15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 30 KASIM 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Batı Atatürk’ü Niye Sevmez? Türkiye’nin Kemalist deneyinin tepeden inme aydınlanmanın sert, dinci tepkilere yol açarak sonuçta başarısız olacağını ispatladığını söyleyen Avrupalı liberal aydınlar, dinciliğin İslam coğrafyasında en güçlü olduğu yerlerin tam tersine aydınlanmadan hiç nasibini alamamış yerler olduğunu göz ardı ediyorlar. Oysa Türkiye’nin sorunları aydınlanma devriminin sözde aşırılığından değil, Atatürk’ün başlattıklarının arkasının getirilmemiş olmasından kaynaklanıyor. tam tersine uzun yıllar kendilerini hissettirecek olumsuz etkiler doğurur, özellikle dini ve tarihi miraslarından mahrum bırakılan insanlar ve ülkeler kimlik boşluğuna, “hüzne” mahkum edilirler. Türkiye’nin Kemalist deneyinin tepeden inme aydınlanmanın sert, dinci tepkilere yol açarak sonuçta başarısız olacağını ispatladığını söyleyen Avrupalı liberal aydınlar, dinciliğin İslam coğrafyasında en güçlü olduğu yerlerin tam tersine aydınlanmadan hiç nasibini alamamış yerler olduğunu göz ardı ediyorlar. Oysa Türkiye’nin sorunları aydınlanma devriminin sözde aşırılığından değil, Atatürk’ün başlattıklarının arkasının getirilmemiş olmasından kaynaklanıyor. Radikal İslamla uzlaşma arayan, yolunu şaşırmış liberallik ve “ilericiliğin” yanı sıra laiklik konusunda militan bir yaklaşım sergileyen başka bir Avrupa liberalizmi de var. Fakat bu tür liberaller, örneğin Hollandalı Ayaan Hirsi Ali gibiler, aynı zamanda Ortadoğu’da Amerika’nın artık fiyaskoya uğramış emperyalist macerasına destek vererek Batı ve İslam dünyası arasında laiklik aracılığı yapma şansını yitirdiler. Dolayısıyla Atatürk’ün hedeflediği, bağımsız ve çağdaş Türkiye’yi düşleyenlerin Avrupa’da el ele verebilecekleri bir fikir akımı veya siyasal güç yok. Türkiye’nin bulunduğu tarihi yol ayrımında, Atatürk’ün bağımsızlığa asıl neden önem verdiğini anımsamakta, sözlerini kılavuz yapmakta yarar var: “Bu hatveleri (çağdaşlık yolunda adımları) doğru ve muayyen bir istikamet dahilinde atabilmek için, kendi mukadderatımıza kendimiz sahip ve hâkim olmak mecburiyetindeyiz.” (* ) İsveç, Östgöta Correspondenten gazetesi başyazarı. PENCERE Asker Üzerine Varsayım?.. Amerika’nın ünlü dergisi Newsweek’te çıkan bir yazı Türkiye’de epey ilgi çekti... Yazı ne diyor: 2007 yılında Türkiye’de askeri darbe olasılığı yüksek... Ne ölçüde?.. Olasılık yüzde 5050... Bizim aklıevvellerle çokbilmişler hemen tartışmaya başladılar: Asker müdahale eder mi?.. ? Maşallahımız var!.. Hiç kimse çıkıp da sormuyor: Böyle bir tartışmanın hem Amerika’nın önemli bir dergisinde, hem Türkiye medyasında gündeme girmesi ‘vahim’ değil mi?.. Hayır... Asker tartışılıyor!.. Yazılanlara bakarsanız, okursanız, herkes ne kadar uzman, bilgiç ve de çokbilmiş bu konuda... 2007’de askeri darbe olur mu?.. Yok canım... ? Bir de AB tartışması var ki evlere şenlik... AB bizi ne tutuyor, ne bırakıyor, ne dışlayacak, ne içine alacak... Üyelik için en kısa süre konusunda öngörülen zaman ne kadar?.. 10 yıl.. 15 yıl.. Ama AB bize ne diyor?.. Güney Kıbrıs Rum devletini tanı!.. Peki, Asya’ya konuşlanmış Kıbrıs adasındaki RumTürk çatışmasının içine AB neden giriyor?.. Türkler enayi mi?.. Osmanlı mı?.. Osmanlı’nın son günlerindeki şamar oğlanının yerini Türkiye Cumhuriyeti mi aldı?.. ? Amerika bizim stratejik müttefikimiz... Peki bu stratejik müttefik neden terör örgütü PKK’yi himayesine almış ve Türkiye’ye karşı koruyor?.. Hem sicilli terör örgütü.. Hem koruma altında!.. Ankara’nın sesi bu alanda neden hiç çıkmıyor?.. AKP niçin suspus oturuyor?.. ? Yoksa bu AKP içerde ılımlı İslam devleti kurmak için Bush yönetimine mi muhtaç?.. AKP ne AB’ye Kıbrıs’ta ‘evet’ diyebiliyor, ne de ABD’ye Ortadoğu’da yeterince servis yapabiliyor; çevreden kuşatılmış sıkıştırılıyor; dost görünen Batı dünyası bizim dincileri evire çevire şaşkına çevirdiler... AKP’nin derdi günü dincilik!.. ? Bir de bu çapraz üstüne yüzde 25 oy oranıyla Meclis’in yüzde 35’ini ele geçirmiş Tayyip Erdoğan, beş ay sonra Çankaya’ya çıkmaya hazırlanmıyor mu?.. RTE hele bir çıksın Köşk’e, asker, yargı, üniversite, devlet ve de ne varsa hepsinin tozunu atacak!.. Laik Cumhuriyete fatiha okuyacak... Peki nerden biliyoruz?.. Çünkü yapacakları yaptıklarından bellidir.. ? Peki, asker ne yapacak?.. Laik Cumhuriyete sahip çıkmak için müdahale mi edecek?.. Soru bir Amerikan dergisinde sorulmuş; ama, sorulmasa ne değişirdi?.. Türkiye’de herkesin gizli açık tartıştığı konular bunlar!.. 2007’de eğer adaletli, eşit, baskısız, doğru dürüst seçim isteniyorsa tarih öne alınmalı, sandığa cumhurbaşkanı seçimlerinden önce gidilmelidir... Eğer AKP Cumhurbaşkanlığı seçimini genel seçimden önce yapmaya kalkarsa, Ana Muhalefet Partisi Meclis’ten çekilmelidir. ‘Dertler Pazarı’ Günümüzde... “Bütün didinmemize rağmen, cehaletin boğucu karanlığından, müspet ilmin aydınlığına köyümüzü kavuşturamadık” diye yazmış, köy öğretmeni Mahmut Yağmur... Elli yıl önce, bir Köy Enstitülünün bu acı seslenişini okuyan Melih Cevdet Anday, konuyu biraz derinleştirmiş, Yağmur’un “Atatürk’ün sindirdiği yobazlar onun ölümünden sonra kımıldamaya başladılar” sözünü ele alıp şunları yazmış: “Bana kalırsa, yobaz, yobazlık sözcüklerinin anlamı daha geniş tutulmalı... Böyle tutulacak olursa, kentlerimizde çeşitli görünüşte yobazlar bulunduğu anlaşılır... Bunlar yüksekokullarda, bilim adına da konuşabilirler. Bunların etkisi, küçük bir köydeki sarıklının etkisinden daha büyüktür. Denebilir ki, köydeki yobazlık, oldum bittim kentlerdeki yobazlıktan doğar.” ??? “Ardıçkuşu” adlı sanat dergisi, Mahmut Yağmur’la ilgili bir özel sayı çıkardı. Kim Yağmur diyeceksiniz! Yaşı seksene ulaşmış, tüm yaşamını köylerde, kasabalarda çağdaş eğitim anlayışını öğretmekle geçirmiş bir aydınımız... Köyde doğmuş, köyü anlatmış, aydınlatmış bir eğitimcimiz... “Dertler Pazarı”, “Sancılı Çağ” adlı kitaplarını okuduktan sonra Cumhuriyet’te çıkan bir yazımda, Yağmur’un topluma hangi bildiriyi vermek istediğini şu satırlarla belirtmiştim: “Yalnız yurdumuzun değil, dünya insanlarını ilgilendiren, günden güne de artan, yoğunlaşan sorunlara eğilen bir kişi... Hepimizi ilgilendiren sorunlar bunlar!.. Ya hep, ya hiç dönemindeyiz. Ya bütünüyle insanlık kurtuluşa ulaşacak ya da mahvolup gidecek, er geç bir gün...” Yılların dostu, düşünce yoldaşı, Köy Enstitülerinin ülkemize kazandırdığı nice yürekli, bilgili, çevresine ışık saçan, hâlâ da yazılarıyla, çalışmalarıyla çocuk yaşında yüklendiği görevi sürdüren öncülerden biri... “Ardıçkuşu” dergisinin Yağmur’a ayırdığı özel sayıda değerli yorumlamalar var! Başaran’dan Kaleli’ye, Nuri Ayvalı’dan Mehmet Aydın’a, Köklügiller’den Tunç Yalman’a, Vahap Okay’dan, Kemal Tosun’dan Necdet Ertek’e... Bu arada Mahmut Yağmur’un da, gazetelerde yayımlanmış, güncelliğini yitirmemiş ilginç yazıları var... ??? Burhan Arpad Anadolu köylerini gezdikten, köy gerçeklerini yakından tanıdıktan sonra “Dertler Pazarı” için şunları yazmış: “Mahmut Yağmur’un yazıları, aradan geçen koskoca on yılın ardından köyde hiçbir şeyi değiştirmediğini, acı acı gerçek örneklerle anlatıyor! Yazar girişte, ‘Bu kitabı gülüp eğlenmeleri için değil, ağlayıp düşünmeleri için aydınlarımıza sunuyorum’ diyor. Anlattıklarına sade ağlamak değil, içi parçalana parçalana dövünmek gerekir! Mahmut Makal’ın ‘Bizim Köy’ündeki ve Mahmut Yağmur’un ‘Dertler Pazarı’ndaki köy arasında hiç fark yok. Oysa arada koskoca yıllar ve koca koca demeçler var.” ??? Değerli dostum Mahmut Yağmur’un ve Yağmur’ların işleri bitmiş değildir! Yaşam boyu uygar bir Türkiye yaratmak özlemlerini, çabalarını günümüzde de sürdürmektedirler. Halil KARAVELİ (*) tatürk Batı’yı, çağdaş uygarlığı hedefledi. Fakat Batılılar Kinross gibi birkaç tarihçi ve yazar hariç Atatürk’ü ve Kemalizmi hiçbir zaman sevmediler. Bugün de Avrupa, Türkiye’de Kemalizmi “gericilik” olarak tanımlayan “liberal düşünce derneklerini” besliyor. Niçin? Kurtuluş Savaşı döneminde Batı emperyalizmi dincilerle ve Osmanlı liberalleriyle el eleydi. Türkiye tarihi tekrar yaşıyor. Emperyalizme karşı koyup galip gelen Mustafa Kemal’i Batı sanki affetmedi. Muhafazakârlar, Hıristiyan demokratlar Türkiye’nin Batılı olmak istemesini hazmediyorlar. Bu doğaldır. Fakat kendi ülkelerinin emperyalist tarihinden utanç duyan, Türkiye’ye karşı ırkçı kökenli önyargılar beslemeyen aydın, liberal ve sosyal demokrat Avrupalıların Atatürk’e yabancılıkları, neredeyse düşmanlıkları, ilk bakışta daha şaşırtıcı. Bu yabancılık demokratik “duyarlılıktan”, Atatürk’ün “diktatör” olarak görülmesinden kaynaklanıyor demek de bilmeceyi çözmez. “Aydın” Avrupa’dan laikliğe sahip çıkması, dolayısıyla Kemalizmin de aydınlanmacı özüne değer vermesi beklenir. Liberal Batı’nın Atatürk karşıtlığı irdelendiğinde bunun aslında Batı’nın kendi kimlik krizinden kaynaklandığı ortaya çıkar. A Radikal İslamın meydan okuması Avrupa’da aydınlanmanın, modern Avrupa’nın köklerinin sorgulanmasına yol açtı. Uygarlıklar çatışmasından ürken aydın Avrupalılar çareyi dincilikle uzlaşmada arıyorlar. İslamcıların eğitim, giyim gibi konulardaki talepleri anlayışla karşılanıyor. Laikliği “köktencilik” diye tanımlayan, türbanın kadınları “özgürleştirdiğini” savunan liberallerin ve sosyal demokratların sayısı hiç de az değil. Orhan Pamuk’un Nobel ödülü de bu bağlamda anlamlı. Türkiye genelde Pamuk ve Nobel’i Ermeni konusuna endeksledi. Tartışmalar yazarın Türk milliyetçiliğine düşmanlığına ve eksik tarih bilgisine takılı kaldı. Halbuki Nobel’i veren İsveç, Pamuk’ta “Avrupa’nın kaderini biçimlendirecek soruya”, İslamla ilişkiye yanıtlar arıyor ve bulduğunu düşünüyor. Hayatı boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun kaybolmuş olmasının yarattığı hüznü yaşadığını yazan, Cumhuriyet’in içini boş bulup kendisini bir “Osmanlı” olarak tanımlayan Pamuk, İsveç aydınları için İslami geleneklerle Batı arasında köprü kurma umudunu canlandırıyor. Radikal aydınlanmacı Cumhuriyet yerine çare muhafazakâr Osmanlı mirasında aranıyor. İsveç Orhan Pamuk’u şöyle okuyor, şu dersi çıkarıyor: “Tepeden inme” bir aydınlanmanın başarıya ulaşması mümkün değildir; Nobel, Bilimsel Kişilik ve Etik Değerler Nobel ödüllerini verenler, önlerindeki adayların salt yazın, bilim ve barış alanındaki çalışmalarının ötesinde; asıl, insanlığa yapmış oldukları hizmetlere bakmak, onların kişiliklerini de hesaba katmak zorundadırlar. Prof. Dr. Ruşen KELEŞ tuz yıl önce, 1976’da, Milton Friedman Nobel Ödülü’nü aldığında da bu başlık altında Cumhuriyet’te bir yazım yayımlanmıştı(*). Kısa bir süre önce bir Türk yazarın Nobel ile ödüllendirilmesi ve birkaç gün önce de Friedman’ın yaşama veda edişi nedeniyle konuya yeniden bir göz atmakta yarar görüyorum. Amerikalı profesörün kimi özellikleri, Nobel kararlarının yerindeliğini sorgulamayı haklı çıkaran başlıca etmendir. Bir kez, ülkesinin en ünlü üniversitelerinde yıllardan beri öğretim görevi yapan Friedman’ın; ekonomi biliminin fiyat kuramı, tüketim, para, enflasyon ve istikrar politikası gibi temel konuları üzerine yazılmış önemli yapıtları vardır. Ve bu kitaplarda yer alan görüşleri kapitalist ülkelerin devlet ve siyaset adamlarına ışık tutmuş, öğrencilerini, siyaseti ve piyasa yaşamını geniş ölçüde etkilemiştir. Friedman’ın ikinci özelliği, tutucu bir iktisatçı olması, adının liberal ekonomi ve kapitalizm ile hemen hemen özdeşleşmiş bulunmasıdır. Adam Smith’in bireye sınırsız girişim özgürlüğü tanıyan, toplumu önemsemeyen öğretisinin ufak tefek değişikliklerle çağımızdaki savunuculuğunu yapan bilim insanlarının başında, kuşku yok ki, o gelir. Bu yönüyle, yalnız Üçüncü Dünya ülkelerinin genç, aydın ve yeniliksever iktisatçıları değil, kapitalist ülkelerdeki kimi meslek arkadaşları bile onu yadırgamışlardır. Üçüncü nokta, ödül sahibi iktisatçının dünya görüşü, siyasal eğilimi ve kişiliği ile ilgi O TÜRK SOSYAL BİLİMLER DERNEĞİ (TSBD) SEMPOZYUM DUYURUSU* Genel Teori’den 70 Yıl Sonra 12 Aralık 2006 Ankara ODTÜ Kongre ve Kültür Merkezi B Salonu 1 Aralık 2006, Cuma Açılış Konuşması / Galip Yalman (TSBD) Açılış Konferansı / Bilsay Kuruç (Ankara Üniversitesi (E)) Ara 1. Oturum: Fikirleri ve Yapıtlarıyla Keynes / Hüseyin Özel (Hacettepe Ü.); İşaya Üşür (Gazi Ü.); İbrahim Tanyeri (Hacettepe Ü.); Willi Semmler (New School University, ABD); Korkut Ertürk (The University of Utah, ABD). 13.0014.30 Ara 14.3017.00 2. Oturum: Keynesgil İktisat, Toplum ve Siyaset / Andrew Gamble (The University of Sheffield, İngiltere); Sinan Sönmez (Atılım Ü.); Ahmet Haşim Köse (Ankara Ü.); Jan Kregel (UN Department of Economic and Social Affairs); Yılmaz Akyüz (UNCTAD (E)). 2 Aralık 2006, Cumartesi 10.0012.00 3. Oturum: Keynesgil İktisat, İstihdam ve Finansal İstikrar / Edward Nell (New School University, ABD); Nazım Ekinci (Pamukkale Ü.); Ajit Singh (University of Cambridge, İngiltere); Bill Gibson (University of Massachusetts, ABD). 12.0013.30 Ara 13.3015.30 4. Oturum: Keynes Sonrası İktisat ya da PostKeynesçilik / Fuat Ercan (Marmara Ü.); Malcolm Sawyer (University of Leeds, İngiltere); Ferda Dönmez (Ankara Ü.); Özlem Onaran (İ.T.Ü.) 15.3016.00 Ara 16.0018.00 5. Oturum (Panel): Keynesgil İktisadın Türkiye’ye Yansımaları / Korkut Boratav (TSBD); Tuncer Bulutay (Ankara Ü. (E)); Gülten Kazgan (İstanbul Bilgi Ü.); Oktar Türel (TSBD). * ODTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün işbirliğiyle. TSBD, sempozyuma parasal katkıları için Bayındır Hastaneleri, British Council ve ODTÜ Avrupa Araştırmaları Merkezi’ne teşekkür eder. 09.3009.45 09.4510.30 10.3010.50 10.5013.00 lidir. Ünlü bilgin, totaliter bir rejimi her çareye başvurarak ayakta tutmaya çalışan bir cuntaya, Şili diktatörüne akıl hocalığı yapmıştır. Kendi ülkesini yönetenlerin başka ülkelerdeki diktatörlere her türlü resmi desteği vermekte sakınca görmüyor olması, kuşkusuz, bir bilim insanı için baskıcı rejimleri desteklemenin gerekçesi olamaz. 1970 sonrası Şili’de tüm demokratik güçleri yıldıran General Pinochet’ye hizmet sunarken, Friedman onun kurduğu baskıcı rejimin karşısında olduğunu, ama ona sağladığı “teknik yardımın”, insanları bir salgın hastalıktan korumak için bu tür yönetimlere bir hekimin yapmak zorunda bulunduğu yardımdan farklı olmadığını öne sürmüştür. Böylece, değerleriyle davranışı arasındaki tutarsızlığı dünya kamuoyu karşısında kendince haklı göstermeye çalışmıştır. Bilimsel düşünce özgürlüğünün saygı gördüğü her yerde, çağın gelişmelerine uymasa ve geniş yığınların özlem ve gereksinmelerine yanıt vermese de; bilim insanları, düşündüklerini, bildiklerini, araştırmalarının sonuçlarını özgürce açıklarlar. Kimi zaman daha da öteye giderek, yaşadıkları toplum ve dünya ile hizmet ilişkileri de kurabilir, yeteneklerini kendi toplumlarının ve hatta tüm insanlığın hizmetine sunabilirler. Ne var ki, bilginler, yanlış yolda olduğu açıkça görülen siyasal iktidarların yanında yer aldılar, bunu alkışları ya da suskunluklarıyla ortaya koydular mı, birçok yönden tutarsızlığa düşmekten kurtulamaz, saygınlıklarını yitirir ve tarihe karşı da sorumlu olurlar. İnsan haklarının çiğnendiği, siyasal mahkumlara akla gelmedik işkenceler yapıldığı, sen dikaların işlemez duruma sokulduğu, siyasal partilerin ve derneklerin hukuk tanımaksızın kapatıldığı bir ülkenin başındaki cuntaya bir bilim insanının, ekonomik konulara özgü olsa bile, danışmanlık yapması, değerlerden tümüyle arınmış bir “teknik yardım” olarak nitelenmeye ve üstelik ödüllendirilmeye hiç elverişli değildir. Nobel ödüllerini verenler, önlerindeki adayların salt yazın, bilim ve barış alanındaki çalışmalarının ötesinde; asıl, insanlığa yapmış oldukları hizmetlere bakmak, onların kişiliklerini de hesaba katmak zorundadırlar. Bunun gibi, İsveç Bilim Akademisi, dünyaya egemen olmasını arzuladığı sistemler ve rejimlerle ilgili öznel eğilimlerini ödül kararlarına yansıtmak hakkına da sahip sayılamaz. Çünkü, bu ödüllerin dağıtımındaki temel kural, “insanlığa hizmet”tir. Toplum bilimlerinde ve bu arada ekonomide “insanlığa hizmet”i tanımlamak ise fizikte, kimyada ve tıpta olduğundan çok ayrı ve güç bir iştir. Değerlerle ve siyasal tercihlerle iç içe girmiş bulunan bir dalda ödül alacak kişilerin seçiminde, bu nedenle, çok tutarlı, inandırıcı ve doyurucu ölçütler uygulamak gereği vardır. Bu yönden bakıldığında, İsveç Bilim Akademisi’nin kararı ile gerçekte, Friedman’ın kendisi değil, fakat yıllardır sözcülüğünü yaptığı bir ekonomik sistem ile, danışmanlığını yapmakta sakınca görmediği bir siyasal rejim ödüllendirilmiştir. Nobel ödüllerinin dağıtılmasında uzunca bir süredir gözlenebilen değer yüklü yaklaşım Nobel’in saygınlığını da etkilemekte; bu ödüle erişebilmeyi yakın zamanlara değin bir onur sayanları düş kırıklığına uğratmaktadır. Bu yüzden birçok değerli kişi ödüle aday olmaktansa olmamayı kendi bilim ve sanat anlayışlarına ve dünya görüşlerine daha uygun bulmaktaysalar, onları anlayışla karşılamak gerekir. (*) 14 Ekim 1976 CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle