25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 29 KASIM 2006 ÇARŞAMBA 14 İstanbul Devlet Opera ve Balesi ‘Macbeth’ operasını 23 yıl aradan sonra tekrar sahneliyor KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Fotoğraf: Vedat Arık DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Fahri Erdinç Kimi yazarların yaşam serüvenleri yapıtlarının önüne geçer. Öncelikle başlarından geçen ilginç olaylarla anımsarız onları. Fahri Erdinç de böylesi yazarlarımızdan. Sabahattin Ali’nin 1948’de Bulgaristan’a geçmeye çalışırken sınırda öldürülmesinden bir yıl kadar sonra Fahri Erdinç de iki arkadaşıyla birlikte aynı serüvene girişir ve başarılı olur. Bu tarihten sonraki hayatı göçmen bir yazarın hayatı olarak sürecektir. Şu günlerde Yordam Yayınları yazarın iki kitabını birden yayımladı: İlki, Nâzım Hikmet üstüne anıların yer aldığı, Kalkın Nâzım’a Gidelim; öteki ise önemli romanlarından biri olan Acı Lokma. ??? İlkin, Nâzım kitabını okudum, büyük şairimizin özellikle de yurtdışında geçirdiği yıllara ilişkin yeni ayrıntılar öğrenebilmenin heyecanıyla. Gerçekten de kitap yanıltmadı beni. Fahri Erdinç, Nâzım Hikmet’in Bulgaristan ziyaretlerinin tanığı olmasının yanında onunla Leipzig’deki Türkiye Komünist Partisi merkezinde de birlikte çalışmış. O günlerin kimi olaylarını da aktarıyor kitabında. Fahri Erdinç daha on üç yaşında bir çocukken Nâzım, ilk kitaplarıyla ünü ülkeyi sarmış bir şairdir. Yetişme yıllarında şiirleriyle onu etkilemiş, peşinden sürüklemiştir. Yanında Nâzım’ın şiirleriyle dolaşmakta, her fırsatta çevresindekilerle paylaşmaktadır onları. Babasından daha on üç yaşındayken bu nedenle tokat yer; köy öğretmeni olarak bulunduğu bir yerde Nâzım’ın şiirlerini okuduğu bir köylüden de şu sözleri duyar: “Şiir olamaz bu okuduğun, bunu ben bile anladım.” ??? Yurtdışı yıllarına ilişkin aktarılan tanıklıklar arasında, ise özellikle, Nâzım’ın 1951’deki Bulgaristan ziyaretinin arkasında o sırada Türkiye’ye göç etmek isteyen Türklerin göçünün durdurulması gibi bir görevi olup olmadığı konusundaki tartışmalar dikkat çekiyor. Ülke yöneticilerinden Ali Rafiev’in açıklamalarıyla bu konuda birinci elden bilgiler aktarılıyor. Aynı yöneticinin Nâzım’ın Sovyetler Birliği’nde yaşadığı kimi sorunlar üstüne söyledikleri de şairimizin o günlerini anlayabilmenin kimi anahtarlarını sunuyor. Yine Nâzım Hikmet’in yurtdışı yıllarında en yakınlarında bulunan Ekber Babayev’in anlattıkları; şairin Paris dönüşü uğradığı Leipzig’de pantolonundan ayakkabısına, üzerindeki her şeyi oradaki arkadaşlarına dağıtması; Nâzım Hikmet adı verilen geminin ilk sefere çıkış töreni, kitabı daha da ilginç kılan bölümler. ??? Acı Lokma ise her şeyden önce özyaşamöyküsel bir roman. Yazarın Akhisar’da geçen çocukluk ve gençlik yıllarının yansımaları. Ama ondan da önce, romanın açılış bölümünde, yazarın bütün hayatının yazgısını değiştiren “kaçış”ın anlatıldığı bölümle ilgi çekiyor. Romanın geçtiği yerler önemli tarım alanları. Bu nedenle yazarın kalemi, bu son derece verimli toprağı anlatırken sanki sürgün veren bir dal gibi yeşeriyor, coşuyor, toprağın verimi, coşku dolu bir edebiyat anlatısına dönüşüyor: “Bir halı ise bizim ova, atlas bezekleri ille dayımızın tütünleri, bağları, ekinleri, bahçeleridir. Gümüş bezeği de zeytinliklerdir. Artık o koyun gözü papatyalar, o güleç gelincikler, o ayıtlar, o mezarlık gülleri, o başı topuzlu genger dikenleri, o eşek helvaları, o toprak damarı gibi ayrıklar, o defneler, o pelinler, bir de her dalda, her saçakta guklayan kumrular...” Acı Lokma, günümüz roman okuruna hayli uzak bir yapıt gibi görünebilir. Ama bu özelliği onun ilginçliğini azaltan değil, artıran bir unsur. turgay@fisekci.com İhtiraslarına yenik düşenler AYÇA TEZER stanbul Devlet Opera ve Balesi, 23 yıldan sonra ilk defa Giuseppe Verdi’nin Shakespeare’in ünlü tragedyasından yola çıkarak bestelediği ‘Macbeth’ operasını sahneliyor. Yekta Kara’nın sahneye koyduğu oyunun galası dün akşam Atatürk Kültür Merkezi’nde yapıldı. Librettosunu Franceszco Maria Piave’ın yazdığı yapıtın orkestra şefliğini Alexandru Samoila üstleniyor. Koro şefliğini Markus Baisch’in yaptığı eserin dekoru Michael Scott’a, kostümü Şanda Zıpçı’ya, ışığı Ahmet Defne’ye ait. İktidar hırsı, cinayet, kötülük, entrika gibi insan ruhunun karanlık noktalarını ele alan yapıtta Murat Güney/Gökhan Koç, Suat Arıkan/Necat Pınazoğlu/Gökhan Ürben, Perihan Nayır/Ayşe Tek, Deniz Erdoğan/Arzu G. Yüceer, Hüseyin Likos, Turgut İpek/Şahin Öğüt, Sevan Şencan/Barbaros Taştan, Gökçe Şenyüz/Ahmet Yazıcı, Zafer Çiftçi/Şahin Öğüt dönüşümlü olarak rol alıyor. Macbeth’in çok büyük bir yapım olduğunu dile getiren Yekta Kara, yapıtın 23 yıl sonra ilk defa İstanbul izleyicisiyle buluşmasının kendisine ayrı bir sorumluluk yüklediğini belirterek sözlerini şöyle sürdürüyor: “Macbeth’i yeni nesillere yüz akıyla sunabilmenin sorumluluğu çok büyüktü. Ama çok keyifli bir çalışmaydı. Shakespeare’in güçlü metninin Verdi’nin inanılmaz müziğiyle birleşimi müthiş. Macbeth, karanlık, durağan ve kesintileri çok olan bir oyun. Kesintileri kaldırdım. Sahne geçişlerinde süreklilik olmasına dikkat ettim. Aynı za İ ‘CADILAR ÇOK ÖNEMLİ’ manda günümüzün estetiğini de yapıta yansıtmaya çalıştım. Yapıtta dönem olarak tek bir dönemi almadım. Olay ortaçağda geçiyor. Shakespeare bunu 17. yüzyılda yazmış. Verdi 19. yüzyıl ortasında bestelemiş. Biz de 21. yüzyılda oynuyoruz. 10 yüzyıllık bir dönem söz konusu. Bu zaman içinde insanoğlu hırs ve ihtiras uğruna korkunç işler yapmaktan hiç vazgeçmedi ve içindeki olumsuz dürtülere geçit verdiği sürece de devam edecek. Shakespeare insanı o kadar iyi tanımış, o kadar iyi gözlemlemiş ve öyle karakterler yaratmış ki bunlar asla güncelliğini yitirmiyor.” Yapıtı sahneye koyarken özellikle cadılara çok önem verdiğine değinen Kara, cadıları herkesin içinde barındırdığı ve insanı kötülüğe teşvik eden bir dürtü olarak ele aldığının altını çiziyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Eğer içimizdeki cadıların sesini dinlersek, o zaman kötülük üretmemiz kaçınılmaz olur. Ama onu bastırmak, onun üstüne çıkmak bizim elimizdedir. Kötü bir durum gerçekleştiği zaman hep sorumluyu kendimizin dışında ararız. Özeleştiri yapmayız. İnsanın kendini sorgulaması, hatasını kabul edebilmesi önemli bir erdemdir. Olayın geçtiği dönemde bu yapılmıyordu. Her türlü kötülüğün nedeni cadı olarak nitelendirilen kadınlar olarak düşünülüyordu.” Macbeth ve Lady Macbeth’i hiçbir zaman korkunç karakterler olarak almadığını belirten Kara, onları aklamak değil, anlamaya çalıştığını vurguluyor. Genelde Macbeth’i eşinin denetimi altında onun kışkırtmasıyla her şeyi yapan, daha edilgen bir karakter olarak yorumladıklarını söyleyen Yekta Kara, “Macbeth’i baştan çıkaran, içinde de var olan iktidar hırsıdır. Yoksa zorla kim kime cinayet işletir. Kralın kendisinden sonra gelecek kişinin oğlu olacağını açıklamasını Macbeth hazmedemez. Onun da kendi açısından haklı nedenleri vardır. Lady Macbeth de kral kızı. Küçükken babası ve erkek kardeşleri öldürülüyor ve tahta bir başkası geçiyor. Lady’nin iktidar hırsı gözünü döndürüyor, ama bir yandan da bu hırs için kalbinin taşlaşmasını istiyor. Demek ki hâlâ içinde olumlu hisleri var. Sonunda da bu iktidar hırsı iki karakterinde sonunu getiriyor” diye düşüncelerini açıklıyor. İktidar savaşı acbeth rolünü ikinci oynayışı olduğuMYekta nu söyleyen Gökhan Koç, öncesinde Kara’yla derinlemesine bir Shakespeare incelemesi yaptıklarını dile getiriyor ve ekliyor: “Shakespeare’in Macbeth’iyle Verdi’nin Macbeth’i arasında farklılıklar var. Tiyatrodaki Macbeth ve Lady Macbeth karakterlerini analiz edip operaya yedirdiğimizde ara boşlukları daha derinlemesine oynama olanağını bulduk.” Lady Macbeth rolündeki Perihan Nayır ise “Lady Macbeth, iktidar hırsına yenik düşmüş, istekleri için her şeyi yapabilecek bir kadın. Ama aynı zamanda da yaptığı bütün kötülükleri bilinçaltına atmasının verdiği bir sıkıntı da var. Sonunda da kadınlık içgüdüsü ortaya çıkıyor ve bu onun delirmesine yol açıyor. Lady Macbeth, opera literatüründe gerçekten çok önemli bir karakter. Ses rengi çok farklı ve herkesin söyleyebileceği bir parti değil” diye konuşuyor. Banco rolündeki Suat Arıkan, 23 yıl önce aynı rolü Aydın Gün rejisiyle seslendirdiğini belirterek Macbeth’in çok keyif alarak oynadığı bir yapıt olduğunu dile getiriyor. Macduff rolündeki Hüseyin Likos ise Shakespeare’in yaşamın ta kendisi olduğunu söyleyerek iktidar savaşlarının insan var oldukça devam edeceğini sözlerine ekliyor. Sevgiler, selamlar kalender Süreyya... ARİF DAMAR kim 2006 ayı ve bu ayı da E kapsayan edebiyat dergilerinden: Akatalpa, Berfin Bahar, Deniz Suyu Kâsesi, Dize, EHali Aşkın, Esmer, Evrensel Kültür, Hayâl, İle, Kitaplık, Lâcivert, Memleket Edebiyat, Merdivenşiir, Mor Taka, Sözcükler, Şiiri Özlüyorum, Tam Edebiyat, Tay, Tavır, Ünlem, Varlık, Yasak Meyve ve Yazılıkaya’da yayımlanan şiirleri okudum, inceledim. Süreyya Berfe’nin sözcükler dergisinde yer alan ve dört bölüme yayılmış “Bir Enkazdan Gelen Duyulurduyulmaz Sesler” adlı şiirini Ayın Şiiri olarak değerlendirdim. Süreyya Berfe 1943 doğumlu. Onu, İsmet Özel (1944), Ataol Behramoğlu (1942), Nihat Behram (1946) gibi şairleri bir kuşak olarak varsayarsak aynı kuşak içinde ele alabiliriz. Üzülerek itiraf ediyorum ki ben Berfe’nin dergilerde yayımlanan şiirleri dışında hiçbir kitabını okumadım. Onu bütünüyle değerlendirmeye kendimi yetkin görmüyorum. Bu konuda Cemal Süreya’nın (Yakın arkadaştılar. Sunay Akın’ın evlenme törenine hep birlikte gitmiştik. Gelindamatla birlikte bir de fotoğrafımız çekilmişti. Hâlâ saklarım.) Şiir Sanatı Dergisi’nde yayımlanan yazısından en can alıcı bölümünü aktarıyorum. Bu yazının 1965’te yazıldığını ve Süreyya’nın o sıralarda Kanıpak soyadını kullandığını da belirtmek yerinde olur. Ayrıca Berfe, henüz şiirlerini bir kitapta toplamamıştır. İlk kitabı Gün Ola, 1969’da çıkmıştır. Evet, şöyle diyor Cemal Süreya: “Kişide karıncalanma duygusu uyandıran bir envanter tutkusu, sağlam bir çağrışım şiiri, tutarlı bir görüntü sevgisi... Kanıpak’ın iç ekonomisinde daha çok bu özellikleri görüyoruz.” Aradan 41 yıl geçmiş. Berfe bugünlere kadar şiirini kesintisiz sürdürdü. Benim başvurduğum kaynak rahmetli Atilla Özkırımlı’nın 1983’te yayımlanan Türk Edebiyatı Ansiklopedisi. Burada Özkırımlı,Savrulan adlı (1971) bir şiir kitabı daha çıkardığını yazıyor. 1983’ten bu yana 23 uzun yıl geçti. Kuşkusuz başka kitaplar da yayımlamıştır. Sürayya Berfe Mustafa Kemal Atatürk’ün akrabasıdır. Bu durumda Atatürk’ün çok yakın akrabası olan, benim de çok yakından tanıdığım TKP’nin efsane ismi Reşat Fuat Baraner’in de akrabası oluyor. Bu konuyu birkaç gün önce, şimdi Foça’dan Urla’ya göçen Berfe ile de konuştum. Süreyya Berfe okuduğunuz bu şiirde benim görebildiğim kadar çağrımlardan, vazgeçmemiş. Şiirine ustaca ve dozunda alaylama katmış. Benim izleyebildiğim kadar dergilerde okuduğum eski şiirlerinden çok üstün bir çizgide. Şair olgunluk dönemine alabildiğine girmiş, varmış diyemez miyim? Sevgiler, selamlar kalender Süreyya!.. Not: Bu yazıyı yazarken adlarını saydığm dergilerin tümü, sağ olsunlar, kendilerinin adresime gönderdikleridir. Gerek İstanbul içinde ve gerek dışından pek çok dergiyi göremiyorum. Para verip almıyorum, alamam da. Örneğin H. Gösteri dergisi kaç kez rica etmeme karşın hâlâ gelmiyor. Görüp okuyamadığım dergilerde şiirleri çıkan şairler, benim seçimimin dışında kalıyorlar mecburen. Adresim: Mühürdar Cad. 129/6, Moda, İstanbul. PORTRE/SÜREYYA BERFE 1943 İstanbul doğumlu Süreyya Berfe, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde bir süre okudu. Yayınevleri ve reklam şirketlerinde çalıştı. Şiirleri ilk önce Düzlem (1963), sonra Zeren, Türk Dili, Yeni Dergi, MilliyetSanat, Gösteri dergi ve gazetelerinde yayımlandı. İlk şiirleri Süreyya Kanıpak imzasıyla çıkan Berfe, 1966’da Kasaba adlı şiiriyle Türkiye Milli Talebe Federasyonu Kültür Yarışması’nda birincilik kazandı. Şiir Çalışmaları adlı kitabıyla 1992 Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü aldı. Şiir: Gün Ola (1969), Savrulan (1971), Hayat ile Şiir (1980), Ufkun Dışında (Toplu Şiirleri, 1985), Şiir Çalışmaları (1992), Ruhumun (1998). Çocuk Kitabı: Çocukça (1982). Bir Enkazdan Gelen Duyulurduyulmaz Sesler 1. Beni yakınına aldı. Yok yere ağrıdı her yanım toroyla kıykıy bile garipsedi İkisi de havlamadı bu gece. Üç kat merdiven indim uzun, yıllar süren üç kat. Topuklarıma kadar kara sular indi. Vardır bir bildiği bana söylemedi. Durmadan yoruldum dağlara vursaydım kendimi karlar gözümü alsaydı şu geberik gürültü bitseydi sadece güneşe dil dökseydim daha iyi adam olurdum. 2. Otuz sekiz yıl önce ölmüştüm Keşke ölseymişim yosun bağlamıştı çoktan güneş yanığı taşım. “Öküzüm baykuşum tabiat kanunum” Biliyorum numaradan sıkışıyor kalbim. Yeter çektiğin, çektirdiğin. Dur da görelim. 3. Meşhur bir politikacının afişlerini yapıştırıyordu kadınlar orada, Foça’da palmiyelere yapıştırıyorlardı. Yakışıklı buluyorlarmış o adamı. Çok kötü, ama çooook. Güneşe, aya kim bakacak ki? Gülün kokamayışına çarenin, kurtulmanın nefes alabilmenin de kokusuna, kim ve neden? Sen, sev seninkileri eniklerle bebekler karışmış birbirine, öyle. Şeytan, “aşkın aşk olduğu zamanlardaki gibi âşık ol belki, bak belki belki de geçer hepsi” diyor. Parmağın bile acımaz n’oldu ki? 4. Yaram güzel, iyileşmez geçmez. Sardıkça yaram kendine benzer. Benden başka da kimsesi yokmuş. Onun yüzünden sızlayanlar kanayanlar, ağrıyanlar... Hastane olsa sen de ben de kuyrukta. Yaram bana yakışmış ilk kez, evet ilk kez yara olduğunu anlıyormuş. yara değil, şaheser hoh dese hepsi biter. Oturacak sandalyesi olmasa yara olmaktan vazgeçer döner aşkmeşk iksirine. Böyle mi değil mi? Her şey yolunda yaram kaynar, korkma. Süreyya Berfe CUMHURİYET 14 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle