10 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 6 OCAK 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Türk Ulusunu Yeterince Tanımayanlar!... Başbakan AİHM’nin son kararına tepki gösteriyor; ‘‘Yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’deki bu uygulama, hangi Avrupa Birliği ülkesinde var’’ diyor; rakamsal belirlemesinin bilimsel hiçbir dayanağı yok! Başbakan Türkiye’de Müslümanlık anlayışının büyük farklılıklar gösterdiğini bilmezden geliyor; herkesi kendi anlayışında Müslüman olarak görmek istiyor; bu ülkedeki yurttaşların büyük çoğunluğunun, örtünmeyi dinin gereği olarak görmeyen ve bunu benimsemeyen bir anlayışta olduklarını kabullenemiyor!... lum yaşamında İslami kurallar egemen olur. Azınlıkta kalanlar ise çoğunluğa tabi olur’’ demek istemektedirler! Halbuki Türkiye’de toplumun büyük çoğunluğu, laiklik yanlısı çağdaş düşünceli bireylerden oluşmaktadır. Kaldı ki çoğunluk istese dahi, hedefi çağdaş uygarlığın ötesi olan ‘‘Türkiye Cumhuriyeti’’ni, ‘‘Türkiye İslam Cumhuriyeti’’ne dönüştürebilmek, ‘‘Anayasal’’ açıdan da (md. 4) olanaksızdır! Türkiye’de demokrasiyi ‘‘Çoğunluğun yönetimi’’ gibi algılayanların; ‘‘Çoğunluğun hak ve hukuku kısıtlanamaz’’ diyerek çoğunluk olmadıkları halde çoğunluk dayatması arzulayanların; azınlığın hak ve hukukunun kısıtlanabileceğini sananların, bunu yapabilmeleri mümkün değildir!.. PENCERE Layık Olmak!.. Faşizm nedir?.. En kısa tanımıyla sermaye diktasıdır... Faşizm Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıktı; 1922’de İtalya’da, 1933’te Almanya’da iktidara tırmandı... Bir noktaya dikkat: Faşizm Avrupa’da yayılırken kıta ‘Aydınlanma Çağı’nı yaşamıştı... Ne demekti bu?.. Aydınlanma ‘‘aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması’’ diye tanımlanabilir... Bir anlamda laiklik demektir. ? Avrupa’da faşist rejimler yıkılınca yerine nasıl düzenler kuruldu?.. Dinci (şeriatçı) rejimler mi toplumları ele geçirdi?.. Hayır!.. Çünkü Avrupa ‘Bilimsel Devrim’le birlikte ‘Rönesans’ı ve ‘Aydınlanma Devrimi’ni yaşamış, Hıristiyan şeriatını siyasal yaşamda tarihe gömmüştü... Hıristiyanlık dünyasında geçmiş yüzyıllarda gerçekleşen bu tarihsel olaydan İslam coğrafyası Türkiye dışında bugün bile uzak yaşamaktadır. ‘Laik faşizm’ olabilir... Bu durumda faşizm yıkıldığı zaman toplum demokrasiye kavuşur... Birinci Dünya Savaşı ertesinde Avrupa’da kurulan faşist rejimler yıkılınca kıta Aydınlanma’yı yaşadığı için demokrasiye geçti... Batı’da dinci rejimlere dönüşülmedi. ? Avrupa’da tarihe gömülmüş bulunan Aydınlanma kavgası Türkiye’de güncel... Bugün ülkemiz ne durumda?.. Takıyyeci bir parti iktidarda... AKP dincilik savaşımı veriyor... Batı’da, daha somut deyişle Avrupa’da, böyle bir durum, tehdit, tehlike var mı?.. Avrupa’daki çok partili rejimlerde ‘dincilaik partiler’ Erbakan’ın SP’sini işin içine katın birbirinin seçeneği (ya da alternatifi) mi?.. Bugün Türkiye’de yaşanan olaylara doğru ve sağlıklı ‘‘teşhis’’ koyabilmek için önce aradaki ‘farkı fark etmek’ gerekir. İnsanlık ya da uygarlık açısından çok önemli olan Türkiye’deki bu fark ne Avrupa’nın bilincindedir, ne de Amerika’nın umurundadır. ? Faşizm bir siyasal sorundur.. Demokrasi problemidir... Ama ‘laikdinci’ çatışması bir uygarlık davasıdır... ‘Kemalist Devrim’ bir siyaset konusu değildir... ‘Atatürkçülük’, uygarlığa erişmek için gerçekleşmesi kaçınılmaz bir aşama içeriğini taşır... Avrupa’da üniversite ‘aklın inançtan, bilimin dinden bağımsızlaşması’ ile kurulabilmiştir; Türkiye’de 1933 Üniversite Reformu bu amaçla yapıldı... Bugünkü takıyyeci iktidarın üniversiteye karşı savaşımının anlamı ne?.. ? Takıyyeci iktidar akla ve bilime dayalı üniversiteleri medreseleştirmek istiyor... Bu kavgayı da hiç gizlemeden yürütüyor... Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde yaşanan olay bu kavganın en çarpıcı ve utanç verici sayfalarından biridir... Bu kavgada üniversite genel sekreteryasından Enver Arpalı intihar etti, Rektör Yücel Aşkın hapishanelere ve hastanelere düşürüldü... Bu kavganın tarih, Bilimsel Devrim, Aydınlanma ve Atatürkçülük kapsamında ne olduğunu bilmeyen, kavgayı kazanmaya layık değildir. Gaza Gelmenin Sonu DOĞRU DÜRÜST bir ‘‘ulusal enerji politikası’’ oluşturamayan Türkiye, üstelik kendi dışında ortaya çıkmış bir gerilim dolayısıyla hemen soğuk terler dökmeye başlayıp paniğe kapılıyor. Ortaya çıkan durum, yeni argonun deyimiyle, tam bir ‘‘gaza geliş’’in sonucudur. Şöyle bir baktığınızda, plansızlıkla hukuksuzluğun yan yana gelişi yüzünden tek enerji kaynağına yönelik aşırı bir bağımlılık söz konusu. İsterseniz buna, yalnız bu iktidarın değil, daha öncekilerin de dış politika yanlışlarını telafi için kamu yararını zedeleyici ekonomik kararlarla koskoca bir halkı zarara sokuşlarını da ekleyebilirsiniz. ABD’nin AB’nin dayatmaları ve aldatışları karşısında Rusya’yla iyi komşuluk ilişkisini geliştirmek ve bölge merkezli dış politikanın bu boyutuna ağırlık vermek elbet doğru bir seçenekti. Ama, söyler misiniz, bunu becermek için ille de ilişkilerinde Rusya’nın her yaklaşımını gözü kapalı benimsemek mi gerekirdi? Bunun da ötesinde, orayla iyi ilişki kuran yerli girişimcilerin çıkarları ile ulusal çıkarları karıştırmak ve bu yüzden enerji konusunda tam bir dengesizlik yaratmak pek mi doğru olmuştur? aden mühendislerinden elektrik mühendislerine, iktisatçılardan plancılara kadar herkes, yıllar boyu her fırsatta, bu ülkenin büyük ölçüde sahip olmadığı petrol ve doğalgaz gibi dış kaynaklar yerine yerli kaynaklara dayalı bir enerji politikasının gereğini vurguladı durdu. Ama, dinleyen kim? Dışta birilerine ekonomik ve ticari ihsanlarda bulunmayı, dış politika yürütmenin ve cüzdan şişirmenin en etkili yolu sayan birtakım politikacılar yerli kaynakları değerlendirme yolları üzerine kafa yorma zahmetine katlanmadılar. İçte söylenenlere kulak asılmadı, projeler değerlendirilmedi. Geniş linyit yatakları yer altında beklemekte, ırmakların bir bölümü hâlâ barajsız akmakta, kıyıların ve tepelerin rüzgârları boşuna esmekte. Türkler ısınmak, aydınlanmak, üretmek için gitgide dışa daha çok bağımlı olmaya devam etmektedir. Böyle bir ekonomiden hayır mı gelir? sıl acıklı olan, ülkede zorla kurulmuş olan hukuk düzeninin de bu aptalca bağımlılık yüzünden ırzına geçilmiş olmasıdır. Siz hiç özelleştirme ve yapişlet girişimlerini ‘‘kamu yararına aykırılık’’ gerekçesiyle durduran ya da iptal eden mahkeme kararlarının yine ‘‘kamu yararı’’ gerekçesiyle uygulanmayışı gibi bir hukuk garipliği duydunuz mu? Üstelik, Anayasa ‘‘Yasama ve yürütme organları ile idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bunları hiçbir surette değiştiremez ve yerine getirilmesini geciktiremez’’ derken. Ama, Türkiye’de bu oluyor. Kamu İşletmeciliğini Geliştirme Merkezi’nin de dün açıkladığı gibi, ister inanın, ister inanmayın, hükümetler asla kimseye duyurulmayan gizli bir ‘‘ilke kararı’’na dayanarak ‘‘kamu yararına aykırı sonuç yaratacağını düşündükleri’’ mahkeme kararlarını uygulamayabiliyorlar. Bu, üzerinde ayrıca durulmaya değer bir hukuk cinayeti değil midir? O. Doğu SİLAHÇIOĞLU ürkiye’de siyasal iktidar; siyasal İslam yandaşlarına her alanda ayrıcalık tanımak ve onlara öncelikli hizmet sunabilmek için değişik yöntemler izliyor! Toplumda ayrımcılık yaratarak yurttaşları farklı alan ve mekân kullanımına doğru yönlendiriyor! Günlük yaşamda, kıyafet, davranış ya da söylemle ifade edilen sanal bir ‘‘İslami kimlik belgesi’’ oluşturmak için kitleleri koşullandırıyor!.. Türkiye’de erkekler için çok değişik ‘‘dinsel kimlik’’ ifade etme yöntemleri var. Kadınlar içinse tek yöntem; türban ve tesettür! AİHM son aldığı bir kararla türbanı; ‘‘Toplumsal kutuplaşma yaratan hareketlerin siyasal bir simgesi’’ olarak kabul etti. Bu kıyafet şekli toplumda bir çeşit ‘‘İslami kimlik belgesi’’ yerine geçiyor!.. T M Yorumda farklılık ‘‘Mümin kadınlara da söyle.. görünen kısımları müstesna olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine örtsünler...’’ (Nur Suresi/ Ayet 31) Kuranda belirtilen bu uygulama şekli, 1970’li yıllara kadar Türkiye’de hiçbir sorun yaratmamış; çünkü ‘‘Siyasal İslam’’ o tarihlerde henüz Türkiye’ye kadar uzanmış değil! 1979’a gelindiğinde ise bu ideoloji, ‘‘İran İslam Devrimi’’nin de etkisiyle ülkede zemin oluşturmaya başlamış; 12 Eylül 1980 sonrasında Türkiye tümüyle siyasal İslama açık hale getirilmiş. 1979 öncesine kadar inanç sahibi kadınlar; düşüncelerine göre; bulundukları çevreye göre; konumlarına göre; yorumlarına göre; başı açık olarak ya da başörtüsüyle yaşam sürdürürlerken bu tarihten sonra türban kıskacına düşürülmüşler. Yemenili yazmalı Anadolu kızları, birden türbana bürünmüşler! Çünkü; dünyada şeriatın yayılmasını amaç ve görev edinmiş Suudi kaynaklı Dünya İslam Birliği (Rabıtatül Âlemin), siyasal İslamın egemen olabilmesi için belirlediği beş hedef arasında; ‘‘Kadınların İslami sınırlamalara uymak zorunda bırakılması’’nı ‘‘ilk hedef’’ olarak saymış. Ve Türkiye’de türban; Kuran ayetinin A (Nur/31) bu hedef doğrultusunda yeniden yorumlanmasıyla ortaya çıkmış!... Başbakan AİHM’nin son kararına tepki gösteriyor; ‘‘Yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’deki bu uygulama, hangi Avrupa Birliği ülkesinde var’’ diyor; rakamsal belirlemesinin bilimsel hiçbir dayanağı yok! Başbakan Türkiye’de Müslümanlık anlayışının büyük farklılıklar gösterdiğini bilmezden geliyor; herkesi kendi anlayışında Müslüman olarak görmek istiyor; bu ülkedeki yurttaşların büyük çoğunluğunun, örtünmeyi dinin gereği olarak görmeyen ve bunu benimsemeyen bir anlayışta olduklarını kabullenemiyor!... Başbakan; her ikisi arasındaki farkı bilmesine rağmen ‘‘türban’’ yerine kasıtlı olarak ve de ısrarla ‘‘başörtüsü’’ diyerek bu yapay sorunu daha geniş kitlelere yayma ve destek sağlama taktiği güdüyor. Anadolu’da türbanın otuz yıl önce ortaya çıktığını, ama İslamiyetin bu topraklarda bin yıldır türbansız yaşatıldığını bildiği halde, soruna tarihsel derinlik verebilmenin yollarını arıyor. Nedense İslamın ‘‘Dört kadınla evlenebilme (Nisa 3)’’, ‘‘İki tanık huzurunda kadın boşama (Talâk 2)’’, ‘‘Evlatlıkların boşadığı kadınlarla evlenebilme (Ahzâb 37)’’, ‘‘İtaatsiz kadınların dövülmesi (Nisa 34)’’, ‘‘Kadınların tanıklığının kısıtlanması (Bakara 282)’’, ‘‘Zina edenlerin sopalanması (had), taşlanması (recm) (Nur 2)’’, ‘‘Mirasta erkek çocuklarının kız çocuklardan daha fazla pay alması (Nisa 11)’’, ‘‘Öldürme fiilinde kısas uygulanması (Bakara 178)’’, ‘‘Çaprazlama el ve ayak kesilmesi (Mâide 33)’’, ‘‘Hıristiyanlardan ve Yahudilerden dost edinilmemesi (Mâide 51)’’, ‘‘Paradan faiz alımının önlenmesi (Bakara 275)’’ gibi kurallarından hiç bahsetmiyor. Sadece örtünmeyi gündeme getiriyor!.. Gelinen nokta Türkiye’de söylemler gün geçtikçe her türlü ölçü çizgisinin dışına taşmaktadır. ‘‘Yasakları savunmak, yasaklarla övünmek kimseye şeref getirmez, kimseye de onur kazandırmaz’’ diyerek kendilerine özgü yasaklar koyan ve bunları savunanlar; ‘‘Gelenekler ve dini inançların yok sayılması halinde, işin nereye varabileceği iyi hesap edilmeli’’ diyerek yurttaşların yüreğinde korku yaratmayı amaçlayanlar; ‘‘Resepsiyonlarda türban ayrımcılığı yapıldığını, Türk kadınının aşağılandığını’’ ileri sürerken onu örtünmeye zorlayıp aşağılayanlar; belli bir ideolojinin yandaşlarıdır! Onlar; toplumda ‘‘şeriat hukuku’’nun geçerli olmasını isteyen; yaşamı kendi koydukları yasaklardan ibaret sayan; kadını erkek egemenliği ve korumasında yaşamaya muhtaç bir varlık olarak gören ve göstermek isteyen, çağdışı bir anlayışın savunucularıdır!.. Onlar; yurt savunmasıyla görevli bir kurumun faaliyetini, bölücüayrılıkçı terör örgütünün faaliyetiyle aynı cümle içinde yorumlayanlar; ay yıldızlı uçakların Türk hava sahasında uçmasını bir şekilde ‘‘yanlış’’ bulanlardır!.. Onlar, daha önce kullandıkları ‘‘şey’’ sözcüğüyle dolu yakışıksız ifadeler henüz unutulmadan, bu defa da ‘‘ölçüsüz’’ konuşanlardır!.. Onlar, Türk ulusunu yeterince tanımayanlardır!.. Ama Türk ulusu onları tanıyor. Ayrımcılık tohumları saçan söylemlerinin ardındaki düşünceleri biliyor ve o düzeysiz, o içeriksiz söylemleri layık olduğu yere koyuyor... Söylem sahipleriyse bir karanlık çıkmazda, hazin bir sona doğru hızla yaklaşıyorlar!. Gizlenen amaçlar Kimilerinin esas amacı; bu ülkede türban ve tesettürle simgelenen İslam kimliğini, ‘‘Ulus kimliği/Türk kimliği’’nin önüne geçirmek; sonra da bu kimliği yok ederek ümmet toplumu yaratmaktır. Bu anlayış sahipleri, Türkiye’de sosyal yaşamın çoğunluk inancına göre şekillendirilmesi gerektiğini ileri sürmekte; ‘‘Bu ülkede çoğunluk isterse laiklik kalkar. Top Karayollarımız... Av. Burhaneddin AKDAĞ Eski CHP Sakarya Milletvekili 2 Mart 1926 yılında, Diyarbakır halkının kardeş şehir ilan et tiği Sakarya vilayetinin Hendek kazasında dünyaya geldim. Kalayık Köyü de Hendek’e 7 km. mesafede ve Bağdat yolu üzerindedir. Burada dedem Sait Bey’in 14 odalı bir de hanı bulunmaktaydı. O zamanlarda karayolu ve demiryolu olmadığı için çoğunlukla Hendek’e yaya veya öküz arabası ile gidilirdi. Günümüzün karayolları ve demiryolları taşlar kırılarak ve vatan evlatlarımızın tırnakları ile kazılarak yapılmıştır. Ulaşım bakımından en ekonomik olanı denizyolları, sonra da toplu taşımacılık anlamında demiryollarıdır. Batı uygarlığı, Rusya, İngiltere, Amerika ve Japonya deniz ve demiryollarını ön planda tuttukları halde, 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti (DP), Celal Bayar ve Adnan Menderes on yıl işbaşında kalmalarına rağmen bir metre dahi demiryolu yapmamışlardır. DP’den sonra kurulan Adalet Partisi (AP) ve onun başına geçen Süleyman Demirel (mühendis olmasına rağmen) ‘‘Benim köylüm, benim işçim, benim memurum’’ diye işe koyulmuş, vefa borcu olarak da memleketi olan Isparta’ya Süleyman Demirel bulvarları, Süleyman Demirel havaalanları, Süleyman Demirel okulları diyerek devlet imkânlarını aktararak kendisini taçlandırmıştır. Hatta karayolları tarihinde bile görülmemiş bir şekilde Isparta’dan AntalyaAksu’ya 100 ki lometrelik yol açılmıştır. Bu yola devletin ve karayollarının harcadığı para bin kilometrelik, saatte 200 km. hız yapabilen demiryoluna bedeldir. Karayolları halen Amerikalıların Irak ve Vietnam bataklığına saplandığı gibi devamlı kayan bu yola saplanmıştır ve işin içinden çıkamamaktadır. Süleyman Demirel politikada vefalı bir kişidir. Bu vefası gereği aile fotoğrafını Türk milletine hediye etmiştir. 1980 ihtilali ile beşi bir yerde generaller ayetlerle işe koyulmuş, memleketin iki köklü partisi, CHP ve AP’yi kapatmış, annesi Nakşi tarikatına mensup Turgut Özal’a Anavatan Partisi kurdurularak memleketin başına getirilmiştir. Turgut Özal, ‘‘Benim memurum işini bilir’’, ‘‘1 koy 20 al’’ zihniyetiyle işe koyulmuş ve Anavatan Partisi, İstanbul Belediyesi’ni ele geçirmiştir. Belediyenin başına getirilen kişi de ‘‘Haliç’i benim gözlerim gibi mavi yapacağım’’ diyerek işe koyulmuş ve eşi görülmemiş bir uygulamayla belediye meclis kararları hiçe sayılarak, İmar Dairesi Bilgi Paftaları denilen bir ucube ön plana alınarak, o güzelim İstanbul’un tüm yeşil alanları, Boğaziçi’nin yamaçları imara açılarak buraları büyük patronların tanesini beşaltı milyon dolara sattıkları villalarla betonlaştırılmıştır. En acısı ise İstanbul’un incisi olan Dolmabahçe Sarayı’nın tepesine kocaman bir otel ve Gökkafes gibi herkesin tepkisini çeken çirkin yapılar sayesinde dünya mimarlık sayfalarında utanç ile yerlerini almış olmalarıdır. Şimdi bu İstanbul âşıkları vakıf üniversiteleri kurarak memleketin eğitimine hizmet etmektedirler. Ben öteden beri imam, hacı, hoca ve derviş isimlerinden çok korkarım. Sayın Ecevit, Kemal Derviş’i Dünya Bankası’ndan getirip hükümetinin başına kurtarıcı olarak atamıştır. O da erken seçim önerisini ortaya atarak 3 Kasım 2002 tarihli büyük seçim depremi sonucunda Türkiye’de Amerika’nın Türkiye için biçmiş olduğu ılımlı İslam isimli, tüm eşleri türbanlı ve uzun etekli, adaletten korkan partiyi Türkiye’nin başına getirmiştir. Bu partinin kurucusu da daha milletvekili bile olmadan, Türkiye’nin bütçesini ve planlama teşkilatını tanımadan, Türk halkına 15 bin kilometre duble karayolu yapma sözü vermiştir. Gerçekten bu yaz 510 defa E5 karayolu ile Adapazarı’na gittim. Otobüs terminallerinde ve yollarda insanlarımızın koyun sürüleri gibi o otobüs, bu minibüs peşinde nasıl koştuklarını görünce içim kan ağladı. Kanada’da, Fransa’da, Rusya’da ve Amerika’da bizde olduğu gibi bir karayolu rezaletine hiç rastlanmaz. Dünyanın her yerinde şehir merkezinden 100150 kilometre uzakta olan yerleşim yerlerinde oturanlar saatte 100 200 kilometre hız yapan raylı sistemler ile gidecekleri yerlere ulaşmaktadırlar. Gelişmiş ülkeler şehirlerine insan taşımaktadırlar. Bizim siyasiler ise şehir merkezlerine araba taşıyorlar. Bu yönetim okudu, üfledi ve altyapısı olmadan, demiryollarını ve lokomotifini değiştirmeden, sadece makinistin şapkasını yenileyip hızlı tren denemesine girdi. Açık kamyon üzerinden savrulan koyunlar misali yüzden fazla vatandaşımızı Pamukova’da öldürdüler. Aynı İslamın çok günah saydığı faize ‘‘nema’’ dedikleri gibi bu akılsızca uyguladıkları hızlı tren faciasına da ‘‘Allah’ın takdiri’’ dediler. 1950’den 2005’e tam 55 yıl bu memleket ve vatan için çalıştıklarını söyleyenler toplu taşımaya yönelik hiçbir adım atmamışlardır ve tam aksine İstanbul’un o güzelim Boğaziçi’ne üçüncü beton köprülerini yapmak için bastırmaktadırlar. Doğaya, tarihe, kültüre ve insana saygısı olmayanlar, tarihi Arnavutköy semtini ve elimizde avucumuzda kalan çok sınırlı sayıdaki tarihi ve doğal değerlerimizden Boğaziçi’ni katletmeye soyunmuşlardır. Allah için İstanbul Belediyesi’nde çalışanlara sesleniyorum: Bırakın otomobil, minibüs ve otobüs aşkını; denizyolu ve raylı sistem toplu taşımacılığına ve insana önem verin. Güzelim İstanbul’u otopark olarak gören siyasileri Allah ıslah etsin. İzmir CUMOK Çağırıyor AYDINLANMA SÖYLEŞİLERİ Ocak ayı KUŞLUK KAHVALTIMIZDA Sayın METİN AYDOĞAN ile dünden bugüne Türkiye üzerine oynanan BİTMEYEN OYUN’u konuşuyoruz. “Dayanacağız, çoğalacağız, oyunu bozacağız” SEN GELMEZSEN BİR EKSİĞİZ Yer Tarih : Dr. Hasan Sağlam Öğretmenevi EşrefpaşaİZMİR : 8.1.2006 Pazar, Saat: 11.00 Rezervasyon ve İletişim için: 0 533 765 52 67 0 538 250 99 73 0 532 326 10 25 www.cumok.org izmir?cumok.org Kahvaltı bedeli : 10 YTL. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle