansu, geçen 24 yıldan beri de İstanbul Film Festivali yönetmenliğini sürdürüyordu. IKSV’de 1996 yılında İstanbul Film Festivali’nde altyazı koordinatörü olarak çalışmaya başlayan Azize Tan, 2000 2002 yılları arasında İstanbul Film Festivali Koordinatörü ve 2003 yılından beri İstanbul Film Festivali Yönetmen Yardımcısı olarak görev yapıyordu. Azize Tan ayrıca 5., 6. ve 7. İstanbul Bienalleri’nde de koordinatör olarak çalışmıştı. PORTRE/GÜLSELİ İNAL Şair ve yazar Gülseli İnal, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde bir süre okuduktan sonra, aynı fakültenin sosyolojifelsefe bölümünü bitirdi. Öğretmenlik yaptı, ardından bir gazetenin kültürsanat servisinde çalıştı. Şiirleri Sanat Olayı, Varlık ve diğer dergilerde yer aldı. ‘Dolunay’ adlı yapıtı, Şahin Kaygun tarafından filme alındı. Yapıtları arasında hikâye kitaplarından ‘Gelincik Sürgünde’. Şiir kitaplarından: ‘Lale Sesiydiler ve Yoktular’, ‘Dans Natura’, ‘Bakkaris’, ‘Sif ve Gula’ sayılabilir. Oğuz Aral, Gırgır’ı 1972’de çıkardığında ortalığı kasıp kavuran ‘‘tek kişilik’’ bir mizah dergisi vardı. Bir kişinin tek başına yazıpçizdiği absürd çizgi romanlardan oluşan bu 16 sayfalık derginin adı: ‘‘Salata’’, derginin yazarıçi CUMHURİYET 14 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle