14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 29 OCAK 2006 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Politikacıların Sağlık Durumları Bugünkü Başbakanımız, ‘‘Bu böyle biline’’ diye bitirdiği, hiddet ve şiddet içeren yüksek perdeden cümleler sarf ediyor. Bence yıllardır hiç de hak etmediği, neredeyse yalakalık derecesine varan övgülerle onu destekleyen basındaki ılımlı eleştirilere son derece sert yanıtlar veriyor. PENCERE Bugün Pazar... Nâzım’ı ilk kez hücre karanlığından gün ışığına çıkardıklarında şair ne demiş: ‘‘Bugün pazar Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar...’’ Güneşin farkına, bilincine, değerine erişmesi için insanın güneşten yoksun kalması mı gerek?.. Kimbilir?.. ? Mustafa Kemal Atatürk’ün farkına, bilincine, değerine erişmesi için bilmem ki bizim kadınımıza ne yapmalı?.. Kadınımızı Mustafa Kemal’den yoksun mu bırakmalı?.. Nasıl?.. Kutsal kitabımız Kuranı Kerim’in şeriatını kadınımıza ‘harfiyyen’ uygulamalı... Evlilik mi?.. Koca ‘boş ol’ deyip bohçasını kadının eline vermeli, keyfi istediği an, canı çektiği zaman, karısını sokak kapısının önüne koyabilmeli... Miras mı?.. Paylaşımda erkek kendisine düşenin yarısını kadınımıza, kızımıza verebilmeli... Dayak mı?.. Kuranı Kerim’in şeriatına göre erkek kadını sevabına ve usulüne göre dövebilmeli... Yeter mi?.. Bu köşe elverişli boyutlardan yoksun olduğu için 1926’dan önceki kadınımızın hali pür melâlini yeterince sergilemeye olanak yok... ? Türbanlı kadın, başı açık olana göre daha çok Müslümanlık taslıyor... Öyleyse her şeyden önce Kuranı Kerim şeriatının yukardaki kurallarını yerine getirmeli!.. Mirasta iş paraya, çıkara, mala dayandığı için sırtını İslama çevirip, türbanda politikaya kıyak çekmek için Müslümanlık taslamak, Kuran’ın özündeki erdeme ve din duygusunda var olması gereken yüceliğe sığamaz bir üçkâğıtçılığın türetimi değil midir?.. ? Cümle âlem bilir ki taifei nisa ile erkek erkânı camide karma, yani ‘muhtelit’ namaz kılabilemez... Karma namaz saflarında nefsine hâkim olabilecek Müslümanın istencine turp sıkılır... Müslüman hemşiremiz İsviçre Medeni Kanunu’ndan müdevver Yurttaşlar Yasası’na göre nişanlanıp, evlenip, boşanıp, miras yedikten sonra derse ki: Ben camide erkekler arasında namaz kılmak istiyorum... Ne olur?.. Reformist mi olur, Lüteryen mi, Kalvinist mi, yoksa aklını peynir ekmekle yemiş mi?.. ? Molla, softa, yobaz veya yapay Müslümanlıkla burnundan kıl aldırmayan sözüm ona hoca takımı, evde kadını ve koskoca ülkede yoksul halkı uyutup köleleştirmek için yüce İslamı afyon gibi kullana kullana iktidara oturdu... Bir kimse insanlık dünyasında Atatürk’ün farkına, bilincine, değerine yabancı kalmışsa... Çekiver kuyruğunu... ‘Devlet İnsan mı?’ Vedat Günyol, ‘‘Devlet İnsan mı?’’ diye sormuştu... ‘‘Devlet İnsan mı?’’ yalnız bir kitabın adı mı? Yoksa, yıllardır inandırıcı bir yanıt veremediğimiz bir soru mu? Kimimiz biliyoruz, kimimiz bir türlü inanamıyoruz ‘Devlet’in ‘insan’ olduğuna!.. Bir başka deyim var, öteden beri bilinip söylenen: ‘‘Devlet Ana.’’ Ana mıdır, baba mıdır, nedir devlet dediğimiz... Ne ad verilirse verilsin, nasıl bir yorum yapılırsa yapılsın, devlet baş tacımız, canımız ciğerimiz, baş derdimiz, konumuz, sorunumuz, bir türlü çözümleyemediğimiz bir bilmece!.. Bir de Derin’i var bu Devlet’in... ‘‘Derin Devlet’’ denildi mi insanın içine bir korku giriyor. Devlet bu, öyle bir korkutucu nesne ki, konuyu açtın mı hemen kapatmak zorundasın! Ya, bir duyan, bir sezen, bir bildiren olursa... Evlerimizde, odalarımızda bile yalnız değiliz, Devlet ne yapar eder, en gizli yerde bulur bizi! Uğur Mumcu, Devlet’i aradı. Vedat Günyol da aradı. Tüm barışçılar, devrimciler, Atatürkçüler, liberaller, demokratlar, şairler, yazarlar aradı, ama bulamadı kimse!.. Hem var, hem yok? Var sayılan bir yok!.. Devlet, baba olsa, bunca karanlık, bunca giz, bunca sis olabilir miydi? Abdi İpekçi, Tütengil, Uğur, Kışlalı, Aksoy, Üçok daha nicesinin kıyılmasına seyirci kalabilir miydi? Uğur Mumcu’nun, on üç yıl önce öldürülmesini, yok öldürülmesi değil paramparça edilmesini andık... Bir kurşunla, bir bıçakla değil, arabasına konan bir bomba ile havaya uçurulmuştu... İki adım ötede polis kulübesi vardı oysa!.. ‘‘Yok Ülke’’ gibi bir şey bu, Yok Devlet! Olsaydı, bir yerden çıkar gelirdi, anlatmaya, buldurmaya, çözümlemeye! Demek yok!.. Ara da bul bulabilirsen o babayı, o anayı, seni koruyacak, seni mutlu kılacak, seni sen yapacak gücü!.. ‘‘Devlet, insan’’ demiş Günyol, ama galiba insan değil o devlet dediğimiz... İnsan olsa böyle mi olur? Böyle mi yıllar yılı kanlı olaylar yaşanır da bir tekinin suçlusu bulunmaz? O zaman, evet o zaman kuşkular başlayacaktır! Kim, peki kimdir, o apaydınlık insanları tek tek yok eden? En iyileri, en değerlileri, en güzeli, en doğruyu yaratanları, güzel yarınları kuracak olanları... Geçen gün, bir kez daha Uğur’u yazmak istedim. Resimlere baktım, yazılarını okudum. On üç yıl geçmiş, ama acı dinmemiş! Uğur, unutulmamış... Ne ekleyebilirdim, yeni ne diyebilirdim... Uğur için bir kitap dolusu yazmışım. Hep Devlet’e, o insan saydığımız güce seslenmişim. Çözüm, çözüm diye!.. Devlet, insan olsa bir yanıt gelirdi. Devlet ne peki? İnsan değilse ne? Bunca karanlığın içinde bir başka karanlık mı? Ne?.. Bu konuyu Dağlarca’nın bir şiiriyle bitireyim: ‘‘Doğruyu güzelce söylersen ozan, Doğru güzel olur, güzel suç olur.’’ Prof. Dr. Coşkun ÖZDEMİR merika cumhurbaşkanları son derece önemli bir konumda bulunuyorlar ve dünyanın kaderinde büyük bir rol oynuyorlar. Cok sayıda Amerikan cumhurbaşkanı ciddi sağlık sorunları yaşamışlardır ve bu sırada önemli kararlar almışlar, önemli anlaşmalara imza atmışlardır. Doğaldır ki sağlık durumları bu kararları alır ve bu imzaları atarken kullanmak zorunda oldukları yeteneklerini ve sağduyularını dramatik şekilde zedelemekte idi. Böyle durumlarda tıbbi bir müdahale ile başkanın sağlık durumunun değerlendirilmesi gereğinin ortaya çıkması olağan sayılmalıdır. Cumhurbaşkanları Wilson, Roosevelt, Eisenhower bir gerçektir ki tüm dünyayı ilgilendiren hatalı kararlara imza atmışlardır. Beyaz Saray’ın, ciddi bir sağlık danışmanına ve gerektiğinde tıbbi müdahalelere ihtiyacı olduğu açıktır. Yukarıdaki bu cesur, bu yürekli satırlar Amerikalı tıp mensubu bilim adamlarına aittir. Bu bilim adamları, nörologların öncülüğünde ‘‘Disability of USA Presidents’’ (Amerika Cumhurbaşkanlarının Maluliyeti) adlı bir kitap hazırlayıp yayımladılar ve bu kitapta üst düzey karar mevkiindeki politikacıların sağlık durumlarını (Onlar ‘disability’ diyorlar) incelediler. Yine onların öncülüğünde 1997 yılında Arjantin’de Buenos Aires’te yapılan Uluslararası Nöroloji Kongresi’nde yer alan bir panelde bu defa Avrupalı nörologların katılımı ile dünya politikacılarının durumu ele alındı. Mussoloni, Hitler, Finlandiya Cumhurbaşkanı Kekkonen, Churchill söz konusu edilenler arasında idi. Bu panelin soru ve katkı bölümünde, bilim adamlarının bu davranışlarını salonu dolduranların önünde övgü ile ve gıpta ile andığımı söyledim. Gerçekten hemen tüm dünyada şikâyet konusu olduğuna tanık olduğum politikacıların bilim gözü ve bakışı ile ele alınması, izlen A mesi, eleştirilmesi bana çok ilginç ve umut verici göründü. Politikanın; politikacıların niyetlerinin ötesinde ve ondan bağımsız olarak kendiliğinden ruh sağlığını ciddi şekilde etkileyen bir meslek bir uğraş olduğu kanısındayım. Sanırım bu gerçek kolay kolay yadsınamaz. Bunun kanıtlarını yurdumuzda uzun yıllardan beri politikacılarımızın davranışlarını izleyerek görmekteyiz. Psikopatoloji açısından bakarsak yaşayan tüm insanların davranışlarını açıklarken söz konusu olan sübjektivite, çatışma, projeksiyon, irrasyonalizm repression ve özellikle dissosiasyon (bilincin bölünmesi) gibi psikolojik mekanizmalar büyük sorumluluklar taşıyan, ağır baskılar altında yaşayan ve de koltuk tutkusundan vazgeçemeyen politikacılar için fazlası ile geçerlidir. Hiç de hak etmediği çok trajik bir biçimde yaşama veda eden Menderes, 50’li yılların sonlarında o nitelikteki ve birikimdeki bir insan için şaşırtıcı davranışları birbiri ardına sergiliyordu. Üniversite profesörlerine kara cübbeliler diye hitap ediyor, Meclis’te tahkikat komisyonları kurdurtuyor, Vatan Cephesi gibi bir bayağılığa, ilkelliğe destek veriyor, orduya hakaret ediyor, sık sık öfke patlamaları yaşıyordu. Ciddi bir psikiyatrik yardıma ihtiyacı olduğu, tüm itidalini kaybettiği çok açıktı. Onu izleyenlerden duyduğumuz ‘‘Bana sağcılara suç işliyor dedirtemezsiniz’’, ‘‘Yollar yürümekle aşınmaz’’, ‘‘Asmayıp da besleyelim mi’’, ‘‘Demiryolları komünistliktir’’, ‘‘Benim memurum işini bilir’’, ‘‘Sosyal devleti yıktık’’, ‘‘Kurşun atan da yiyen de kahramandır’’ ve benzeri inciler, sağlıklı kafaların ve sağduyunun ürünleri olamaz. Bugünkü Başbakanımız ‘‘Bu böyle biline’’ diye bitirdiği, hiddet ve şiddet içeren yüksek perdeden cümleler sarf ediyor. Bence yıllardır hiç de hak etmediği, neredeyse yalakalık derecesine varan övgülerle onu destekleyen basında ki ılımlı eleştirilere son derece sert yanıtlar veriyor. Hortum diyor, pazarlık diyor, yolsuzluk diyor, konjonktür diyor, dekolte diyor, ulema diyor. Ekonomi çok iyi diyor.. Memleket istikrarı yakalamıştır diyor. İşsizliği, yoksulluğu, gelir dağılımı adaletsizliğini, vergi adaletsizliğini, kapkaçı, yolsuzluğu, eğitimdeki, sağlık alanındaki sefaleti, bilime karşı girişimleri görmüyor, öğrenme gayreti göstermiyor.. Üniversitelere yükleniyor. Türkiye’nin en sağlam en ilkeli yurtsever insanlarını, yazarlarını okumuyor, okuyamıyor.. onlardan yararlanmayı düşünemiyor. Tıpkı bundan öncekilerin bugün özlemle anacağımız Uğur Mumcu’dan, Muammer Aksoy’dan, Abdi İpekçi’den yararlanamadığı gibi. Ben bu söylemlerin, bu davranışların politikacıların vazgeçilmezleri olduğuna inanmıyorum. Politikacı; ille de gerçekleri göremeyen, onları tersine çeviren, halkı ile içtenlikle, dürüstlükle konuşma, dertleşme şansı olmayan bir kimse değildir. Dengeli ve sağduyu sahibi bir politikacı kendisine ve yaptıklarına güveniyorsa var olan olumsuzlukları halkına açıklamaktan çekinmez, bunda sakınca görmez. Başbakan Erdoğan hemen her eleştiriyi büyük öfke ile ve kötü niyet atfederek karşılıyor. Oysa yönetiminde başrolü oynadığı ülkesine gerçekçi bir gözle bakabilmesi gerekmez mi? Muhalefet edenleri anlamaya çalışmaz mı? Ben bu irdelememde elbette politikacının ideolojisini, genetiğini, çevresini, yetişme ve eğitim koşullarını, çeşitli ilişkilerini, bunlarla şekillenen kişiliğini ve yüklendiği, benimsediği misyonu, bunların davranışlarını şartlandırmadaki etkisini göz ardı ettim, tartışma dışı tuttum. Bu yazıda soruna, ruh sağlığı ve psikopatoloji açısından bakmak istedim. Bence Menderes’in akıbeti, ideolojisinden çok daha öncelikle psikolojisinde gelişen patolojiden ileri gelmiştir. Amerikalı bilim adamları ve nörolog meslektaşlarımın çok haklı olduğu kanısındayım. Toplumun sağlığı için hükümetlere, onun başındakilere, önemli karar mevkiinde bulunanlara tıbbi yardim ve psikiyatrik destek ve değerlendirme gereklidir; bu ülke yararınadır ve burada bilim insanlarına önemli bir görev ve sorumluluk düşmektedir. İşveren sendikaları Yrd. Doç. Dr. Engin ÜNSAL Maltepe Üni.Hukuk Fak. Öğr. Üy. imento işverenlerinin yayın organı olan Çimento İşveren Dergisi, ocak sayısında endüstriyel ilişkiler konusunda uzman üç değerli bilim adamının işveren sendikaları ile ilgili değerlendirmelerini yayımladı. Prof. Dr. A. Can Tuncay, Prof. Dr. Tankut Centel ve Prof. Dr. Yusuf Alper son yıllarda çok ihmal edilmiş olan işveren sendikaları gibi önemli bir konuda görüşlerini belirttiler ve bu sendikaların yeni sorumluluklarına işaret ettiler. 5018, 274 ve 2821 sayılı yasalar işçi ve işveren sendikalarının hukuki yapısını aynı yasa içinde düzenlemiş olsalar bile işçi sendikaları, güçsüz olanı koruma savından hareket ettiğinden, sürekli ve öncelikli olarak kamuoyunun gündeminde oldu. Daha çok bir savunma örgütü olarak algılanan işveren sendikaları ise silik kaldı ve önemsenmedi. Değişen dünya koşulları toplumların sosyoekonomik yapısını da değiştirdiğinden sendikaların önemi bir aşınma sürecine girdi. Küreselleşmenin doğal sonucu olarak güçlenen çokuluslu şirketlerin etkisi toplumlarda sendikaların önemini azaltırken, buna koşut olarak azalan üyeleri nedeniyle güçlerinden de çok şey yitirdiler. Buna karşın tüm dünyada küreselleşme nedeniyle daha da güçlenen işveren sendikaları ivme kazanmaya ve ülkeleri yönetenleri daha çok etkilemeye başladılar. Küreselleşme olgusu, bunun yanında uluslararası kurumların, uluslararası ilişkilerin belirlenmesinde daha önemli bir konuma gelmesi doğal olarak sendikaların temel görüşlerinde de önemli değişiklikler yaratmaya başladı. Sendikalar artık sınıfsal ideolojinin saldırı ve savunma kurumları değil, değişen dünya koşullarının sonucu, uzlaşmak zorunda olan kuruluşlar kimliğine bürünmeye başladılar. İşçi ve işveren sendikaları artık ulusal ve uluslararası ortamlarda, ortak çıkarları için birlikte çalışmak zorunda olacakları bir dünyanın içindedirler. 19. ve 20. yüzyıl sendikacılık anlayışı çok gerilerde kalmıştır. Örneğin tekstil işkolunda Çin tehlikesine karşı işçi ve işveren sendikalarının sektörün çıkarlarını korumak amacı ile birlikte davranmak ve çözüm üretmek zorunluluğu vardır. Ülke ekonomisinin en büyük sorunu olan kayıt dışı Ç çalışma konusunda birlikte davranmak her iki kuruluşun varlığı ve geleceğini doğrudan etkileyecektir (Yusuf Alper, Çimento İşveren Dergisi, Ocak 06, s.10). Aynı yazara göre işsizliğin önlenmesi, gelir dağılımında adaletin sağlanması, yoksulluğun önlenmesi, eğitim hizmetleri, özellikle mesleki eğitimin yaygınlaştırılması tarafların işbirliğini zorunlu kılmıştır. Tüm bunlar taraflar arasında sosyal diyaloğun her zamankinden daha çok önem kazandığına işaret etmektedir. İşveren sendikaları bilimsel yayın ve uluslararası ilişkiler alanında çok önemli atılımlar gerçekleştirmişlerdir. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), buna bağlı Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS), Çimento İşverenleri Sendikası ve Tekstil İşverenleri Sendikası düzenli yayımladıkları dergilerinde bilimsel yazılara, yargı kararları incelemelerine geniş yer vererek endüstriyel ilişkiler düzenimize bilimin yol göstericiliğini yansıtmaktadırlar. Bu sendikalar mesleki eğitim konusunu çok önemseyerek bu yoldaki çabalarını yaygınlaştırmakta ve nitelikli işgücü yetiştirilmesine çok önemli katkılarda bulunmaktadırlar. İşçi sendikalarının bu konularda ciddi bir çabalarının olmadığını not etmekte yarar var. Yayımladıkları dergiler ise sadece yöneticilerin övgüsünü yapmaktan öteye gidemiyor ve işçinin parasını boşa harcıyorlar. İşveren sendikaları ve özellikle TİSK, ILO, AB ve OECD, Uluslararası İşverenler Örgütü (IOE) ve Avrupa Sanayi ve İşveren Konfederasyonları Birliği (UNICE) nezdinde önemli çalışmalar yapmakta ve Türkiye’nin AB’ye girmesi konusunda büyük çaba harcamaktadır (A. Can Tuncay, Çimento İşveren Dergisi, s.8). Prof. Dr. Tankut Centel’in yazısında belirttiği gibi işveren sendikaları, konularında uzman kişilere kadrolarında yer vererek önemli araştırmalara imza atmaktadırlar. İşçi sendikaları yöneticilerinin gerek uzman kişileri işe almak, bilimsel ve aydınlatıcı yayınlar yapmak konusundaki tembelliği ve gerekse üniversitelerle ortak çalışmalar yapmak konusundaki önemli eksiği, üye kaybı yanında ülkede etkilerinin yok olma noktasına gelmesine neden olmuştur. İşçi sendikaları, işveren sendikalarından örnek ala rak çalışmalarını yeniden biçimlendirmelidir. İşveren sendikalarının çalışmaları ve etkilerinin her alanda artmasını çok olumlu olarak karşıladığımızı belirtirken bir konudaki ısrarlarını anlamakta güçlük çektiğimizi ifade etmek isterim. Cumhuriyet gazetesi 10 Ocak günlü sayısında, ‘‘Örgütlenmenin Bedeli İşsizlik’’ başlığı altında 20032005 yılları arasında Türkİş’e bağlı sendikalara üye oldukları gerekçesiyle toplam 15 bin 531 işçinin işten atıldığını ve 3 bin 977 işçinin de istifa etmek zorunda bırakıldığını yazıyordu. Sanırım aynı durum DİSK ve Hakİş üyesi sendi kalar için de geçerlidir. Bu kadar değişik konularda başarılı çalışmalar yapan işveren sendikalarının, anayasadan ve uluslararası sözleşmelerden doğan temel bir hakkını kullanan işçilere karşı çağdışı bir tutum sergileyen işverenler konusunda suskun kalması anlaşılır gibi değildir. İşveren sendikalarının, sendikalı işçi düşmanlığı tutumlarından vazgeçerek sorunları birlikte çözmek zorunda oldukları işçilerin sendikalaşmasını içlerine sindirmeleri gerekir. Bu konu işveren sendikalarının önünde, çözmek zorunda oldukları bir sorun olarak durmaktadır. Bu çözülmedikçe işveren sendikalarına yöneltilen övgüler yarım kalacaktır. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayınladığı günlük sivil toplum gazetesi tarafsız haberleri, ilginç röportajları, araştırmaları, köşe yazıları ve ülke sorunlarını yansıtan raporlarıyla 10 yıldır okurlarıyla el ele... Tel: 0 212 511 94 94 Abone: 0 212 513 83 00 BİZİM GAZETE Severek, sevilerek, inanarak sürdürdüğü yaşamı boyunca toplumumuza soluk veren Hocamız Prof. Dr. TARIK ZAFER TUNAYA’yı ölümünün on beşinci yılında SAYGI, SEVGİ ve ÖZLEMLE ANIYORUZ. ÇARŞAMBA TOPLANTILARI Konukları CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle