16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 9 KASIM 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Ecevit Yetkin Bir Sanat Düşünürüydü... Bizim kuşağımız ve elbette daha gençler Bülent Ecevit’in sanat düşünürü ve yorumcusu olarak yoğun etkinlik gösterdiği dönemlere yetişemedik. Ankara Helikon’daki yoğun etkinliklerin, sanat yazarları ve kritikleri çevresindeki çalışmalarının değerini anlayabilecek yaşta da belki değildik. Erhan KARAESMEN PENCERE Oflu Süleyman ve Sol... Oflu Süleyman hışımla gelip ranzada yanıma oturdu: Abi, dedi, elimden bir kaza çıkacak... 12 Mart döneminde Maltepe Tutukevi’ndeyiz; ünlü sabıkalı kabadayı Oflu Süleyman’ı solcuların koğuşuna vermişler; “kabadayı”, rahmetli Basri Dede, Şevki Erencan gibi sosyalistlerle birlikte yaşayacak... Ne demek bu?.. Rahmetli Ecevit’in deyişine göre her şey hakça olacak, dışardan meyve, tatlı, yoğurt, falan filan geldi mi paylaşılacak... Oflu’ya büyük kâseyle yoğurt gelmiş, ama, Basri Dede diyor ki: Paylaşılacak!.. Süleyman’ı yatıştırdım; sabıkalı öfkelenmişti; barut gibiydi... Dedim ki: Kardeşim Oflu, solculuk böyledir, biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar; dünya düzeni de sol olacak... Ne keyif!.. Dünya düzenini koğuştaki düzene çevirdik mi, bu iş tamamdı... ? Ecevit’i kaybedişimiz üzerine solculuk tartışmaları başladı, sömürüye ve emperyalizme karşı hep birlikte değil miyiz?.. Dünya düzeni, hem de bizim coğrafyamızdan başlayarak yine foslamış ve kanlanmış olduğuna göre ‘Karaoğlan’ nedeniyle her kafadan bir ses çıkması doğal... Ancak bu arada Karaoğlan’ın Kıbrıs’ı elden gitti, gidiyor... AB başımıza iş açıyor... Ülkemizdeki katıksız AB yandaşları diyorlar ki: “ AB yolunda ilerlerken bir tren kazasına uğramayalım!..” Neden “tren kazası” diyorlar?.. Otomobil var.. Otobüs var.. Uçak var.. Kaza eski bir deyişle “türlü çeşitli”dir... Oflu Süleyman’ın elinden ne kazası çıkacaktı?.. ? Kaza bize vız gelir... Hem ne kazalar yaşadı insanlık, yine de trafik devam ediyor, çoğu zaman engellense de akıyor... Ne yöne doğru?.. Eskiden bir tarihsel gerçek öykü sık sık anlatılırdı: Sol siyasada ilk kez Fransız Meclisi’nde gündeme girdi. 28 Ağustos 1789 günlü oturumda, Kralın vetosuna karşı çıkmak üzere, başkana göre salonun sol tarafında oturan milletvekilleri için bu deyiş kullanıldı... Sol o günden bu yana sürekli değişti ve gelişti... Tarihsel doğrultuda insanlık sola doğru gitmek zorundadır... Ecevit’in ölümüyle solun gündeme girmesi de doğal... Küreselleşme yoğunlaştıkça, insanlar solunu sağını öğrenecek... Arada sırada solda sağda kazalar olsa da gidiş yönümüz insanın insanlaşması doğrultusundadır... Ecevit bu süreçte bir tek ömür... Bir tek hayat... Daha nice insanın yaşamı bu yolda harcanacak, yücelecek ya da dökülecek ve aşağılanacak... Oflu Süleyman solu bir türlü öğrenemedi... Gün gelecek öğrenen öğrenecek... İsmet Paşa’nın dediği gibi: Yeni bir dünya kurulur... Türkiye orada yerini bulur!.. O Madalya Geri Verilmeli! Kızılay yüz tane madalya yaptırmış... Hepsi için 250 bin YTL (eski parayla 250 milyar lira) ödemiş... Bu her biri yirmi beş milyar değerindeki “Üstün Hizmet” madalyalarını, her yıl Kızılay’a Üstün Hizmet’te bulunanlara verecekmiş!.. Bu yıl, ilk madalyayı Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e sunmak istemişler... Ama Sezer kabul etmemiş!.. Herkes, Kızılay’a elinden geldiğince yardımda bulunurken, Kızılay’ın daha iyi hizmet vermesi için tüm halkımız katkısını esirgemezken, sen kalk, ona buna değerli madalyalar ver!.. ??? Gazetelerde resimler çıktı, Kızılay Başkanı, Başbakan Erdoğan’a madalyayı takıyor! Tayyip Bey madalyanın renkli kordonunu boynuna sarmış, 25 bin YTL’lik (yani 25 milyar liralık) madalyayı da yakasına takmış... Bilmem hangi Üstün Hizmet’i yapmış Kızılay’a? Bir ödül verilirken gerekçesi açıklanır. Durup dururken bir politikacıya, hele o kişi bu ülkenin başbakanı ise, bu değerlendirmenin nedeni kamuoyuna sergilenir. Zaten kaç yıldır Kızılayımız konusunda türlü suçlamalar, türlü çekişmeler, türlü söylentiler dolaşmaktaydı.. Kavgalar bile yaşanıyordu yöneticiler arasında. Bütün bunlar kamuoyunun gözü önünde yaşandı. Osmanlı döneminde padişahlar ‘Hilali Ahmer’e, yani o günlerdeki Kızılay’a yararlı hizmet yapanlara, hatta onların çocuklarına bile Şefkat Nişanı dağıtırlardı. Bu uygulama günümüzde de canlandırılmış oluyor... Bu alanda ilk ödüllendirilmenin, AKP’li Başbakan’a yapılması düşündürücü bir olay değil mi? ??? Günlerdir TV’ler, gazeteler tüm ülkenin yaşadığı acı olaylarla dolup taşıyor. Nerdeyse bütün yurt sellerle, su baskınlarıyla boğuşmakta... On binlerce yurttaş büyük bir felaketin acıları içinde çırpınıyor... Kızılay, göreve koşmuş, ama yetişecek gücü yok!.. Devlet olanakları yetersiz, ölümler birbirini izlemiş. Milyarlarca zarar var. Böyle durumlarda tüm millet, nesi var nesi yoksa verir. Tüm gücüyle.. askeriyle, siviliyle yardıma koşar.. Ama bizim Kızılay kimbilir hangi özel hesaplarla dönemin Başbakanı’na Üstün Hizmet madalyasını sunuyor! 25 milyarlık bir armağanla birlikte!.. Başbakan Erdoğan’a düşen bir görev var. Bilmem hangi ters duygularla, hiçbir sıkıntı duymadan böyle bir değerli madalyayı almayı içine çekmiş! Şimdi üstün hizmet yapacağı bir davranış var: O da bu 25 milyarlık madalyayı, boynuna sardığı kırmızılı kordon ile birlikte Kızılay’a geri vermesidir. Sel felaketine uğrayan on binlerce insanımıza küçük bir katkısı, bir hizmeti olsun diye... R ahmetli Bülent Ecevit’in yakın çevresinde epeyce bir süre bulunmuş olmak, bu satırların yazarının tatlı ve renkli bir yaşam deneyimi paketini oluşturmuştur. 1970’lerde ve bir miktar da 80’lere sarkarak yakın çevresinde bulunanlar için Bülent Bey “genel başkan” idi. O dönemin koşullarında çok önemli bir toplum liderliği ve ülkedeki sosyal uyanışın yönlendiriciliği görevlerini yerine getiriyordu. Ancak bunun yanı sıra aydın bir kişiliğe ve ileri bir sanat duyarlılığına sahip oluşu onu farklı bir genel başkan yapıyordu. Toplumsal düzenleme, siyaset, parti içi meseleler, hükümet içi meseleleri konuşmanın yanı sıra Bülent Bey çevresindeki meraklı ve ilgili olduğunu bildiği genç yardımcılarıyla sanat ve kültürle ilgili konuları görüşecek zaman da hep bulurdu. 17. yüzyıl Hollanda resmine olan tutku mertebesindeki özel merakı, işin eksenine Rembrant’ın koca adını koyarak pek çok kereler kendisiyle tartışma ve görüşme fırsatı bulduğumuz bir konuydu. Rembrant’ın 400. doğum yılı dolayısıyla dünyayı ayağa kaldıran büyük etkinliklerden ve bu arada ülkemizde de yıl dolmadan kotarılmış bulunan Pera Müzesi’ndeki Rembrant desenleri sergisinden söz etmek üzere kafamda bir metin çatarken Sayın Bülent Ecevit’in ölüm haberi geldi. Çok özel ve renkli anıların arasından kendisiyle yaptığımız Hollanda resmi ve Rembrant görüşmelerinin tasarlanan bu yazının ağırlığını oluşturması durumu ortaya çıktı. Bizim kuşağımız ve elbette daha gençler Bülent Ecevit’in sanat düşünürü ve yorumcusu olarak yoğun etkinlik gösterdiği dönemlere yetişemedik. Ankara Helikon’daki yoğun etkinliklerin, sanat yazarları ve kritikleri çevresindeki çalışmalarının değerini anlayabilecek yaşta da belki değildik. Ancak sonraları genel başkan, sanatsal ve kültürel söyleşi zevkini benimle paylaşırken anlattıklarıyla 50’li yılların Ankara’sında ciddi bir sanatsal etkinlik odaklaşması yaşanmış olduğunu büyük keyifle algılayabiliyorduk. Güney ve kuzey ülkelerinde resim sanatında yaşanan güçlü Rönesans hamlesinin hemen arkasından 17. yüzyılın Hollanda sanatı akıl almaz bir yoğunluk ve yaygınlıkla ortaya çıkmıştı. Flemenk Belçika’sında ve Hollanda’da resim sanatının öncelerden beri var olduğu hep bilinirdi. Ama 17. yüzyıl Hollanda resmi farklı bir şeydi. Genel Başkan’la heyecanla paylaştığımız ve onun bilgece tatlı üslubuyla zaman zaman dile getirilen görüşler şöyle gibiydi: Henüz ortada burjuva devrimleri falan yokken ancak denizcilik le bağlantılı ticaretin özel gelişme göstermiş olma ayrıcalığına sahip bir Hollanda’da plastik sanatlara, özellikle resim sanatına büyük bir ilgi yönelmesi yaşanıyordu. Kraliyet çevreleriyle bağlantılı çok varsıl ailelerin bu işlere ilgi göstermesi, biraz da soylu bir görüntü sergilemenin gereği gibi düşünülebilirdi. Ama bunun çok ötesinde düz yurttaşlar ve orta karar bir yaşamı ancak sürdürebilen kişilerde de sanat merakı ve evlerinde sanat eseri bulundurma tutkusu yaygındı. Çok sayıda ressam yaygınca bir sipariş isteğinin keyifli baskısını hissederdi. Bu sadece Amsterdam, Rotterdam ve Den Hague gibi büyük merkezlerde değil bir Vermeer’in, bir Frans Hals’in dehalarının yeşerebildiği Delft ve Haarlem gibi küçük kentlerde de tanık olunan çok özel bir sosyal davranış biçimiydi. Van Ostade, Jan Sten başta olmak üzere yüzlerce yetenekli sanatçı, bu çok keyifli olağanüstü istemcilik baskısının yaratıcılığı dürtüyor oluşundan çok yararlanırdı... Rembrant bu çerçeve içinde farklı ve yüce bir yere sahipti. Çok yüce bir doruk gibiydi. Kilisesaray karışımı çevrelerle bağlantılarındaki talihsiz gelişmelerin yaşamının sonunda Rembrant’a büyük sıkıntılı dönemler geçirtmiş olması sanat tarihinin edilgenlik ve olumsuzluk dolu sayfaları arasında yer almıştır. Bülent Bey ile, büyük yaratıcıların Rembrant örneğinde olduğu gibi zaman zaman büyük güçlüklerle karşılaşmış olmasını uygarlık tarihinin büyük şanssızlıkları olarak nitelerdik. Saygın ve dürüst siyaset adamı, yurtsever aydın Bülent Ecevit’in anısı önünde saygıyla eğilerek. Bir Dosta Veda... Son yıllarda kendisiyle sık görüşemedik. Ancak şimdi geriye baktığımda, Türk siyasi yaşamına çok olumlu katkıları olan bu eski dostuma, güzel anılarımızı düşünüp, huzur içinde yatmasını ve sevgili eşi Rahşan Hanım dostumuza da başsağlığı ve sabır diliyorum. İzzet SEDES u yazı, çok eski dostum Bülent ‘e veda yazısıdır. Merhum Ecevit’le arkadaşlığımız 1950’lerde, ikimiz de gazetecilik yaptığımız yıllarda başlamıştı. O Londra’dan dönmüş ve Nihat Erim’in yönetimindeki CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinde çalışıyordu. Ben de Milliyet gazetesinde diplomatik mu B habirlik yapıyordum. Ecevit, daha sonra “Yeni Ulus” gazetesinde çalışmalarını yazar olarak sürdürdü, o dönemde henüz politikaya girmemişti, CHP içinde fikir planında çalışıyordu. Türkiye 1960’lı yıllarda hızlı değişimler dönemine girdi. Ben Milliyet’in Ankara temsilciliği görevini yapıyordum. Soğuk Savaş dönemlerinde solcu, sosyalist ya da komünist olmak yasaktı ve ülkenin çok geniş bir kesiti tarafından tepkiyle karşılanıyordu. Bu yıllarda CHP zayıflamaya başlamıştı, partinin nasıl kalkındırılacağı düşünülüyordu. 1963 yılının bir cumartesi günü, Genel Başkan İnönü’nün “CHP ortanın solunda bir partidir” açıklaması ülkeyi birbirine kattı, parti içi ve dışında her kafadan bir ses çıkıyordu. Çünkü bu parti için ilk kez “solcu” kelimesi kullanılmıştı. Sosyal demokrat bir yapı ve düşünceye sahip olan Ecevit, bu fikri hemen benimsedi ve parti içinde “sol” fikrine karşı olan Turhan Feyzioğlu, Emin Paksüt ve diğer kişilerle ters düştü. Taraflar arasında çekişme başladı. Ancak ortanın solu fikri siyasal bir hareket olarak giderek güçlendi ve 18 Ekim 1966’da toplanan CHP’nin 18’inci kurultayında Ecevit, ortanın soluna karşı olan Feyzioğlu grubunun muhalefetine rağmen kurultaydan zaferle çıktı ve genel sekreter seçildi. CHP’de bölünme başlamıştı. Ecevit, kurultaydan bir süre sonra Gülhane Askeri Hastahanesi’nde ameliyat geçiren Feyzioğlu’na giderek, partinin zayıflamakta olduğunu, ortanın solu fikrine karşı çıkmamasını, yeni bir politika izlenmesi gerektiğini söyleyerek Feyzioğlu’nun başı çekmesini istedi, ancak merhum değerli profesör, İnönü’nün kendi istemediği bir kişiye destek vermeyeceğini söyleyerek öneriyi reddetti ve bir süre sonra da CHP’den ayrılarak 47 milletvekili ve senatörle Güven Partisi’ni kurdu. Şimdi burada size anlatacaklarıma inanmakta güçlük çekebilirsiniz. O yıllarda Ecevit için “Bu adam komünist, tehlikeli adam” diye, Ankara’da düşünen çok kişi vardı. CHP Genel Sekreteri’nin Amerikan Haber Merkezi (USIS) tarafından yayımlanan “Quarterly News” dergisinden okuyarak öğrendiği ve Güney Kore’de toprak reformunun yapılmasında kullanılan “Toprak işleyenin, su kullananın” deyimini kullanması bardağı taşıran damla oldu. İnsanların bir kısmı adeta çılgına dönmüş ve Ecevit’i komünist olmakla suçlamaya başlamışlardı. O dönemlerde bana “Bu adamı destekleme, bu gazeteci parçası tehlikeli bir adam, sen istikbali parlak bir gazetecisin” diyen, burada adlarını vermek istemediğim birtakım önemli görevlerde kişiler çoktu. Hatta bunlardan bazıları, daha sonraları Ecevit hükümetlerinde bakan dahi oldular ve doğal olarak yüzüme bakmakta güçlük çektiler. Ama bunlar politikacı idiler... İşte Ecevit, bu gibi politikacılar ve olaylar arasından son derece dürüst ve namuslu bir politikacı olarak yetişti ve yükseldi. Devletin başında bulunan kişiler için “namuslu, dürüst” olmak bir meziyet değildir, doğaldır. Bu düzeyde namus bir nitelik değildir, aksi düşünülemez dahi ama... Ecevit, ayrıca başbakan olarak Strasbourg’da Avrupa Konseyi’nde, gerek parlamentoda, gerek şerefine verilen yemekte yaptığı konuşmalarda, yabancı dili çok düzgün konuşması ve çağdaş fikirleri ile çok beğenildi ve takdir edildi. Başbakan yardımcısı olarak Çin’e yaptığı resmi ziyarette de, doğunun bu büyük ülkesinin devlet başkanı, tüm protokol kuralları dışına çıkarak Ecevit’le tanışmak istemiş ve kendisini Pekin’deki sarayına davet ederek, bir saatten fazla hasbıhal etmişti. Yani Ecevit, yalnız ülke içinde değil, ülke dışında, batı ve doğuda da çok beğenilen bir Türk politikacısı idi. 1960 Londra Anlaşması’na göre, garantör devletin hükümet başkam olarak 1974 yılında Kıbrıs çıkarmasına karar vermesi ve hakkımızı araması karşısında dünya ses dahi çıkaramamış, hatta yabancı devlet yöneticileri resmen söylememekle beraber, bu kararı haklılıkla karşılamışlardı. Çıkarmanın 3’üncü günü, Ankara’ya gelmiş ve de Başbakanlık’ta kendisini ziyarete gitmiştim. Odasında Dışişleri Bakanı merhum Turan Güneş ve Basın Yayın Bakanı Orhan Birgit de vardı. Bir ara telefonu çaldı, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger arıyordu. Ecevit’ten ordumuzun adadaki harekâtını artık durdurmasını ve Yunanlılarla görüşmesini istedi. Yoksa müdahale etmek zorunda kalacaklarını söyledi ama aynı zamanda Ecevit’e olan beğenisini de ifade etti. Son yıllarda kendisiyle sık görüşemedik. Ancak şimdi geriye baktığımda, Türk siyasi yaşamına çok olumlu katkıları olan bu eski dostuma, güzel anılarımızı düşünüp, huzur içinde yatmasını ve sevgili eşi Rahşan Hanım dostumuza da başsağlığı ve sabır diliyorum. YENİDEN KUVAYİ MİLLİYE HAREKETİ DERNEĞİ GENEL MERKEZİ 10 Kasım ATAMIZI anma toplantımıza tüm halkımız davetlidir. ATAM Bugün ve sonsuza kadar İZİNDEYİZ... SÖYLEŞİ Bugün 10 Kasım 2006 neden önemli!.. KONUŞMACI Sayın Osman ÖZBEK (Emekli Tümgeneral) Yer: Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi Derneği Genel Merkezi Oğuzhan Cad. Erseven Sok. No: 1/8 Fındıkzade/İst. Tarih: 10 Kasım 2006 Saat: 14.00 İletişim: 0212 523 21 390212 523 09 66 ESAS 2006/169 Davacı MALİYE HAZİNESİ vekili AV. MELİKE GÜLTEKİNLER tarafından davalı MEVLÜT ALTINER aleyhine açılan TAPU İPTAL ve TESCİL davasında verilen ara kararı gereğince, Dava konusu Antalya Merkez Kütükçü Mahallesi 9342 ada 15 parsel sayılı taşınmazın davalı MEVLÜT ALTINER’e ait olduğunu, oysa dava konusu taşınmazın 1946 yılında 3116 sayılı Orman Kanunu’na göre yapılan orman tahdidinde Devlet ormanı sınırları içinde kaldığını ve kesinleştiğini, davalıya ait tapunun iptali ile davacı maliye hazinesi adına tapuya tesciline ve dava konusu taşınmazın devrinin ve satışının önlenmesi için tapu kaydına ihtiyati tedbir konulmasına karar verilmesini talep etmiş, Davalı Ahmet oğlu MEVLÜT ALTINER Ayanoğlu mahallesi 2085. sok. No. 4 Varsak ANTALYA adresinde ikametgah eden Davalı adma çıkarılan davetiyelerin bila ikmal iade edildiği, yapılan Savcılık araştırmasında da adresi tespit edilemediğinden mahkeme ilanen tebliğine karar verilmiş olup, Adı geçen davalının duruşmanın bırakıldığı 29.11.2006 günü saat 10.05’te bizzat mahkememizde hazır bulunması veya kendisini bir vekille temsil ettirmesi, aksi takdirde davanın yokluğunda karar verileceği, Dava dilekçesi yerine kaim olmak üzere HUMK’un 213. ve 377. maddeleri gereğince ilanen tebliğ olunur. 19.10.2006 (Basın: 54292) ANTALYA 6. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN ESAS 2006/201 Davacı MALİYE HAZİNESİ vekili AV. MELİKE GÜLTEKİNLER tarafından davalı MUSTAFA ALİ SAYGIN aleyhine açılan TAPU İPTAL ve TESCİL davasında verilen ara kararı gereğince, Dava konusu Antalya Merkez Kütükçü Mahallesi 9291 ada 6 parsel sayılı taşınmazın davalı MUSTAFA ALİ SARGIN’a ait olduğunu, oysa dava konusu taşınmazın 1946 yılında 3116 sayıh Orman Kanunu’na göre yapılan orman tahdidinde Devlet ormanı sınırları içinde kaldığını ve kesinleştiğini davalıya ait tapunun iptali ile davacı maliye hazinesi adına tapuya tesciline ve dava konusu taşınmazın devrinin ve satışının önlenmesi için tapu kaydına ihtiyati tedbir konulmasına karar verilmesini talep etmiş, Davalı Mehmet oğlu MUSTAFA ALİ SARGIN Meydan kavağı mahallesi 1568. sokak No. 18 ANTALYA adresinde ikametgah eden Davalı adına çıkarılan davetiyelerin bila ikmal iade edildiği, yapılan Savcılık araştırmasında da adresi tespit edilemediğinden mahkemece ilanen tebliğine karar verilmiş olup, Adı geçen davalının duruşmanın bırakıldığı 29.11.2006 günü saat 09.50’de bizzat mahkememizde hazır bulunması veya kendisini bir vekille temsil ettirmesi, aksi takdirde davanın yokluğunda karar verileceği, Dava dilekçesi yerine kaim olmak üzere HUMK’un 213 .ve 377. maddeleri gereğince ilanen tebliğ olunur. 19.10.2006 (Basın: 54287) ANTALYA 6. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle