Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA CUMHURİYET 22 MART 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Tersanelerde Hüzün Cumhuriyetimizin ilk on yılında kurulmuş nice kurumlar bu fırtınada tarihin o uçsuz bucaksız denizine gömülüp gittiler. O anıtsal kurumlardan, gerçek ulusal yapılardan sonra şimdi sıranın limanların, rıhtımların, nerdeyse dağların, bayırların, arsaların ‘‘babalar gibi’’ satılmasına geldiği günleri yaşıyoruz. PENCERE 2. İdare Mahkemesi’nin dava dosyasını esastan karara bağlayarak (5.12.2001/2001/1814) anılan tersanelerin, tersane faaliyeti dışındaki amaçlarla kullanılmasını öngören ÖYK’nin kararını iptal edişi izliyor. Estirilen rüzgârın şiddetine ve inadına bakınız. Başbakanlık Özelleştirme İdaresi bu kararı temyiz ediyor fakat bu kez Danıştay 10. Dairesi davacının konu ile ilgili tüm itirazları oybirliği ile reddediyor. Bu karar halen yürürlükte bulunuyor. Yüzlerce geminin hâlâ havuzlandığı ‘‘Mühendihanei Bahri Hümayun’’dan kalma taş havuzları, endazehaneleri, gemi yapım ve onarımı için deneyimli, profesyonel insan gücü, aydınlık, yapıcı görüşlere sahip yönetimleri ile bu tersaneler, bu ülkenin denizciliğine daha yıllar boyu hizmet verecek potansiyeldedirler. Ama ne yazık ki rüzgâr bir türlü dinmiyor. İşin peşini bir türlü bırakmayan Özelleştirme Yüksek Kurulu bu kez (31.Ocak.2005) yeni bir karar alıyor. Haliç Tersanesi işi başından bin kere aşmış Büyükşehir Belediyesi’ne devredilecek. Henüz tapu belediyeye geçmemiş. Üç sene daha mevcut durumu ile çalışacak, bu sürenin sonunda da belediyemiz bu kurumu teslim alacakmış. Tersaneler bölgesi bu fırtınayı atlatmalı. Orada yine başlarında sarı baretli işçiler karıncalar gibi yeni yapılan gemilerin üzerinde, doklarda, havuzlarda çalışmalılar. Bugünkü adeta mezarlık sessizliğinin yerini kocaman çelik parçaları elleçleyen vinçlerin, jeneratörlerin vınlamaları, çekiç ve metal seslerinden oluşan yıllar öncesinin görkemli tablosu almalı, her tarafta kaynak makinelerinin o soğuk mavi alevi ve kıvılcımları parıldamalıdır. Bu tabloyu bozmaya kimselerin gücü yetmemelidir, yetememelidir. İstanbul’u İstanbul yapan yüzyıllardır insanımızın günlük yaşamına, kültürüne yerleşmiş o beyaz deniz kuşları, teknolojinin tüm ileri özellikleri ile donatılmış hızlı, modern şehir hatları gemileri nice yıllardır olduğu gibi yine bu tersanelerde bu ülkenin daha nice kuşaklarından yetişecek işçi, mühendis ve yöneticilerin emeği ile inşa edilecek, onarımları yapılacakken, bu gerçek böylesine ortada iken biz daha ne arıyoruz. Ne ile uğraşıyoruz. Abesle mi?.. Bilek Güreşi İMAJLARIN sarsılması, yani imgelerin hırpalanması kötüdür. Simgeler gerçek ya da tüzelkişileri ve kurumları temsil eder; simgeleri yıpratmak onları da yıpratır; görüntüye dokunurken öze de dokunmuş olursunuz. Bu ‘‘imaj’’ sözcüğünü, AKP’nin Grup Başkanvekili kullanmış. ‘‘Askerin, yargının ve parlamentonun simgelerini yıpratma girişimlerine karşı hep birlikte mücadele edilmelidir’’ diyor. İyi güzel de, bu son yıpratma furyasına nasıl ve nereden başlandığına bir bakın. Van Üniversitesi Rektörü’ne yapılan, daha önce YÖK Başkanı’nın tutumuna karşı oluşan hıncın bir sonucu olarak üniversiteleri toptan yıpratma kampanyasının parçası değil miydi? Rektör, simgeydi. Şemdinli iddianamesinde Kara Kuvvetleri Komutanı’na ilişkin olarak yer alan satırlar, hatta o olayın bütünü, ordunun halk gözündeki ve dünyadaki saygınlığını örseleme girişimi değil miydi? Girişim, komutanı da simgeleştirdi. Kaldı ki, bu son girişimin daha önce ve başka kurumlara karşı ortaya konan yıpratma çabalarından farklı bir yönü vardı: Yıpratılmak istenen kurum, yurdun bir köşesinde cumhuriyetin bütünlüğünü, dolayısıyla ülkenin varlığını korumak için ‘‘gerektiğinde canlarını seve seve vererek kutsal görev yapmaya devam eden’’ insanların kurumudur. ikkat edilirse, ordunun resmi yazışma ve açıklamalarında belirli bir görüşün ardından en çok kullanılan söz, ‘‘değerlendirilmektedir’’ sözüdür. Bir anlama, değerlendirmeyi kişiselleştirme yerine ‘‘anonim’’leştirme, yani ‘‘adsız’’ biçime sokma, bir anlama da ortaya konan görüşü hep birlikte sarfedilmiş bir düşünme çabasının ürünü olarak sunma. İddianame girişimine karşı yapılan açıklamada da bu var: ‘‘...bir cumhuriyet savcısının bu derece hukuk bilgisinden yoksun ve tecrübesiz olamayacağı, bu bariz hataları yapması için belli bir görüşü temsil edenlerin kamuoyuna da yansımış etki ve telkinleri altında kalmış olabileceği değerlendirilmektedir.’’ rtaya çıkan tablo, o ‘‘belli görüş’’ ile Cumhuriyeti savunan en güçlü kurum arasında üç buçuk yıldır süregelen bir ‘‘bilek güreşi’’nin sonucudur. Simgesi sarsılmak istenen kurum, bazen açıkça, çoğu zaman da örtülü imalarla zayıflatılmak istenen bir kurumdur. Onun her zaman konuşmayışı ve genellikle disiplin içinde susmayı tercih edişi, büsbütün pervasızlaşan öbür bileğin sahiplerince bir zayıflık belirtisi sayıldı ve zafere yakınlaşma duygusu yarattı. Ama, bu güreşin en kötü ve birçok bakımdan orduyu bile şaşırtan yanı, cumhuriyeti savunanları yenmek isteyenlerin, özellikle AB ve Avrupa Konseyi gibi kurumlarla ilişki gerektiren konularda içteki bölücülükten ve dıştaki Sevr’ci yaklaşımlardan medet ummaya başlamalarıdır. Belki de bardağı asıl taşıran, değişik niyetlerle de olsa orduyu zayıflatmayı amaçlayan iç ve dış çevreler arasındaki bu sinsi elbirliği olmuştur. Asker Neden Konuştu?.. Asker neden konuştu?.. Ne kendimizi aldatalım.. Ne de başkasını kandırmaya çalışalım.. Genelkurmay açıklamasının yayımlandığı gün gazetelerde ANKA’nın şu haberi de yer alıyordu: ‘‘ABD’deki Güvenlik Politikası Merkezi Başkan Yardımcısı ve Pentagon danışmanı Alex Alexiev, Türkiye’de laikliğin ciddi bir biçimde tehdit edildiğini öne sürerek Mustafa Kemal tarafından kurulan Türk toplumunun laik geleneklerine karşı Erdoğan rejiminden topyekun bir ‘saldırı var’ savında bulundu. Eğitim olsun, yargı sistemi, finansal kurumlar, kültür ve özellikle Silahlı Kuvvetler olsun, hemen hemen toplumun tüm alanlarında Türk laikliği halen ciddi biçimde tehdit ediliyor.’’ Ordunun kendi yapısındaki geleneği ve göreneği içinde Genelkurmay Başkanlığı’na atanma sırası Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ta idi. Herkesin bildiği gibi AKP iktidarı Büyükanıt’ı istemiyordu... Neden?.. Nedeni belli... Takıyyeci AKP iktidarı bu 30 Ağustos’ta askere şu mesajı vermek istiyordu: Bak!.. Ordunun içindeki terfilerde ipler benim elimdedir; bana yanaşırsan yükselirsin!.. Bir savcıyı bu işe alet ettiler... Genelkurmay açıklamasında, savcıya ilişkin satırlar elle tutulur somut gerçekleri dile getiriyor... ? Ülkede kavga var... Büyük bir kavga... Uluslararası boyutta... 83 AKP’li milletvekili, dokunulmazlık zırhı arkasındadır... Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Kemal Unakıtan, Abdülkadir Aksu, Dengir Fırat ve niceleri dokunulmazlıkları kalktığı gün yargıya gidecekler... Ancak iktidar partisi AKP ‘‘kendine dokundurtmuyor...’’ AKP’li zanlılara kimse dokunamıyor, ilişemiyor... Ama Van Üniversitesi Rektörü içeri atılıyor... Kara Kuvvetleri Komutanı’nın üstüne yürünüyor... Ülkede kavga var. ? Kavga neden?.. Çünkü: ‘‘Mustafa Kemal tarafından kurulan Türk toplumunun laik geleneklerine karşı Erdoğan rejiminden topyekun bir saldırı var.’’ Şimdi yazının başlığındaki soruyu yazının sonunda yinelemek gerekir: Asker neden konuştu?.. Asker, AKP iktidarınca sürdürülen saldırının bir yerinde kendisini savunmak için konuşmak zorunda kaldı... Evet, kimse kendi kendini aldatmasın.. Ve kendi kendimizi kandırmanın da âlemi yok... Zanlılar Meclis’te zırhlı.. Ama Meclis’te zırhlı olan zanlılar laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkıp İslamcı bir devlete dönüştürmek için vargüçleriyle uğraşıyorlar... Kavganın nedeni bu!.. Oktay SÖNMEZ / Denizci Yazar G D O emilerle, deniz deniz, liman liman dünyayı gezdiğimiz yıllarda periyodik bakımlar, surveyler, onarımlar ya da türlü teknik nedenlerle dönüp dolaşıp gelmek zorunda olduğumuz bir yerdi ‘‘Haliç Tersanesi’’ ve de hemen yanındaki ‘‘Camialtı’’. Bilindiği gibi Osmanlı’nın geçmişi 1770’lere uzanan ünlü Mühendishanei Bahri Hümayun adı ile tarihi bir çağrışımın da kaynağıdır bu kurumlar. Yaşam çizgileri aslında Azapkapı’dan Haliç’in içerlerine kadar genişlemiş bir tersaneler bölgesinin tarihidir. O bölge, kuruluşu 11 Aralık 1455 olan ünlü Tersanei Amire’nin beşiğidir. Bir zamanlar dünyanın en büyük deniz güçlerinden olan Osmanlı donanmasının doğum yeridir bu alan. Haliç Tersanesi’nin o unutulmaz ve unutturulamazlığı ile hâlâ hizmette olduğu nokta bugünkü İTÜ’nün de ilk kuruluş yeridir. Türlü nedenlerle nice çirkinleştirmelerden, kendisini asıl kimliğinden alıp başkalaştıran, yabancılaştıran projelere karşın, hâlâ İstanbul denilen eşsiz bir güzelliğin de önemli bir parçasıdır. Geçenlerde oraları dolaştım. Günümüzdeki durumlarını anlatacak ve gerçekten yerinde olabilecek sözcükleri kullanmaya pek dilim varmıyor ama kendimi antik kentlerin o suskun yalnızlığında, bir hüzünler dünyasında gezinen garip bir gemici gibi hissettim. Ülkemizde yıllardır estirilen özelleştirme rüzgârı bütün acımasızlığı ve yok ediciliği ile sürüp gidiyor. Cumhuriyetimizin ilk on yılında kurulmuş nice kurumlar bu fırtınada tarihin o uçsuz bucaksız denizine gömülüp gittiler. O anıtsal kurumlardan, gerçek ulusal yapılardan sonra şimdi sıranın limanların, rıhtımların, nerdeyse dağların, bayırların, arsaların ‘‘ba balar gibi’’ satılmasına geldiği günleri yaşıyoruz. Yüzyıllar içinde kurulup gelişmiş, bu ülkenin deniz kültürüne, ekonomisine, insanının yaşamına yerleşmiş deniz sektöründeki kurumları ezip geçen, yabancılaştıran rüzgârın şimdi de bu tersanelerde estirildiğini izliyoruz. Bu fırtınada tek tesellimiz Pendik Tersanesi’nin Deniz Kuvvetleri’ne geçişi ile halk dilinde yer etmiş ‘‘bahriyeli disiplin’’ ve asker ciddiyeti ile denizciliğimize hizmet ediyor olması. Marmaris Uluslararası Denizcilik Festivali programı etkinlikleri içeriğinde düzenlenen ve şahsen de yer aldığım bir panelde ‘‘Sahil Güvenlik’’ gibi adı üstünde bir görevi denizlerimizde başarı ile sürdüren, tümüyle özel bir sistemin bile uçakları, helikopterleri ve süratli özel tekneleri ile birlikte belediyeler yönetimine verilmesi konusunda komisyon çalışmaları yapıldığını yetkili kişilerden ilk kez duymuş, inanamamıştık. Ayrıntılara girişmeksizin Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun (18.04.2000/200034 tarih sayılı) anılan tersanelerin kapatılması kararı ile başlayan bu hareketin gelişimini öğrendiklerimizin sınırları içinde özetleyelim: ÖYK’nin bu kararını durdurmak için Türkiye Dok ve Gemi Sanayisi İşçileri Sendikası İstanbul 2. İdare Mahkemesi’nde dava açıyor. Anılan mahkeme, dava konusu işyerlerinin stratejik önemde olmaları ve tersane amacı dışında kullanılamayacağı gerekçesi ile ÖYK’nin kararını durdurmaya hükmediyor. Mahkemenin aldığı bu tedbire karşı Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı itirazda bulunuyor. Ancak bir üst mahkeme olan İstanbul Bölge İdare Mahkemesi’nin kararı ile (15.5.2001/2001/1067 tarih sayılı) bu itiraz reddediliyor. Bunu, İstanbul Diziler, Diziler... Seyirci, TV’de gördüğü tiplemeyi, sinemada izlemek için para veriyor. Filmde, Leyla ile Polat arasında belli belirsiz, platonik ama cılız kalan bir ilişki söz konusu. Zaten Leyla karakterinin varlığı olaya hemen hemen hiçbir şey katmıyor. KADIKÖY 2. SULH HUKUK MAHKEMESİ 2005/783 Vas. Tayini Mahkememizce verilen 28. 02.2006 tarih ve 2005/783 E 2006/121 K. sayılı karar ile Mehmet Kerim kızı 1914 doğumlu Zeynep Evrensel’e TMK 405 maddesi gereğince, vesayet altına alınarak kendisine 1937 doğumlu kızı Yüksel Tüccarbaşıoğlu vasi olarak tayin edilmiştir. 28.2.2006 (Basın: 12340) Güneş ÖZAYTEN ‘‘Kurtlar VadisiIrak’’ filmi sinemalarda gösterimde... İyikötü yanlarıyla Türk televizyon tarihinde artık klasik olmuş bir dizinin, ardından yapılmış bir film. Her yaştan seyircisi olan bir TV dizisi olduğu için, filmin izleyici kitlesinin yaşı da 7 ile 77 arasında. Filme, çoluk çocuğuyla gelen birçok aile var. Çocuklar, sinemaya; ‘‘Polat ağabeylerini’’ izlemeye geliyor. Açıkça söyleyeyim, ben, Turgut Özal döneminde büyümüş bir kuşaktanım. Gözümü açtığımda, evde, siyahbeyaz televizyon vardı. İnsanlar, ‘‘Dallas’’ı kaçırmazdı. Herkes, Ceyar’ı (JR), Sue Allen’ı falan bilirdi. Daha sonra, diğer diziler geldi. Nitekim ben de ‘‘Kara Şimşek’’, ‘‘Görevimiz Tehkile’’ gibi dizilerle, ‘‘Indiana Jones’’, ‘‘E.T.’’ gibi filmlerle büyüdüm. McDolands, Burger King, Coca Cola, Pepsi, Levi’s, Lee Cooper gibi birçok markalar dayatıldı bize. ‘‘Rambo’’yu, ‘‘Terminatör’’ü izlemeye ailelerimizle beraber gittik. Bunları neden yazdığımı söyleyeyim, ben de o zaman, bugün Polat Alemdar’ı izlemeye gelen çocuklarla aynı yaştaydım. O zamandan bu zamana bazı şeyler tabii ki değişti. Mesela, artık o çocukların çoğu cebinde cep telefonu, evinde bilgisayarla doğuyor. Oysa biz dünyaya gelmeden önce, bu ülkede, yerli malı haftaları, Türk dilinin uğrayabileceği tecavüzleri engellemek için çeşitli çalışmalar yapılıyor, 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim gerçek anlamıyla kutlanıyordu. Bir de benim anlamını daha sonradan kavrayacağım bir tarih bayram olarak kutlanıyordu. 1 Mayıs... Gelelim filme; biliyorsunuz, 2003 yılında, K. Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçirildi. Film, bunu hazmedemeyen bir subayın intiharıyla başlıyor. İntihardan önce, Polat Alemdar’a hitaben bir mektup yazılıyor. Polat da dayanamıyor, atlıyor BMW marka cipine, gidiyor Erbil’e... Aslında politikaksiyon filmlerinin tipik bir örneği bu film... Ama öncelikle benim takıldığım bir şey var. Dizide de sıkça tekrarlanan, filmin afişine de yazılmış bir söz; ‘‘Sonunu düşünen, kahraman olamaz’’. Evet, dörtnala Sovyet helikopterinin üzerine doğru giden ‘‘Rambo’’ da böyle düşünüyordu. Ama Mustafa Kemal, Bandırma vapurundayken, rahat rahat oturmuyor, Samsun’da yapacağı konuşmanın 23 hamle sonrasını düşünüyordu. İslam dünyasının en büyük komutanlarından Selahaddin Eyyubi, 1000 yıl önce, Haçlı eşkıyalarını Sıffeyn Savaşı’nda yenerken stratejisini çok sağlam kurmuş, olacakları önceden görmüştü. Kanımca Hz. Muhammed, tarihteki en büyük liderlerden biriydi ve İslamiyet için yaptıklarında, olağanüstü diplomasi ve strateji yeteneğini kullanıyordu. Polat’ın Erbil’e gelişi olaylı oluyor. Gittikleri Amerikan otelinin temellerine patlayıcı yerleştirdikleri için o anda otele gelmesini istediği adam olan Amerikalı Albay Sam Marshall (Bir şeyler çağrıştırıyor: 1. Sam amca, 2. Marshall Yardımları) yaptıkları düğün baskınını adamlarına emanet edip otele gidiyor. Bu arada, biz de bu düğün aracılığıyla bir şeyhin (Suriyeli aktör Hassan Mesut), evlatlığı olan Leyla’yı (Bergüzar Korel) tanıyoruz. Amerikalı ile Polat arasında geçen diyalogda, Amerikalının sözleri, hakikaten ibretlik sözler ve hepimizin suratında birer tokat gibi patlıyor. (5060 yıl içinde bu ülkenin ne hale geldiğini göstermek bakımından önem li.) Polat Alemdar’a dizinin son bölümünde söylettirilen bir söz, o sahnede Amerikalıya söylettirilen sözlerin bir özeti: ‘‘...ve ülkem, ülkem ben doğmadan çok önce değiştirilmiş...’’ Filmin karakterleri, yapay kalıyor. Filmin, ana karakterlerini dizinin hayranları zaten tanıyor. Diğer karakterler ise çoğunlukla yapay kalıyor.. Bir tek, şeyh Abdurrahman Kerkuki karakteri canlı.. Onun da nedeni kendi ülkesinde, çok iyi tanınan tiyatro, sinema oyuncusu, Suriyeli aktör Hasan Mesut’un (Ghassan Messoud) oynadığı rolde başarılı bir performans sergilemesi, ve aynı zamanda karizmatik bir oyuncu oluşu.. Dünya, onu Orlando Bloom, Liam Neeson, Jeremy Irons gibi bir sürü ünlü oyuncuyla oynadığı ‘‘Cennetin Krallığı’’ filmiyle tanıdı. Filmde, Selahaddin Eyyubi’yi canlandırıyordu. Kanımca Ömer Şerif gibi o da unutulmaz oyuncular arasına girecek. İlginçtir, aynı senaryo ekibinin yazdığı ‘‘Deli Yürek’’, ‘‘Deli YürekBumerang Cehennemi’’, ‘‘Kurtlar Vadisi’’, ‘‘Ekmek Teknesi’’, ‘‘Kurtlar VadisiIrak’’ gibi film, dizi filmlerde hep bu şeyh gibi tasavvuf felsefesinin timsali karakterler oluyor. Bu, bence her şeyin iyice yozlaştığı bir dönemde, hem iyi, hem de kötü sonuçlara neden olabilecek bir tutum. Kendi kültürünü, kendi özünü tanıması engellenmeye çalışılan kuşaklar yetişiyor Türkiye’de.. Kendi toprağında gelişmiş kültürleri tanımadan, bedeli her ne olursa olsun, Batı’ya bağlanmak; zalim yanını görmeden, onu medeniyetin kalıcı tek örneği sanmak doğru mudur? Filme dönecek olursak, Irak’ta yapılan her türlü vahşeti, organ mafyasını, TürkmenArap ve Kürtlerin durumunu anlatıyor. Aslında Irak’ı demokrasi cenneti yaptılar, ama biz göremiyoruz, çünkü mazlumlar, kapitalist demok rasi anlayışının hep dışında kalıyor. Düğününe yapılan kanlı baskından sonra intikam almak isteyen Leyla ile Polat ve ekibinin yolları kesişiyor. Bu arada ilginç bir ayrıntıyı da yazmadan edemeyeceğim; giriştiği kanlı eylemlerden vahşice zevk alan Sam Marshall’ın yaptığı eziyet ve vahşet eylemleri öncesinde piyanoyla çaldığı eser; Beethoven’ın ünlü eserlerinden biri... Filmde, sanatsal hiçbir kaygı güdülmediği görülüyor. Zaten bence gişe başarısı da önceden garantili. Senaryosu, izleyicinin diziden gelen karakterleri tanıması nedeniyle, bence biraz aceleye getirilerek yazılmış. Bir nevi fotomontaj gibi duruyor. Bunları, bir de Irak’a gönderelim demişler. Hani Nasrettin Hoca’nın göle yoğurt çalması gibi.. Oysa senaryonun arka fonuyla biraz daha ayrıntılı uğraşsalardı daha iyi olurdu. Şeyh karakteri dışında değerlendirecek olursam, mesela Amerikalı albayı oynayan Billy Zane, bu tür filmlerdeki klasik kötü adam tiplerinin dışına çıkmıyor, role getirdiği bir yorum yok. Necati Şaşmaz ise bence işin kuralına uymalı. Yani seyirci, TV’de gördüğü tiplemeyi, sinemada izlemek için para veriyor. Filmde, Leyla ile Polat arasında belli belirsiz, platonik ama cılız kalan bir ilişki söz konusu. Zaten Leyla karakterinin varlığı olaya hemen hemen hiçbir şey katmıyor. Yine de Türk toplumunun yüzüne bazı tokatlar atabilen, bir politikmaceragerilim filmi... Bazı yerlerde, bir iki ufak tefek espri de koymuşlar... Mesela Polat ve ekibinin, Amerikalılarla ilk girdiği çatışma başlayınca, Güllü Erhan’ın ‘‘Hele şükür!’’ demesi gibi... Gerçek, onurlu bir direniş ne zaman başlar bilinmez, ama umarım insanlığın, zalimlere karşı toptan bir ‘‘Hele şükür!’’ çekeceği zaman fazla ırak değildir... NOVİTAS Turizm Kapadokya : 0609 Nisan Edirne : 0809 Nisan KastamonuSafranboluAmasra : 1416 Nisan MudurnuGöynükBeypazarı : 1516 Nisan BoluAbantYedigöller : 1516 Nisan Frig Dünyası : 2830 Nisan (Kütahya, Afyon, Frig Vadisi) BursaMudanyaCumalıkızık : 2930 Nisan EndülüsMadridToledo : 1320 Mayıs Prag : 2427 Mayıs İstanbul günübirlik ve diğer turlarımızı acentemizden sorunuz. Tel: 0212 251 28 08 (pbx) www.novitas.com.tr CUMHURİYET 02 CMYK