10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 1 MART 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL İki Yanlış Bir Doğruyu Götürdü I Ali GÜZEL Anayasa Mahkemesi Yedek Üyesi PENCERE Estetik?.. Ürdün Kraliçesi Rania El Abdullah Türkiye’ye geldi; İstanbul’da ‘‘Anne Çocuk Eğitim Vakfı’’nın bir toplantısında bizim Başbakan’ın eşi Emine Erdoğan ile buluştu, iki hanımın gazetelerde yan yana fotoğrafları yayımlandı. Medyamızın bir bölümündeki kimi yazarlar bir çelişkinin altını çizdiler: Ürdün Kraliçesi çağdaş giysiler içinde, bizimki tesettürlü... Kimi yazarlar da bu eleştiriye bozuldular: Ürdün gibi Türkiye’den çok geride kalmış bir ülkenin kraliçesini överek çağdaşlık taslamayalım... ‘‘Belki yazarım’’ diye olayın fotoğrafını gazeteden kesip bir yere koymuştum, dün tesadüfen bu ilginç resim elime geçti; öteden beri üstünde durduğum gerçek, bir daha gözüme çarptı. ? Kimi İslam devletinde krallar ya da diktatörler evlenmek için güzel, soylu, Batı’da okumuş, muaşeret bilir, sureta çağdaş yaşamı benimsemiş görünen kadınları seçerler; bunların en çarpıcı örneği eski İran Şahı Rıza Pehlevi’ydi; önce Süreyya’yı, sonra Farah Diba’yı nikâhlamıştı.. Şahın sonu kötü oldu; ama İran daha beter oldu... İslamcılığı, İkinci Dünya Savaşı ertesinde, Amerika komünizme karşı pompaladı, destekledi, kışkırttı, gazladı; artık Müslüman coğrafyasında dincilik dur durak bilmiyor... Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde Başbakan eşinin Ürdün Kraliçesi’nin sade giyimi yanında tesettürün özentili ve süslü karanlığına sarınması da bu sürecin çarpıcı bir verisi, ibreti âlem için göstergesidir. ? Ne yazık ki, başta Başbakan’ın hanımı olmak üzere bizim tesettürlü bakan eşlerimiz ‘‘inestetik’’ görüntüler sergilemekte birbirleriyle yarış ediyorlar... Estetik ne demek?.. Sözcük dilimize ‘‘güzelduyu’’ diye çevrildi; ama, tutmadı; sanatta ve yaşamda güzeli araştıran bilim dalıdır estetik... Nietzsche’nin estetiğe yaklaşımı ilginç: ‘‘ Estetik etkin bir bakış açısıyla sanat ve hayatı uzlaştırmayı amaçlar. Sanat bir eğlence değil, yaşama katlanmanın en yüksek ve tek doğal biçimidir.’’ Estetik güzelden ötede sanatsal bir gerçeğin algılanışı ve duyumsanışıdır. Süslü püslü bir türbanlı genç kadın kendini çirkinleştirebilir de başörtülü yoksul bir köylü kadının görüntüsü estetiktir... Ne yazık ki bizim bakan eşlerinin giyimlerinde, kuşamlarında, türbanlarında itici bir yapaylık özentisinin ağır bastığı izleniyor; bu örtünme biçimi İslamdaki yüce duygularla manevi bir örgünün dokusunu oluşturacağına siyaset modasının inestetik reklamını yapıyor. ? İslam estetikten yoksun değildir; tersine Müslümanın yaşamında ve tarihinde sanatsal güzelliğin binbir soylu örneği var... Ancak erkeğinin kravat, hanımının türban taktığı bir ikiyüzlü siyasetteki uydurmacılıkta ne güzellik ne de estetik soluk alıp verebiliyor. Yönetişmek SON YILLARIN moda sözcüklerinden biri ‘‘yönetişim’’ sözcüğüdür. Moda değil de, küreselleştirici etkiyle ‘‘modalaştırılan’’ demek daha doğru belki. Yoksa, bizim dilimizde ‘‘idare’’ karşılığı olarak ‘‘yönetim’’ sözü vardı; bir toplum ya da kuruluş ‘‘yönetilirdi.’’ Şimdi, Batı dillerindeki ‘‘governance’’ sözcüğünün çevirisi olarak ‘‘yönetişim’’ var. Aslında, oralarda da zaten varolan ‘‘yönetim’’ sözcüğü temel alınıp sonradan uydurulan bir sözcük bu. O açıdan, olsa olsa, sadece ‘‘yönetiş tarzı’’ anlamına gelmesi gerekirdi. Ama, son çıkan ‘‘kalkınma ajansları’’ yasasında da görüldüğü gibi, alışılmış yönetim tarzlarına uymayan yeni bir tarz: Belirli işlerin yürütülmesinde asıl yetkili ve görevli olan yönetimin yanına, hatta içine, başka kuruluşları ve daha çok da özel olanları, örneğin sanayi ve ticaret şirketlerini, demokratik kitle kuruluşlarını, ‘‘sivil toplum örgütleri’’ni ekliyorsunuz, sözde ‘‘katılımcı’’ bir yönetim biçimi olarak ‘‘yönetişim’’ çıkıyor ortaya. orumluluğu belli belirsiz biçimde dağıtarak, yetkileri ve görevleri bulanıklaştırarak, kısacası kurulu yapıyı değiştirerek. Sorumluluğu yeni ‘‘takviye’’lerle güçlendirme görüntüsü vererek. Özde, küreselleştirmeci dayatmaların karşısına dikilebilecek, kamunun ve halkın çıkarlarına sahip çıkabilecek tek kuruluş olan ‘‘ulusdevlet’’i zayıflatarak. ‘‘Ulusalüstü’’ güçlerin ve sermayenin yerel uzantılarına ya da onlara sızmış dış çıkarların etkisine daha fazla ağırlık tanıyarak. Özde, ülkeler ve toplumlar ‘‘yönetilmeyecek’’, ülkelerin ve toplumların içindekiler, hatta çoğu zaman dışındakiler kendi aralarında ‘‘yönetişecek.’’ Daha doğrusu, herkes birbirini, argodaki deyimle, ‘‘idare edecek’’: ‘‘Ben seni idare edeyim, sen de beni’’: Yani, ‘‘sen benim çıkarımı kollayacaksın, ben de senin!’’ Trafik yasağını çiğnerken yakalanmış kişinin polise ‘‘Bu seferlik idare et ağbicim!’’ deyişine benzer biçimde. Demek ki, harika bir dil olan Türkçe, ‘‘yönetim’’ sözcüğünün içine ‘‘ş’’ ve ‘‘m’’ seslerini katarak kavrama en doğru ve en güzel karşılığı vermiş sayılır. onunun şaşırtıcı yanı, yönetenlerimizin yönetim kavramındaki bu değişikliğe hemen sahip çıkıvermeleridir. Sayın Maliye Bakanı, geçen hafta sonu ‘‘Yargı yönetime karşı anlayışlı olmalı’’ anlamına gelen uzunca bir demeç verdi. Özelleştirmeyle ilgili olanlar başta olmak üzere gizli ‘‘ilke kararları’’ bahane edilerek bazı yargı hükümlerine uyulmadığını, yürürlüğün durdurulmadığını, satılanın geri alınmadığını düşünürseniz bunun anlamı açıktır: ‘‘Yönetişim’’ döneminde yargı yönetimi ‘‘idare etmelidir.’’ Oysa, yargının görevi hukuka göre hüküm vermek, yürütmenin görevi de yargı kararlarına uymaktır; uyulmazsa suçtur ve savcılık işidir. Peki, hiçbiri bu görevleri yerine getirmezse, hukukun üstünlüğüne sığınan kamu yararı ne olacak? Onu da halk düşünsün ve ‘‘durumu idare ediversin’’ mi diyeceksiniz? B S K ilindiği üzere 01.03.1926 kabul tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, 01.06.2005 tarihinden itibaren yürürlükten kaldırılmış ve onun yerine 26.09.2004 kabul tarihli 5237 Sayılı (Yeni) Türk Ceza Kanunu çıkarılmıştır. Yeni kanunun hazırlık çalışmaları Adalet Bakanlığı’nca ilk defa 14.01.1985 tarihinde oluşturulan komisyonlarca yapılmış, zaman içinde müteaddit öntasarılar hazırlanmış, hatta 1997 yılında hazırlanan metin, kanun tasarısı olarak Bakanlar Kurulu’nca Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sevk edilmiş; Adalet Komisyonu’nun gündemindeyken 1999 yılında yenilenen milletvekili genel seçimlerinin ertesinde tasarı, zamanın hükümeti tarafından yeniden incelenmesi için geri çekilmiş ve yeni bir hazırlık komisyonu görevlendirilmiş, bu arada adalet bakanları değiştikçe öntasarılarda da bazı değişiklikler yapılmış ve nihayet 2003 yılında Bakanlar Kurulu’nca kanun tasarısının Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulması üzerine Adalet Komisyonu’nca kurulan alt komisyonda çok kapsamlı değişikliğe tabi tutulmuş, kısa sürede adeta yeni bir metin oluşturulmuş ve böylece genel kuruldan geçirilerek kanunlaştırılmıştır. Bu yeni kanunun büyük kısmının yürürlük tarihi 01.04.2005 olarak belirlenmiş iken, daha sonra 01.06.2005 olarak değiştirilmiş ve daha yürürlüğe girmeden 31.03.2005 kabul ve yayım tarihli 5328 sayılı kanunla bazı maddeleri değiştirilmiş, yürürlüğe girdikten kısa süre sonra 29.06.2005 kabul tarihli 5377 sayılı kanunla yine bazı maddeleri değiştirilmiştir. Ülkemizde kanun yapma macerasını örneklendirme amacıyla, kanunlaşma sürecini özetlemeye çalıştığım bu kanunun esas, yöntem, teknik ve ifade bakımlarından değerlendirme çalışmasının, bir makale boyutlarını kolaylıkla aşacağı açıktır. Üzerinde durmak istediğim konu Anayasa Mahkemesi’nin 25.02.2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 23.11.2005 tarihli, 2005/103 esas, 2005/89 karar sayılı ve konusu itibarıyla 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 104. maddesinin ikinci fıkrasının, anayasaya aykırı bulunarak iptaline ilişkin kararıyla gündeme gelmiş bulunan yeni Türk Ceza Kanunu’nun 104. maddesindeki düzenlemenin bazı yönleridir. Bilindiği gibi, rızaya dayalı olmayan veya rı zasıyla olsa bile on beş yaşını bitirmemiş mağdurlara karşı işlenen ‘‘ırza geçme’’ suçları eski Türk Ceza Kanunu’nun esas itibarıyla 414. maddesi ile 416. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenmiş iken, yeni Türk Ceza Kanunu’nun ‘‘cinsel saldırı’’ başlıklı 102. ve ‘‘çocukların cinsel istismarı’’ başlıklı 103. maddelerinde düzenlenmiştir. On beş yaşını bitirip on sekiz yaşını bitirmemiş mağdurun rızasıyla ‘‘cinsi münasebet’’ ise eski Türk Ceza Kanunu’nun 416. maddesinin üçüncü fıkrasında, yeni Türk Ceza Kanunu’nun 104. maddesinde düzenlenmiştir ki, yazımızın konusuyla ilgili bu metinleri okumakta yarar görmekteyim: Eski Türk Ceza Kanunu’nun 416. maddesinin üçüncü fıkrası: ‘‘Reşit olmayan bir kimse ile rızasıyla cinsi münasebette bulunanlar, fiil daha ağır cezayı müstelzim bulunmadığı takdirde altı aydan üç seneye kadar hapis cezası ile cezalandırılır.’’ Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 104. maddesi: ‘‘Reşit olmayanla cinsel ilişki Madde 104 1) Cebir, tehdit ve hile olmaksızın on beş yaşını bitirmiş olan çocukla cinsel ilişkide bulunan kişi, şikâyet üzerine altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır. 2) Fail, mağdurdan beş yaştan daha büyük ise şikâyet koşulu aranmaksızın, cezası iki kat arttırılır.’’ Görüldüğü üzere; eski kanunun 416. maddesinin üçüncü fıkrası, suçun takibini şikâyete bağlı kılmadığı gibi mağdur ile sanığın yaşları arasındaki farkı da önemsememiş iken; yeni Türk Ceza Kanunu’nun 104. maddesinin birinci fıkrası suçun takibini şikâyete bağlamış, ikinci fıkrası ise failin mağdurdan beş yaştan daha büyük olması halinde şikâyet koşulunu aramamış ve cezanın arttırılacağını buyurmuştur. Bunun üzerine çeşitli yer ceza mahkemeleri anayasanın kanun önünde eşitliğe ilişkin 10., aile birliğinin korunmasına ilişkin 41. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürerek yeni Türk Ceza Kanunu’nun 104. maddesinin ikinci fıkrasının iptali için başvurmuşlardır. Anayasa Mahkemesi özetle; gerek suçun takibi, gerekse cezanın miktarı bakımından; mağdur ile sanığın yaşları arasındaki farkın az veya çok olmasına göre farklı kurallar konulmasının; anayasanın 2. maddesinde yer alan ve bünyesinde adalet ve ölçülülük kavramlarını barındıran hukuk devleti ilkesine ve 10. maddesin de yer alan kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle 104. maddenin ikinci fıkrasının iptaline karar vermiştir. 104. madde gerekçesi ‘‘Madde metninde, reşit olmayan kişiyle cinsel ilişkide bulunmak, bağımsız bir suç olarak tanımlanmıştır’’ cümlesinden ibaret olup, herhangi bir açıklama içermemektedir. Madde ve gerekçesi yüce Meclis Genel Kurulu’nda böylece kabul edilmiş olduğuna göre; bu kısa yazımızda, kanunun hazırlık aşamalarında neler düşünüldüğü, hangi seçeneklerin görüşüldüğü, ne gibi değişiklikler yapıldığı üzerinde durmayı fazlaca anlamlı ve yararlı görmüyorum. Ancak esas konumuz olmamakla birlikte; madde başlığında ve gerekçesinde ‘‘Reşit olmayanla cinsel ilişki’’ denildiği halde, madde içeriğinde ‘‘...çocukla cinsel ilişki...’’ ibaresinin kullanılmış olmasındaki tutarsızlık ve özensizliğe işaret etmeden geçemiyorum. Bilindiği gibi, henüz on sekiz yaşını doldurmamış kişi çocuktur (1). Ancak çocuk, evlenmekle reşit (ergin) olacağı gibi, mahkeme kararı ile de reşit olabilir (2). Burada kanun koyucunun amacı nedir? Madde içeriğinde ‘‘çocuk’’ sözcüğü kullanılmakla, mağdur olarak reşit olsun olmasın bütün çocuklar madde kapsamına alınmak istenmiş ise, madde başlığında ve gerekçesinde ‘‘reşit olmayan’’ ibaresine yer verilmesinin anlamı nedir? Bu sorular ve sonuç olarak reşit çocuklarla rızalarına dayalı olarak cinsi münasebet yapılmasının suç olup olmadığı konusunda oluşabilecek tereddütler karşısında Yargıtayımızın akla uygun ve adil bir içtihat oluşturacağına inancımı belirtmekle yetiniyorum. Ancak ‘‘reşit olmayan’’ ile ‘‘çocuk’’ kavramları arasındaki farklılık karşısında, kararlılık kazanmış bir içtihat oluşmasına veya anılan tutarsızlığın bir yasama tasarrufuyla giderilmesine kadar, anlatım kolaylığı ve anlam birliği sağlamak amacıyla, bu maddedeki suçun mağdurunu ifade için ‘‘mağdur çocuk’’ sözcüklerini kullanacağım. (Yazıya yarın kaldığımız yerden devam edeceğiz.) (1)Bkz. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 6/1b maddesi 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu’nun 3/1a maddesi, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 1. maddesi. (2)Bkz. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 11. ve 12. maddeleri. çıkarılacak ders ortadadır. Tarih doğru okunmalı, bu güzel örnekler siyasette, medyada, sanatın her türünde, aslında yaşamın her alanında çoğaltılmalı, böylece gençlere, yaşlılara, herkese ‘‘neden Ottoman Empire; hatta Osmanlı İmparatorluğu değil de Türkiye Cumhuriyeti’’ olduğu anlatılarak, altyapı sağlam tutulmalıdır. Öte yandan demokrasiye geçtiği halde darbecilerini yargılayamayn ‘‘demokratik’’ tek ülke Türkiye’dir. Ulusalcı yükselişe neden olan güvensizliğin dış etkeni, Irak’ın işgali ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi ise; içerdeki nedeni de ülkeyi dış etkilere karşı tamamen açık ve savunmasız bırakmaya zorlayan son otuz yılın kargaşa, terör ortamının sorumlularının ve bağlantılarının bulunup ortaya çıkarılmayışı, darbecilerin yargılanmayışıdır. Bugün yaşanan ekonomik, siyasi ve hukuki kargaşanın, sıkıntıların temelinde bu hesaplaşmanın yapılmayışı yatmaktadır. Türk halkı, tarih sahnesinde, Kurtuluş Savaşı’yla hak ettiği onurlu yerini ve Cumhuriyet’in kazanımlarını koruyacaksa bu yükten mutlaka kurtulmak zorundadır. Bunu yapabilen Türkiye’nin askerlerinin başına çuval geçirilemez ve böyle bir Türkiye, Brüksel, Strazburg kapılarında bekletilemez. L CUMOK TÜRKİYE ÇAĞIRIYOR Gazetemizi ANADOLU AYDINLANMASI ÇORUM ekinden dolayı kutluyor; Sayın Cüneyt Arcayürek ve Sayın Mustafa Balbay’ın konuşacağı ANADOLU AYDINLANMASI TOPLANTILARINA tüm yurttaşlarımızı ve Cumhuriyet okurlarını katılmaya çağırıyoruz. Tarih : 1 MART 2006 Çarşamba (bugün) Saat 13.30 : Çorum Anadolu Meslek Lisesi Söyleşisi Saat 15.00 : Çorum Belediye Meclisi Toplantı Salonu İLETİŞİM: 0 533 438 50 22 www.cumok.org okantada karşımda oturan yakışıklı delikanlının tişörtündeki; ‘‘Ottoman Empire’’ (Osmanlı İmparatorluğu) yazısı; aklıma, Irak’ın işgalinden önce Kudüs’ün tarihi eski kentinde gördüğüm ‘‘Don’t Worry America! Israel Your Behind!’’ (Endişelenme Amerika! İsrail senin arkanda!) yazılı tişörtleri getirmişti. Slogandaki özgüvene gülümsemiş; ancak, düşman bir coğrafyada ve sürekli savaş halinde olduklarından kendilerini tehdit altında hissetmelerini doğal bulmuştum. Karşımdaki delikanlı da ulusal varlığına yönelik bir tehdit algılıyor olmalıydı ki, üç kıtaya hükmetmiş atalarımızdan güç almak, özgüven tazelemek istiyordu. Ancak, ‘‘Neden ‘Ottoman Empire’ de ‘Osmanlı İmparatorluğu’ değil’’ soruma yanıtı yoktu. Tıpkı o ara canlı müzikle çalmaya başlayan ‘‘Memleketim’’ şarkısına katılım ve söyleyişimizdeki coşku gibi içten ve masum bir yanı vardı tepkisinin. Mersin, Trabzon ve Rize’de bayrağa saygısızlık gerekçesiyle linç girişimlerine varan aşırı tepkiler gibi değilse de son zamanlarda ulus olarak uğradığımız içte ve dıştaki horlanma, ezilmişlik ve alçalmalara karşı bir tepkiydi onunki. Türkiye’nin ABD tarafından işgalini konu alan bir kitap ile Hit Yükselen Ulusalcılık Eray KARINCA ler’in ‘‘Kavgam’’ının, çok satanlar listesinde uzun süre yer alışı da eklenince, ortaya çıkan fotoğrafı, ulusal duyguların şahlanışı olarak adlandırmak olanaklıdır. Bunun nedenleri, İngiltere’yle ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’ye biçilen ılımlı İslam modelinin Türk halkında uyandırdığı tedirginlik ve yönetimin ulusal çıkarları koruyabileceğine olan güvensizliktir. Nitekim kamuoyu yoklamalarında görülen, Türk halkının ABD yönetiminden nefret oranının yüksekliği de bunun kanıtıdır. Son günlerde medyada bu tepkinin nedeninin, yalnızca Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirilmesiymiş gibi yeniden gündeme getirilip Türk kamuoyuna yönelik psikolojik çalışma yürütüldüğü görülmektedir. Bu yayınlarda olay birkaç gün arka arkaya verilerek meşrulaştırılmış; hatta çuval geçirenler sanki Amerikan askerleri değil de Türk tercümanlarmışçasına çarpıtılmıştır. Üstelik eşzamanlı olarak, gerçekliği oldukça tartışmalı ve abartılı, bir Amerikalı albayın soyulması senaryosuyla da, bak, biz de bir şeyler yapmışız iletisi verilerek, kamuoyu tepkisi basite indirgenip yalıtılmak istenmiştir. Ancak sorunun Amerikan yönetimini sevip sevmemekten öte, yükselen ulusalcılığın önünün kesilmesi olarak algılandığı kuşkusuzdur. Bunu gerçekleştirmenin bir yolu da linç örneklerinde görüldüğü üzere, kaba milliyetçiliğin öne çıkarılmasıdır. Böylece kafa karışıklığı yaratılarak ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda sağlıklı, doğru duruşu savunabilecek kıpırdanışların bile halk tarafından kuşkuyla karşılanması sağlanacaktır. Siyaset, medya ve sanat çevrelerindeki kültür erozyonu nedeniyle Türk kamuoyunda bu açıdan büyük bir kirlilik olmakla birlikte, halkın bu kirliliğin içinden doğru ve yerinde sunumları seçip çıkarabildiğini görmek sevindiricidir. Edebiyatta, Turgut Özakman’ın ‘‘Şu Çılgın Türkler’’ romanıyla; sinemada Çağan Irmak’ın ‘‘Babam ve Oğlum’’ filmi, özel tanıtım ve reklam olmaksızın kazandıkları satış ve gişe başarılarıyla buna çarpıcı birer örnek olmuştur. Bundan ÇANAKKALE CUMOK ÇAĞRIYOR 1 Mart 2006 Çarşamba günü Saat 17.00’de ÇOMÜ (Çanakkale Onsekizmart Üni.) Kültür Evi’nde toplanıyoruz. Gündemimizde; 8 Mart Turgut Özakman’ın konferansı 15 Mart Cumhuriyet Çanakkale Aydınlanma Toplantısı ve 17 Mart’ta Cüneyt Arcayürek ve Tuncay Özkan’ın Çanakkale’ye gelişleri yer almaktadır. SEN GELMEZSEN BİR EKSİĞİZ İLETİŞİM: Abuzer İnanmaz 0544 728 13 830286 214 13 56 Aynur Kanat 0532 415 97 62 Semiha Belgin 0542 674 58 01 Yüksel Özdemir 0505 455 56 91 CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle