15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 11 KASIM 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL ‘Bizim de Öyle Bir Başbakanımız Olsa...’ Yüksel PAZARKAYA PENCERE Uygarlık Sınavında Türkiye’nin Yeri?.. İnsanlık tarihi bir bütündür; ama, uygarlık tarihini ve yaşadığımız çağı anlayabilmek için ‘dinci devlet laik devlet’ ayrımı arasına kara tahtada tebeşirle bir dikey çizgi çekmenin yararı tartışılmaz... Bu çizginin anlamı ne?.. Sayalım: Aydınlanma.. Bilimsel teknik devrim.. Sanayileşme.. Kul’dan Birey’e geçiş.. Laik devlet.. Demokrasi.. Yukardaki altı satırın tek bir tümcede birleşmesi çağdaş dünyayı yarattı... Ve ne yazık ki bu dönüşüm Müslüman dünyasında değil, Hıristiyanlık coğrafyasında gerçekleşti... İnsanlığı bugün çekip çeviren güç ‘Batı’da odaklanmıştır... Batı ile Doğu arasındaki bugünkü çatışma üzerine çeşitli yorumlar yapılıyor... Yorumların sağlıklı, gerçek ve doğru olabilmesi için her şeyden önce kara tahta üzerinde ‘dinci devlet laik devlet’ arasındaki tarihsel farkı dikey bir çizgiyle ayırmak zorunludur... Aynı zamanda yaşanan çağ farkıdır bu... ? Türkiye tebeşirle çekilen dikey çizginin hangi yanındadır?.. Batı’da mı?.. Doğu’da mı?.. Laik mi?.. Dinci mi?.. Ülkemizde sözüm ona demokrasi kapsamında yoğunlaşan tartışmanın içeriğini oluşturan ‘muhteva’ ne yazık ki bu... Avrupa’da bu tartışma geçmiş yüzyıllarda kalmış, çoktan noktalanmıştır, ‘dinci devlet’ sorunu Avrupalı için tarihe gömülmüştür... Bizim için ise günceldir... ? Türkiye’de asker ne diyor: İki kırmızı çizgi var: Bölünmezlik.. Ve laiklik.. Peki, Amerika ne diyor: ‘Ilımlı İslam devleti modeli!..’ Askerin bu konuda konuşmasını demokrasiye aykırı bulup engellemek isteyenler rüya görüyorlar... Bir ülkenin varoluşu laik Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı tartışılmaya başlandı mı sıradan koşullar rafa kalkar; olağanüstü tehlikenin yarattığı tehdit yaşamsal güdülenmeyi devreye sokar; ‘hayatın kanunu’ işlemeye başlar... Türkiye dinci devlet mi olacak?.. Kara tahtadaki dikey tebeşir çizgisinin belirlediği ayrımda ‘dinci devletler’ bölümüne mi kayacak?.. ‘Ilımlı İslam devleti modeli’ni mi benimseyecek?.. Soru işareti ABD ve Türkiye’deki ‘mürteci’ ve ‘takıyyeci’ iktidar marifetiyle hükümet düzeyine tırmanmıştır... ? Peki, yüzde 25 oyla iktidara geçen bu hükümet devleti de ele geçirebilecek midir?.. Gelecek yılın eli kulağında!.. Dış desteğini de sağlarsa, AKP hükümetinin Çankaya’ya çıkarak devletin tepesine oturması kaçınılmaz hırsa dönüşecek... Türkiye Atatürk’le sağladığı uygarlık düzeyinden vazgeçerek İslam dünyasındaki öteki devletlerin çağdışı konumuna mı kayacak?.. ? Bu temel soruyu iyice kavramak gerekiyor... Bugün İran nükleer teknolojiyle oynuyor... Ama, kadını köleleştiriyor... Kendi kadınını tesettüre mahkum ederek erkekten aşağı gören bir iktidarın Başbakanı Türkiye’de Cumhurbaşkanı olursa, demokrasi değil, dinci devlet yolunda önemli bir adım daha atılacaktır. ? Avrupa’da, Amerika’da, topyekun Batı’da uzaktan yakından buna benzer bir kaygı, tartışma, sorun yok!.. Türkiye’de var... Ülkemiz dünya çapında çatışmanın ortasında, odak noktasında, tarihsel kavşağında, uygarlık sınavındadır... Yalnız Doğu’ya değil, Batı’ya da doğruyu biz göstereceğiz ve öğreteceğiz. Ucun Sonrası DURUMA bakın: Dışişleri Bakanı, AB ilişkilerimizi ‘‘sağlam raya oturttuk’’ diyor ama, defalarca vurgulandığı ve son Komisyon Raporu’yla da anlaşıldığı gibi, AB’liler ‘‘müzakerelerin ucu açık’’ demekteler. Anlamı şu: Her konuda uzlaşılsa bile, Birlik ‘‘tam üyelik’’ vermeyebilir. Ya da, Fransa’yla Avusturya’da şimdiden söylendiği ve anayasalara madde olarak konduğu üzere, bu konudaki halkoylamalarıyla insanlar ‘‘hayır’’ derlerse, tam üyelik yine yok. Ya ne var? Türkiye AB limanına çift çapayla demirletilecek. Onlar ‘‘ayrıcalıklı ortaklık’’ diyorlarsa da, bu bir ayrıcalık mıdır, yoksa çözülmez bağımlılık mı? Başka? Şimdiden söylendi: Tam üyelik olsa bile, serbest dolaşım ve tarım gibi konularda Türklerin haklarını sınırlayan ‘‘kalıcı istisnalar’’ konacak. Ayrıca, herkes ‘‘tren kazası’’ndan söz etmekte. Dışişleri Bakanı ‘‘sağlam ray’’ sözü ediyor, ama ‘‘ucu açık ray’’ nasıl sağlam olur? ‘‘Kaçınılmaz kaza’’ demek değil midir bu? Haydarpaşa’dan trene binenler bilir: Terminal garlarında yol sonlarına takoz konur ki, trenler sonu açık raydan çıkmasın. Başka türlü, Haydarpaşa’ya gelen trenler kendilerini Marmara sularında bulabilirler! Böyle bir trene ille binmeyi istemek, intihar değildir de nedir? Bir an önce binip başka bir hattan daha iyi bir trenin gelmesini beklemek gerekmez mi? ısacası, AB görüşmelerini kesme zamanı gelmiştir. ‘‘Onlar kesebilir’’ diye korkuyla beklemeden kendi elimizle ve bu çıkışı iyi planlayarak. Nasıl mı? Önce, Kıbrıs sorununu nasıl çözmek istediğimizi kesin karara bağlayıp ilan ederek. Bu da, Kuzey Kıbrıs’ın da en az güney kadar meşru olduğunu ve tanınması gerektiğini vurgulayan, adadaki iki eşit devletin önce iyi komşuluk ilişkileriyle başlayıp sonuçta konfederatif bir çözüme gidebileceklerini öngören bir plan ortaya koyarak olur. Türkiye, adada böyle bir çözüme varılmadıkça şimdiki ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ni tanımamakta ve limanlarıyla hava sahasını onun bayrağına açmamakta ısrar edeceğini de bildirmelidir. Ankara’nın gözünde o cumhuriyeti meşru kılacak olan, ancak böyle bir çözümdür. İkincisi, sorunları çözülmüş bir Kıbrıs’ın, ister ayrı iki devlet, ister birleşmiş olarak AB’deki varlığı da Türkiye’nin tam üyeliğine bağlanmalıdır. Türkiye, kendi tam üyeliği tamamlanmadan Kuzey Kıbrıs’ın Güney’le birleştirilerek AB’ye alınıp kendisinden koparılmasına da razı olamaz. Müzakereleri bu gerekçelerle kesmek, AB’nin Ankara konusundaki içtenlikli niyetini sınamaya yarayacaktır. Bayram etmeyip süreci yeniden başlatabilmek için uğraşacaklarından emin olabilirsiniz. Bayram ederlerse, o da iyi: Tam üye yapmaya zaten niyetleri yokmuş demektir; bunu bir an önce anlamak çok mu kötü olur? G K oethe ile Schiller hayattayken, Cotta Yayınevi onların kitaplarını yayımlardı. Cotta’nın bir anlamda devamı, merkezi Stuttgart’ta olan KlettCotta Yayınevi’dir. Klett, ders kitapları ve sözlükler alanında büyüyüp uzmanlaştı. Cotta ise, 18. yüzyıldan geleneğine sadık kalarak edebiyat yapıtları yayımlıyor. KlettCotta, 1978 yılında Bülent Ecevit’in şiirlerinden bir seçmeyi, onun şiir ve politika, şiir ve tasavvuf üzerine iki denemesiyle birlikte “Ich meisselte Licht aus Stein” (Işığı Taştan Oydum) başlığıyla Almanca olarak çıkardı. Onun şiirlerini, denemelerini Almancaya çevirme keyfi de bana düştü. Bu kitap, Almanca konuşulan ülkelerde geniş yankı buldu. Gazete, dergi ve radyolarda, toplamı, kitabın kendi oylumunu aşan övgü dolu eleştiriler yayımlandı. Bunları da Türkçeye çevirerek bir dosya halinde Sayın Ecevit’e sunmuştum. Kıbrıs Barış Harekâtı üzerinden ancak birkaç yıl geçmiş, Yunanistan bu sayede yeniden demokrasiye dönmüş ve Avrupa Birliği kapısı da kendisine açılmıştı. Demokrasiye geçtikten ve Avrupa rüzgârını da arkasına aldıktan sonra, Kıbrıs Barış Harekâtı’na ve özellikle de bu kararı alan o günlerin Başbakanı Sayın Bülent Ecevit’e karşı müthiş bir propaganda yürütülüyordu. Onun bu harekâtı başlatırken, “Biz savaşmak için değil, adaya barışı götürmek, yalnız adadaki Türkler için değil, aynı zamanda ada Rumlarına da barışı götürmek için adaya gidiyoruz” demesine ve bu sözü gerçekleştirmek için elinden geleni yapmasına karşın, Yunan propagandası başta Almanya olmak üzere Avrupa’da Ecevit adını “Kıbrıs’a kan götüren kişiye” çıkarmış ve hem Sayın Ecevit’in, hem Türkiye’nin imajını büyük ölçüde zedelemişti. KlettCotta Yayınevi’nde onun şiirleri ve denemeleri Almanca olarak yayımlandıktan ve hakkında pek çok eleştiri çıktıktan sonra bu imaj birden silindi. Bunun yerini insancıl, barışçı şair Ecevit imajı aldı. Yalnız kitap hakkında yazan eleştirmenler değil, aynı zamanda yüz yüze görüştüğüm kitabı okumuş Alman aydınları, Bülent Ecevit hakkında iltifatlarda bulundular. Sevdiğim saydığım bir bayan Alman aydınının, kendisiyle karşılaşınca, bana söylediği şu söz bugün de kulaklarımda çınlar: “Keşke bizim de böyle bir başbakanımız olsa!” Oysa, o zamanlar Almanya’nın başbakanı pek de sanatsever ve kendisi çok iyi piyano çalan Helmut Schmidt idi. Başbakan Bülent Ecevit, kitabının Almancada yayımlanacağı günlerde Federal Almanya’ya resmi bir ziyarette bulundu. Ev sahibi Sayın Schmidt. KlettCotta Yayınevi’nin sahibi, Ecevit’in Almanca kitabından iki nüshayı özel olarak deri ciltleterek, ziyaret öncesi Helmut Schmidt’e sundu, kendisinden bu nüshalardan birini, kitabının ilk nüshası olarak, ziyarete gelince Sayın Ecevit’e vermesini rica etti. Diğer nüsha doğallıkla Sayın Schmidt’indi. Böylece Bülent Ecevit kendi kitabının Almanca baskısını ilk kez Alman başbakanının elinden aldı. Resmi görüşmelerin ardından mutad basın toplantısını başta Yunan gazeteciler olmak üzere, Bonn’da akredite dünya basını izliyordu. Gazeticilere soru sorma sırası gelince, bir Yunan gazeteci söz alarak, Sayın Schmidt’e, “Konuğunuz Kıbrıs’a savaş götürmüş bir politikacı, bu konuyu da görüştünüz mü?” gibisinden bir soru yöneltti. Dünya basını önünde Sayın Schmidt’in yanıtı, soru sahibini susturmakla kalmadı, Ecevit imajını da bir güzel parlattı: “Konuğum Sayın Başbakan aynı zamanda bir şair. Şiirleri bugünlerde Almancaya da çevrilerek yayımlandı. Ben bu kitabı okudum. Bu kitapta yer alan TürkYunan Şiiri başlıklı şiir, sizin sorunuzu açıkça yanıtlıyor.” Çeviri ve yazdığım sonsöz ile bu olumlu imaj değişikliğine ufak bir katkı sağladığımı düşünerek bugün de mutluyum, iyi ki çevirmişim diyorum. İlk baskısı ciltli çıkan bu kitap, aradan bir yıl geçince bu kez cep kitabı olarak on bin adet daha bastı ve şiirsever ya da Türkiye’ye, Bülent Ecevit adına ilgi duyan Alman okurlar arasında yayıldı. Sayın Bülent Ecevit ile ilk tanışmam 1964 yılıdır. Stuttgarter Zeitung gazetesine o günler emekçi ve emek haklarını yasalaştıran bu bakanın halk arasında sevgisinin nasıl yaygınlaştığını bir makaleyle yazmıştım. Yasaklı dönemindeki ve henüz yasağı kalkmadan toplum karşısındaki ilk toplantısını da Stuttgart’ta düzenlemiş olmaktan onur duyuyorum. 1985 yılında yaklaşık bin kişi alan bir salonda iki gün üst üste toplantı düzenledik. İlkinde “Ortadoğu ve Türkiye” konulu siyasi bir değerlendirme konuşması yaptı. İkinci gün, şiirlerini Sayın Ecevit Türkçe, ben de Almanca çevirisini okudum. Sayın Ecevit, ilk kez şiirlerini toplum karşısında okuyordu. Salon hıncahınç doluydu. Bir o kadar izleyici de salona girememişti. Omuzlar üstünde taşındı. Salon, “Halkçı Ecevit” sesleriyle yankılandı. “Kimseyi omuzlarınızda taşımayın!” diyerek hem her zamanki alçakgönüllü devlet ve sanat adamı tavrını sergiledi, hem de halkın siyasetçiyi değil, siyasetçinin halkı omuz üstünde, baş üstünde taşıması gerektiği dersini verdi. O iki günden kalan derin bir iz de, halkın koşarak gelmesine karşın, yasaklı bir eski başbakanının toplantısına o günler başkonsoloslukta görevli bir tek kişinin bile gelmemesiydi. Oysa Sayın Bülent Ecevit, özellikle darbe dönemlerinde demokrasi ve özgürlük sınavı verilmesi gerektiğini 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de bütün dünyaya gösterdi. Bülent Ecevit, tarihte Türk büyükleri arasındaki ölümsüz yerini aldı. Şiiri ve düşünürlüğü de gelecekte daha ciddi değerlendirilecektir. Sayın Rahşan Ecevit’in, Türk ulusunun başı sağ olsun! bir savaşımın verilmesi gerekiyordu. Evet belki ulusumuzun belleği, aynı özdeyişteki söylemde vurgulandığı üzere “unutma hastasıdır”.. Oysa bizlerin ulus olarak “unutma lüksümüz olmamalıdır”. Ne geçmiş tarihimizi unutmalıyız ne de yitirdiğimiz değerli siyasetçimiz Bülent Ecevit’i.. Bu nedenle Tarihçi İlber Ortaylı’nın Kanaltürk’te Ecevit’e ilişkin görüşlerini aktarırken, sözlerini, “Onu unutma lüksümüz yoktur” cümlesi ile bağlaması, Türk siyasi ve toplumsal yaşamının bu büyük kaybı için en özet , en anlamlı, en bağlayıcı uyarıydı. Bülent Ecevit’i unutma lüksümüz yoktur; çünkü o, dünden bugüne, hele hele bugünün Türk siyasetinde en çok yokluğunu, en çok özlemini duyduğumuz, “siyasi ve bireysel ahlakın” simgesiydi. Onu Unutma Lüksümüz Yok! Deniz BANOĞLU oğrudur, insan belleği, anımsamaktan çok unutmaya meyillidir. Türkçemize yerleşmiş (eski dilde söylenegelmiş) bir özdeyiştir, “Hafızai beşer nisyan ile maluldür” (İnsan belleği unutmak hastasıdır). Biraz daha açılımıyla, beynimiz çokça unutur. Geçmişini unutur, geçmişte olanları unutur, yapılanları yapılamayanları unutur; yaşadıklarını, yaşayamadıklarını unutur, kimi zaman tarihini unutur. Unutmak belki kimi yerlerde ve zamanlarda bireysel ve toplumsal ilişkiler için sağlıklı olabilir. Örneğin bize olumsuz ya da kötü davranan dostlarımızın yaptıklarını unut D mak gibi... Çünkü unutmayıp sürekli bu anıyı bellekte tutmak, anımsamak, kişiyi öç almaya, aynı şekilde davranmaya yöneltebileceği için. Ama bunun aksi de olabilir; olanları unutmayıp, kişi kendisini, o bilinen kişiye karşı tavrını ve onunla ilişkilerini daha sağlıklı biçimde belirleyebilir. Toplumsal ilişkilerde de bu geçerlidir. Sonuçta bazı şeyleri unutmamakta sonsuz yararlar vardır. Özellikle de geçmiş tarihimizde yaşananları unutmamak gibi. Şu Çılgın Türkler’in yazarı Turgut Özakman, Türkiyem Topluluğu için verdiği konferansta, bunun çok güncel bir örneğini verdi. Şöyle dedi: “Emper yalizm sözcüğü, bir dönem solcuların sloganı olduğu için dile getirilmesi sakıncalıydı. Oysa tarihimizi doğru bellemek için gençlerimiz emperyalizmin ne olduğunu bilmelidir.” Emperyalizm bilinmeliydi ki anti emperyalizmin ne olduğu kavranabilsin. Çünkü Milli Mücadele anti emperyalist bir mücadeleydi. Cumhuriyetimiz böyle bir kavganın sonucunda kurulmuştu. Gelinen nokta ise şuydu, “emperyalizm o günden bugüne asla unutmamış, uyumamış, ama bizler unutmuştuk, uyumuştuk”. Ve şimdi yeni bir emperyalist kuşatmanın altındaydık.. silahlı değil, ama ekonomik, ama toplumsal, ama kültürel bir kuşatma... Bugün de aynı dün olduğu gibi, anti emperyalist CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle