16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 KASIM 1998 PAZA 10 PAZAR YAZILARI 'Alıştığımız bir şeydi yaşamak'Ameliyat odalannın hemen önünde, bıçağın altına j atmaya hazır 3 adam. genye dönememek kaygısıyla, geçmişi düşünür gıbiydıler. Ellennı tutmakta olan güleç yüzlü. sevecen hemşireler. nice deneyimler yaşamış gözleriyle 3 adama moral verirken. u Üç-dörtsaat sonrası. göğsünüzdeld yürek, eskisinden daha güçlü atma>a devam edecek, hiçbir sorun olmayacak" dıyorlardı Daha sonra, gencecik üç doktor geldi. Ameliyatlan yapacak uzman operatörün yardımcılan olan doktorlar. ellerindekı bır minı grafikle. üç adama ameliyat sürecinın aynntılannı anlatmava giriştiler. Kalp hastalanndan biri bendim. Öbürleri. Amerikan Musevısı ve bir savaş pilotu olan Jack ZederbaunTla. Nazı'lerin ölüm kamplanndan nasılsa yakayı kurtarabilmış IrvingGoldadlı bir Polon\alı Muse\iydi. tlk ba:>\uru Mralarında, üç haftalık sürede candan bir yoğunlukla. dost olmuştuk hastanedeki koğuşumuzda. Politika. şıır. felsefe ve edebiyatla dopdolu söyleşilerin bir bölümünde. savaş pilotu Amerikan göçmeni Jack Zederbaum'a. onun gibi bir savaş pilotu olan Fransız romancısı Antoine de Saint Exuper\'nın gizemler dolu evreninı anlatmıştım. Tutkuyla bağlandi da Saint Exupery'e. Ikincı Dünya Sa\aşfnda. Ingiltere'deki üssünden. tam 8 a\ süreyle Almanya'ya uçmuş, bombalar yağdırmıştı aşağılara. Her gece havalanan 20 kişilik filosundan. geriye dönüşte. pilot arkadaşlannın yansının, Almanuçaksavar ateşiyle yok olduklanna tanıktı hep. Kanatlanna yediği mermiler dışında, TORONTO ENGİN AŞKIN savaşın bitimine kadar kılına bıle bir şeycikler olmadan. görevini yapmaya devam etti. Amerikan savaş pilotu Jack Zederbaum, savaş cehenneminde, zaten yanmakta olan Almanya'ya bombalar savurduğu gecelerde, "Dachau1 " adlı bir ölüm kampında, Polonya Musevisi Irving Gold, gardiyanlarla birlikte sığınaklara koşmaktaydı. Yıllarca sonra, önce bır hastane koğuşunda sonra ameliyat odası önünde buluşan Jack \e Irving, dûşle gerçeğin örgülendiği bır Kafka görünümünde. cehennem günlerinın. acının ve savaş vahşetınin, yaşayan simgeleriydıler. Güney Almanya'da Landsberg adlı küçük kentın hemen yakınında bulunan toplama kampı "Dachau"ya getırilmeden önce, Polonya'daki ölümcül Musevi gettosunun dramını anlatırken, gözlerinde yaşlar belirirdi Irv ing Gold'un. 1940-1944 yıllannda gencecik bir çocukken, ailesiyle önce "Ausch^ıtz" adıyla ünlenmiş cehenneme yollanan Irvvıng'in tüm ailesini finnlarda yok ettiler. Daha sonra, Almanya'daki "Daehau" kampına getırilen Irvving, yıllarca sonra tanıyacağı Amerikan pilotu Jack Zederbaum'un. kampın tepesine aylarca bomba yağdırdığmı kuşkusuz bilemezdi. Savaş sonrası yöneticilik görevine devam eden Amerikalı savaş pilotu Jack, 1970'lerde şiddetle örgülü güvencesiz Amerika'ya veda edip, Kanada'ya göç etmiştı. Irvving Gold'u "Dachau" ölüm kampında, nasılsa canlı kalan birkaç yüz Nazi kurbanıyla birlikte, Amerikan ordusu kurtardı. 1947'de Kanada'ya göçmen olarak ayak basan Inving Gold, uzun yıllar bir fîrmanın patronlanndan biri olarak çalıştı ve lOyıl önce emekli oldu. Ölüm kamplannda eceli kandıran Polonyalıyla, eski savaş pilotu Amerikalıya, uçakJarda çalıştığım yıllarda, gençliğin o tatlı kuşunun dünyanın dört bir yanında nasıl kanat çırptığını anlatırdım. Kimi zaman sürreel deneyimlerle. hep gece yaşanrruş o serüven günlerini, hostesleri, pılotlann öyküsünü ve asla unutulmayan sevdalan anlatırdım onlara. Aynı anda ameliyata alınmadan az önce, Amerikalı Jack. "cehennemde buluşunız" diye espri yapıyor ve kahkahalar patlatıyordu. Her biri 50-80 bin dolara çıkan ve tüm ederi, devletçe karşılanan ameliyatlardan sorunsuz çıktık. Cehenneme gitmemize henüz gerek kalmamıştı. 5 yıldır süren egzersiz günlerimizde yoğunlaşan dostluğumuza yepyeni katkılar eklendi. Polonyalı Inving Gold, Hemingway'in ünlü bir öyküsünden yaptıgı alıntılarla içimızi ısıtıyor şımdı: "Bilryorsun, ükyaz, bitimsizcesine geri dönen bir gizemdir. Donan ırmaklann errvecegini, düşen yapraklann yeşerecegiııi yadsryamazsın. Sonyazda, ûzgülere düşer yüreğin belki. Ama biliyorsun, yaşamı kutsayan ilk\az, bir gün tüm ışıltısıyla yine geri gelecektir." Üçümüz de yüreklerimızi bedava onaran Kanada'ya minnet borçluyduk. Berliner Platza'dan Taksim Meydanı'na ESSEN GURAY ÖZ Ha\a vine karardı. Yine yağmur yağıyor. Hadi ıstanbul'a gıdelım. Kitap fuannı gezelim. Beyoğlu'nda dolaşalım. Kallavi Sokağı'ndan geçelim. Taksim Meydanı'nda sevgilimızle buluşalım. Şu yağmurlu karanlıktan kurtulup, yağmurlu da olsa Istanbul'a gidelim. .Ama gidemeyiz ki! Böyle baktım pencereden. karşıdaki fabrikadan bozma bır çelık yığınmdan ibaret dev mobilya mağazasının çırkin görünüşiıne. Biliyorum kı, bu karanlıgı da sevmek zorundayım ben. Buradan çekıp gidene kadar, sonra hiç hatırlamasam. bır enkaz gıbi geride bıraksam da şımdilik sevmek zorundayım. Ruhumu kurtarmak için. ister istemez. bir boyun eğiş gıbı. kaçınılmaz bir mahkûmiyet gibı. işıkJar biraz sonra yanar ve ben çekip gıdenm kendı düşlenme doğru. Işıklar bıraz sonra. yağmur yüzüme bir kamçı gıbı ınerken yanar ve ben çekip gidenm. Berlın meydanında metroya inerken, aslında Galatasarav 'a doğru yürüyommdur. Oralarda bir yerde Alpay'la buluşuyoruz. Biraz sonra Cihan'la Hasan da geleceklerdir. Biz biraz sonra eskı günlerden \e yeni umutlardan söz ederiz. Fçkilerimiz yavaşça ınerken bıraz yakar boğazımızı \e içimızi ısıtır. Tanıdık garsonlar. bize yenıden buz getinr ve ordan burdan konuşuruz. Sonra gecenin ışıklan ıçinde hafıfçe sallanarak Taksim "e doğru yurürken, Alpay **Dön arûk geri" der bana. Bense dönemeyeceğımi hüzünlü bır sesle anlatınm \e ışıklı bir sevınç de dolaşır >uzümde. bana 'dön' dendiğı içın. 'nereje gjteen geiir peşin sıra o şehir' şıirini Kavafis'ın. İstanbuİ'da oturup defterlerine yazanlara kızanm ıçımden. Yalnızca benım gıbiler okuyabilir o şiiri bana göre. Yalnızca bızim hakkımızdır o şiir. Bizim peşımiz sıra geliyor nereve gitsek de o şehir çünkü. Göçebelık başıma vurdukça böyle yazıya sığınmamın nedeni, yazıyla, harfler ve kelımelerle, belki de hiç kendıne benzemeyen bir şehir yaratmak ısteyışımdendır. Bana öyle gelır. Benim şehrim kaıtpostallardakı şehre benzemiyor zaten. Ne Topkapı Sarayı, ne Yenı Cami ne de Yeni Cami'nin onündeki güvercinler var benim şehnmin resimlerinde. Aslında ben. Kurtuluş'a, Kalyoncu Kulluk Sokağı'na, bana sanki bir ömürboyu oturmuşum gibi gelen Papatya Apartmanı'na gidenm tramvayın en ön • koltuğunda. Peki! Peki! Bü kadar ufunet, bu kadar - sıkıntı yeter. Olmadı işte! Bu yıl da kitap fuanna gidemedin. Izin alamadın ışyerinden ve şimdı karanlığında otur gece gibi bır şehrin. Ama burası da o kadar çırkin, kötü, nalet bir şehir değil ki. Bak, cıvıltılı bir kalabalık, sinemanm önünde, alt kattaki barda, ıslak sokakta, tramvay durağında nasıl da coşkuyla kımıldıyor. Kohl'ün ağlayan resimlerini koca koca basan Bıld gazetesi, kara değin gözyaşlan içindeki veda törenini anlatan haberler umrunda bile değil genç kızlann. Boş ver sen de! Düşün ki, ne çok hayat kıvılcımı çakıp duruyor şu yagmurun altında. Zaten yağmur da ince ince yağıyor ve sen seversin böyle yağmurlan. Şimdi hemen bitışiğindeki odaya telefon et de "Akşam Cafe Zentral'da Nachos yiyettm mi?" diye sor Yasemin'e. Işıklı sokaklarda vitrinlere baka baka, her gördüğü ayakkabıcıda on dakıka geçiren arkadaşınla, iki de bir ıçinden küfürler ederek yağmura, soğuğa; Gnllo Tiyatrosu'nun kahvesine ulaşırsınız. Güzeldir orası. Her yaştan sevgililer, aktörler. aktrisler, hüzünlü bakışlı, Modigliani boyunlu kızlar gelir oraya. Uzun kirpikleriyle sana bir resim gibi gelen bir incelik aklına düştü, düşecektir. Düşsün; tam sırasıdır. Öfkeni bir bira bardağında boğarsın ve sonra, kuşlar gibi şakıyan arkadaşını dinleTsin. Hikmetli laflar edersin arada bir. Ve sonra sen bir taksiyle eve dönerken sahil yolundan, tam deniz otobüslerinin orada iniverirsin. Bırak bunlan. Akşam kızma telefon etmeyi ve onu çok sevdiğini birkaç defa söylemeyi sakın unutma. Ismarladığı dergileri almayı da unutma. Işıklı cümlelerle konuşan kızınla Paris sokaklannda dolaşırken ne kadar mutlu olduğunu da unutma. Bak hayat geçip gidıyor ve şehirler her şeye rağmen güzel. lstanbul ya da Essen, Paris ya da Hamburg ne fark eder ki. Biriktirdiğin anılarla doldurduğun sayfalan da yırtıp at en iyisi. Yırtıp at sislı bir sabah, Yenikapı'da oturduğun Gölge Çaybahçesi'nin resmini. Tarlabaşı'nın, yüreklerinizde bin bir gürültü ve isyanla geçtiğiniz sokaklannın resimlerinin de hiçbir anlamı kalmadı artık. Bu defa gölgeni bırakıver dönerken Istanbul'dan. Burada sana hiç ama hiç lazım olmayan birtakım hüzünlerle dolanıp durma ortalıkta. Yağmur yağıyor. yağsın. Akşam oldu, olsun. Sıkıntıyı bir kenara bırak ve bir şarkı söyle içinden. Bu yazıyı da sakın hiç kimseye gösterme. \nTflY Alman moda tasanmcısı Rudolf Mos- , hammer'ingüzelköpeğiDaisy,yazarol- du! Moshammer, köpeğinin ağzından yazdıgı "Ben, Daisv Bir köpek levdinin itiraf- lan" adlı kitabıru Daisy'le birlikte tanırti. Kitapta, dürrya jet sosyetesi bir köpeğin gö- zünden anlaülıyor. Moshammer'in yayıncısı kitabın kısa sürede çoksataıiar listesine gireceğinekesingözûyle bakjyor. (Fotoğraf: REUTERS) Yangın İsveç'in karanlık yüzünü ortaya çıkardı Göteborg'daki yangjn faciasında 63 genç öldü. Bu gençlerin büyük çoğunluğu göçmen kökenliydi. Facianın boyutu tam anlaşılmadan, önce, yalnızca "diskotek yangınında ölen" başlığı kullanıldı. Isveç halkmı kesinlikJe şu ya da bu saplantıyla suçlamak istemem ama, ölenlerin onda dokuzunun göçmen kökenli olduğu duyulunca çok kişinin rahat bir soluk aldığından -üzülerek itiraf edeyim- eminim. Aslında konu bu da değil. Konu, STOCKHOLMFilipinler'de aşın yolcu yüklü bir feribotun batması. ya da Nil Nehri'ni geçerken devrilen saldaki zavalhlar da değil. Konu, isveç'in en ünlü köşe yazarlanndan ^™^^~^"^"~ Herman I.indqvist'in yazdığı gibi, Isveç halkının göç olayına ne kadar hazırlıklı olduğundan kaynaklanıyor. Çıkış kapısına dazlaklar bir şey koymuş olabilirler; bu ülkedeki yüz binlere yabancıdan önemli bir bölümü olayı böyle görmek isteyebilir. Ama bana kalırsa en önemli nokta, bu çocuklann - izninizle yeniden dikkatinizi çekiyorum, bu ülkede doğmuş ve burayı anavatan kabul eden- gençlerin yalnızca ve yalnızca dans edip eğlenmek istemiş olmalan. Peki bu doğal istek, neden böyle bir dış semtte ve barakada yaşama geçirildi? Neden bu gençler kent merkezine daha yakın yerlere, yerleşmiş diskolara gitmedıler de, böylesine garip bir lokali kiralayanlann GÜRHAN UÇKAN müşterisi oldular?Kimdi son üç yıldıı kentteki gençlere ait boş zaman değerlendirme merkezlerini - Avrupa Birliği dayatması gereği olarak- kapatan ve gençleri üç beş kuruş için sokağa atan? Para birimi olarak kazanılan neydi, insan olarak kaybedilen neydi? Göteborg'un en göçmen ağırlıkh semtlerinden Hissinge'de bunca genç, dışanda bir buçuk bira etmeyen bir para karşılığı o hangar gibi, pencerelere biri omuzlamadan ulaşılmayan yerde bir araya gelmişti; çünkü başka seçenekleri yoktu. Dazlaklann bu lokali kundaklayıp kundaklamadıklan konusu aydınlık kazanmadı. Aydınlık ~ " " ^ ~ ^ ^ ^ kazanan gerçek, göçmen kökenli aileleri çağdaş gettolara tıkan anlayışın artık saklanamayacak bir şekilde iflas etmiş olması. Bu çocuklar, kentın merkezi yerlerindeki, bir-iki birayla ölçülmeyen giriş paralan verildiği yerlere gitme şansından yoksundu. Aralannda anlaşıp, böyle boş bulunar yerlerde partiler yapıyorlardı. Hepsinin kanı gençti; hiçbiri erken ölmeyi düşünmüyordu. Zaten akıl almaz bir şeydi genç ölünmesi. Isveç'teki yangında, 63 genç yitirildi. Akıl almaz olaylar yaşandı. Isveç medyası sınıfta kaldı. Tartışması hâlâ sürüyor. Hükümet, yenı bütçedeki kısıntılardan söz ediyor. Üç-beş yabancı genç kurslara katılamayacak. Fark etmeyecekler. Fark edilen tek şey, bir ucu kopanlan bir dal olacak.. Ben bir şehre geldiğim vakit...Bir kente ilk kez gelir ve beğenirsem ya da beğendiğim bir kente yeniden gelirsem sevdiğime kavuşmuş gibi olurum. Lizbon'da da aynı duyguyu tattım. Kentin, batı ve güneyde Atlas Okyanusu, güneydoğuda ise Tajo Irmağı'nın oluşturdugu haliçle çevrili olmasını, sevdamın 'o'nu sınırsız bir coşkuyla sarmalamasına benzettım. Otuz bir yıl önce su baskınına uğramasını ise kendimk özdeşleştirdim. İçinden bir dizi kınk (fay) geçen kent, yüreğim gibi nice depremlere tanık olmuştu. Benzerliklere (benzetmelere de) doğrusu şaştım kaldım. Tajo Irmağı, sevda duygulanm gibi, kentin girişinde genişleyerek Saman Denizi (Marde Palha) olarak adlandınlan bir koy oluşturuyordu. Oturdum, içimdeki ılıman ildimde zaman zaman salıncak gibi sallanan ve de neyi, neden, nereye, ne denli bağladığını bir türlü çözemediğim bir köprünün tıpkısını, koyun hemen batısındaki Batı Avrupa'nın en uzun asma köprüsünü koyun gibi izlemeye başladım. Sonra, Tajo Irmağı'ndan Ticaret Meydanı'na (Praca de Comercio) doğru vükselen geniş merdivenlerden -kı kentin resmi gırişi olarak kabulleniliyor- tırmanmaya başladım. Kendıme küskün bir günümdeydim, o nedenle olsa gerek, merdivenlere yukan yönelmek için bastıkça, sanki merdivenler ayaklanmın altından aşağı doğru kayıyor, yükselemiyorum gibime geldi. Neyse, sonuçta \ardım varacağım yere. Üç yanı on sekizinci yüzyıldan kalma birömek yapılarla çevrili meydanın ortasında Kral I. Jose'yiat üstünde gösteren yontunun önünde durdum. Bu meydanın, 1755 depreminden sonra yeniden yapılanan aşağı LİZBON ÜSTÜN AKMEN kentın (Cida de Baixa) ucunda olduğunu öğrenmiştim. Yürüdüm. Birbirine koşut olarak uzanan bir dizi cadde, Ticaret Meydanı'nı Rossio Meydanı olarak da bılinen IV Pedro Meydanı'na bağladı. tçim zaten bağlar, bağlamlar içindeydi. Rossio Meydanıı'ndan başlayan geniş mi genış Özgürlük Bulvan'ndan (Avenida da Liberdade) kuzeydeki çağcıl semtlere ulaştım. Baktım ve gördüm kı, "Burada (da) arük / büyük ustalar mermeri ipekli bir kumaş gibi kesmhr or(du)" Baira'nın doğusunda bulunan kentin en eski kesimine yöneldim. Alfama denilen bu bölgedeki dolambaçlı dar sokaklara daldım. Bu sokaklann her birinin bir kişiliğı, bir ruhu vardı. Birinden ötekine geçerken hiç mi hiç yorulmadım. Içim içime sığmaz oldu. Sao Jorge Şatosu, kendime özgü bihnem kaç yıllık egemenliğim gibi, yıkık / sağlam, ama her yere egemen bir konumdaydı. Şatoya, 1386yılında tngıltere'yle yapılan bağlaşma onuruna bu ülkenin koruyucu azizi George'un adının verildiğini söylediler. Yüreğimde bunca yıldır yücelttiklerimin, içindeki olağanüstü zenginlik ve güzellikteki kümesçiklere bir ad bulamayışlanna acındım, hatta tasalandım. Can sıkıntım doruğa tırmandığında Chiado'da, Trindade Caddesi'ndeki binalan izlemeye başladım. Binalann yüzlen azuleios denilen ve tber Yanmadası'na özgü renkli çinilerle kaplanmıştı. 1922'den kalma Brezilya kahvehanesinin önünde bulunan Fernando Fessoa'nın bronz yontusunun yanındaki boş bronz iskemleye oturdum. Pessoa, başında şapkası, sol ayağı sağ dizinin üstünde, öylece dunıyordu. Başladık söyleşmeye. Söyleşme derken, hep ben konuştum, o sal dinledi elbette. Bir de baktım, kentin ünlü mü ünlü neogotik tren istasyonuna gelmişim. Kendı kendime: "Ben bir şehre getdiğün vakit / o başka bir şehrc gttmese" diye söylendiğimi anımsıyorum. Bindim bir trene. Kalkmasına zaman vardı. O sırada bir başka 'peron'a bir başka tren girdi, oflaya puflaya durdu. Sintra'dan geliyordu. İçinden çıkanlan bir bir izledim, inceledim. Hiçbirini tanımıyordum. Kendime: "Nereye böyle" diye sordum. İçimdeki ben: "Yahu her yere gidildi" diye bilgiçlik tasladı. Sizce tren kalktı mı, kaçtı mı; n< dersiniz?
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle