Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
20KA3IM1994PAZAR CUMHURİYET SAYFA
KULTUR 15
CUNDEMDEKI KONU StNEMA
ONATKUTLAR
Varsabir durum, yapalım bir açıkoturumAB Kırca'mn "Siyaset Meydanı"nda
Türk sinemasının sorunlannın tartışıl-
dığı gece, o yedi saatlik maratonun ta-
mamna ya da birbölümüne dayanabi-
lenlenn ne düşûndüklerini doğrusu pek
merak ediyorum.
O gfce hep birlikte uykusuz kaldık.
tki aedenı vardı uykusuzluğa katla-
nışımızın. Birincısi, hıç kuşkusuz Ali
Kırca'nın, Ayşenur Arslan, Şenay Kal-
kan gibi degerli arkadaşlan ile birlik-
te olusturduklan o düzeyli ve demok-
ratik lartışma ortamının çekiciliği,
ıkincisi ise günlük yaşamımızda bun-
ca yer ılan sinema ve televizyona duy-
duğumoz ilgi.
Peki ne kaldı geriye o uzun saatler-
den?
Doğrusu birçok izleyici gibi benim
ıçın de bir uykusuzluk duygusu, keçi-
boynuzu gibi pek cılız birkaç tad ve ol-
dukça yoğun bir tatsızlık, anlamsızhk
ızlenimi.
Sinemamız bu önemli fırsatı bence
çok kötü kullandı. Sinemamız derken
yalnızca yapımcılan, yönetmenlen,
oyunculan değil aynı zamanda eleştir-
menlen ve daha da önemlisi izleyici-
leri kastediyorum.
Tartışmanın konusu sinemamızın
sorunlan ıdi.
Bence sinemamızın en önemli soru-
nu "tarüşmavı becerememesi"dir.
Elbette tstısnalar vardı. Amaçoğun-
^ık, lafı anormal derecede uzatarak, ne
jöylediğini kendisi de anlamayarak, bir
mesaj vermekten çok başkalannı sus-
turmaya çalışarak tartışmayı öylesine
çığınndan çıkardı ki benim gibi birçok
izleyici de mutlaka ısyan etmiştır.
Bir ara bağırmak zorunda kaldım:
Beyler, neyin tartışıldığını ben anlaya-
maz hale gelditrt, izleyici nasıl anlaya-
cak?
Bir kez, bir iki istisna dışında, konuş-
macılann çoğu son derecede hazırlık-
sızdı. Insan milyonlann önüne çıkar-
ken, bir tarafa notlar almasa bile en
azmdan kafasında küçük bir hazırlık
yapar. Bu yapılmamıştı. Bu nedenle
birçok kişi "konuşmayıdurduramama
krizi''ne yakalandı.
Evet, gûlmeyin, böyle bir kriz var.
Lafin ipını bir ucundan yakalayıp, ak-
lına üşüşen ber şeyı söylemeye çalışır-
ken ıpin öbür ucunu kaçıran konuşma-
cı. bir noktadan sonra sözlerini bağla-
yamaz olur. Eğer o öirada birisi yardım-
cı olup sözü kesmezse, o, sabaha kadar
aynı ipe sapa gelmez laflan geveler du-
na.
•^ Konuşmacılann bir bölümü sözü
durdtuamazken bir bölümü de dehşet-
li bir savunma psikozuna yakalanıp kar-
şıdakinin sözünü durdurmaya çalıştı.
Otıızyıldırdüşünsel kapasitesinde her-
hangi bir gelişme olmadığı gözlemle-
nen Fikret Hakan'ın çevresindekileri
susturma girişımleri pek yadırganmadı.
Hülva Avşar'la alay edişi, Kültür Ba-
kanhğı Müsteşar Yardımcısı'na "Sen
bizim muhatabımız olamazsuı" deyişi,
Tunca Arslan'ı susturma çabalan za-
man zaman edep sınırlannı aşsa da do-
ğal karşılandı. Ama genellikle centil-
m - \ bir kışiliği olduğu düşünülen Er-
teıi! Göreç'in de benzer sertlıkteki tep-
kılerine pek anlam verilemedi.
Öbür yandan sinema eleştirmenı ya
yünden bir amatör sınemacı köyde bir
sinema makinesini nasıl "taıal" ettik-
lerini anlatırken ipin ucunu kaçırarak
bizi anlamsız alanlarda dolaştınp dur-
dular.
Kısaca, bir yanda AJ-i Osman Seden
hanedanmdan Fatih Sultan Hakan ve
onun kale burçlannı kan revan içinde
savunan yenıçerileri; öbür yanda ise
Uzay Hepan çağının postmodern astro-
notlan Aöfgan, Mc Coy ve onlann ne-
reye çarpacağı belli olmayan meteorta-
raftarlan arasında tuhafbir savasa tanık
olduk.
Tıpkı Ah Kırca gibi biz de "killtle-
ıüp" oturduk.
Yetersizlikler ve yanlışlıklar yalnız-
ca tartışmanın bıçiminde olsaydı belki
gene de hoşgörülebilirdi. Ama birçok
izleyicinin de gördüğu gibi konuşma-
lar vahim bilgi hatalan ve önyargılar
içeriyordu.
Sinema sektörümüzle ilgili istatistik
veriler ya hiç yok, ya da yetersiz. Ama
daha da ilginci, bu yetersiz bilgiye bile
başvurulmayışı. "Kafadan atma
rl
nın
bir alışkanlık haline gelişi.
örneğin tartışmalar sırasında yanım-
da oturan Özen Film yöneticisi dostum
Mehmet So>
r
aslan'm elınde son on beş
tzleyıeısıkoııuımındakjkışileıiııtaı- yılıngişe lıa&ıldllaıı ile ilgili bir dusya
vardı.
Bu dosyaya bakılabilscydi, son oa
beş yılm, gerek eleştirmenler gerekse
sinemacılar tarafindan seyirciyle bu-
• Siyaset Meydanf nı
izleyen insanlann büyük
bölümü hiçbir şey anlamadı:
Sinemacılanmız gerçekten
devlet desteği istiyorlar mı,
istemiyorlar mı? Oysa
bugün hep biliyoruz: Ülkeler
kültür alanına kamu desteği
sağlamak zorundadırlar.
Çünkü kültür alanı, sadece
pazann kontrolüne
bırakılamaz. *
Çünkü kültür, bir ülkenin
kimliğidir. Ve bu
kimliğin büyük bölümü,
para getirmeyen faaliyetlerle
korunur.
nin tam tersine seyirciyle buluştuğu, en
az elli bin izleyici topladığı görülecek-
tı: HazaL Hakkâri'de Bir Mevsim,
Anayurt Oteli. Sis, Suda Yanar, Uçurt-
mayı Vurmasınlar, Kaduıın Adı Yok,
Muhsin Bey vs. vs.
Örnegın reklameılann meslcki derei-
"en çok izknen on sinema rdminin" do-
kuzunun (evet yanlış okumadınız, do-
kuzunun) Türk fılmi olduğu görülecek,
seyircinin yabancı (daha doğrusu Ame-
rikan) fılmleri Türk filmlerine tercih
ettiği yolundaki yaygm kanının yanlış-
lığı ortaya çıkacaktı. TV yazan Sn. Er-
doğanSevgjn,bu rating raporlannı doğ-
ru dürüst inceleyebilseydi, tepelerde
yeralmayan ciddi ve kaliteli Türk film-
lerinin de, kendi türündeki yabancı
fılmlerden daha çok izlendiğmi göre-
cekti.
Sinemalardakı ücretsiz dağıtüan haf-
talık sinema dergisi, her hafta bir box-
office raporu veriyor. O raporda film-
lerin seyircı sayısı ile birlikte, geçen
yılla bu yılm karşılaştırmalı rakamlan
da okura sunuluyor.
UIP ile VVarner'a şıklık olsun diye
onlarla yemek yiyip sonra da "Sinema-
nın Muhteşem Dönüşü" diye yazı ya-
zan sevgıli Doğan Hızlan,o sinema der-
gisini okusaydı, seyircı sayısında artış
değil, geçen yıla göre yüzde 40 oranın-
da çarpıcı bir düşüş oldugunu görecek-
ti. Ustelik bır başka ürkütücü gelişme-
yi de fark edecekti. Toplamı yüzde 40
azalan seyircinin de yüzde 75'i aynı fil-
me gidıyor, sürü gibi. Filmin adı da il-
tışma başansızlığı da sinemacılardan
qy gl kalmariı TiirV aint'mn'iinın
lerinden Marketıng Türkıye. her sayı-
smda, AGB Anadolu ratmdenne göre.
fDevnT
burada bir kez daha girmeyeceğim.
Ama izin verirseniz bir yanıltmayı açık-
lamak istiyorum: Ben, tartışma sırasın-
da, bütün dünyaya Amerikan filmi da-
ğıtan en büyük kuruluş olan UlP'nin
ABD'de yasaklanmış oldugunu söyle-
diğimde Mc Coy müdahale etti. Üç dört
yıl önce serbest bırakıldığını söyledi.
Ben de bunu yeni bir bilgi zannederek,
araştırmadan ıtiraz etmedım. Ama araş-
tırdım: Böyle bir şey yok. UIP, kendi ül-
kesinde hâiâ yasak.
Kimse düşünmüyor mu bu ülkede,
neden yasak diye?
Kısaca, sinemada video ve televiz-
yon rekabetiyle başlayıp süren, sinema
salonlannm yüzde 90 oranında azalma-
sına neden olan krizin, mevcut salonla-
nn da Amerikan dağıtım firmalanna
tahsisi sonucunda ağirlaştığını anlatıp
bir çözüm aramak varken, tartışmalar
nerelere gidebıldi, anlayana aşkolsun.
Üstelik doğru bir teşhis, tedaviyi de
apaçık gösterirken!..
Oyle ya, en büyük rekabet tüm dün-
yada olduğu gibi TV'den geliyorsa, TV
ile bir uzlaşmaya vanrsın. Filmlerini
TV kanallan ile ortak yaparsın. Kanal-
lar da mecbur buna. Sinemacılanmız
"Radyo ve Teievizyonlaruı Kuruluş ve
Yayınlan Hakkmda Kanun"un 4. mad-
desinin " p " fikrasını okumak zahmetı-
ne katlanııiarsa anlayacaklar niçin mec-
bur olduklannı.
Çünkü o madde ile TV kanallanna
yüzde 50 yerli yapım koşulu getirili-
yor.
Sonra yirmi yılda üç binden üç yüze
inen salon sayısını arttırmak için çaba
gösterirsin. Bugün sinemanın gerçek
altyapısı salondur. Bu amaçla hem özel,
hem kamu sektörünü harekete geçir-
menin yollannı ararsın.
Son olarak, tüm dünyanın yaptığı gi-
bi, yasal düzenlemelerle kendi ulusal
sinemanın, Amerikan tekellerine karşı
korunmasını ıstersin. Şimdiye kadar
birçok uluslararası toplantıda bulun-
dum.
Hemen hepsinde sinema sektörünün
korunması gündemdeydi. Hiçbirinde
devlet-sinema ilişkilerinin bizdekı ka-
dar çarpık yorumlandığını, karmakan-
şık hale geririldiğini görmedim.
Siyaset Meydanı'nı izleyen insanla-
nn büyük bölümü hiçbir şey anlamadı:
Sinemacılanmtz gerçekten devlet des-
teği istiyorlar mı, istemiyorlar mı? Oy-
sa bugün hep biliyoruz: Ülkeler kültür
alanına kamu desteği sağlamak zorun-
dadırlar. Çünkü kültür alanı, sadece pa-
zann kontrolüne bırakılamaz. Çünkü
kültür, bir ülkenin kimliğidir. Ve bu
kimliğin büyük bölümü, para getirme-
yen faaliyetlerle korunur: Tarihsel kim-
liği oluşturan eskı eserler, müzeler, kı-
taplıklar, arşivler; bugünkü kimliği
oluşturan temel yaymlar, gösteriler,
şenlikler; geleceğin kimliğini oluştu-
ran gençlik etkinlıkleri, eğitim alanı
vs...
Bütün bunlar dünyada kamu desteği
ileyapılır. Yasalariadüzenlenirbualan.
Bunlann yapılmasını ıstersin.
Bundan başka da bır şey istemezsin.
Bu tartışma sırasında da ister sinema-
cı, ister seyirci. kimi konuşmacılar "bir
filmin nasıl olması gerekti£jne"dair ah-
lannın tartışıldığı platformda Mc Coy,
Amerika'dakı deneyimlerini uzun uzun
ântatirten; ya da Tavşanh"nm bir ko- "luşmuyor dîye eîeşfîrnen Wçok fılmı-
TV'lerde en çok izlenen sinema fîlm-
lerinin listesini yayımlıyor.
Bu listelete şflyle bir göz
gınç' ıaş
Evet, Amenkan tekelleri. Sınemacı-
lwm»^Htbayak eogunlufuda, tnedya^
rruz da bu konuda inanılmayacak kadar
habersiz. Dûnyada o kadar çok yazıldı,
çîzîldi, ben o kadar yazdım çizdim ki,
kâm kesmiyorlar mı, çıldınyorum.
Beyler, bırakın sanatcının yakasını.
"Nasff Istıyorsa öyte yapsın. Beğen-
miyorsanız izlemeyin, ya da daha iysı-
nıkendınızyapın.
Hâlâ işin alfabesindeyiz.
'Her Vitrin
Bir Galeri'
Kültür Servisi - Nişantaşı'm
Derneğı'nın düzenledıği kültür
ve sanat etkınliklen dizisinin il-
ki olan 'Her Vitrin Bir Gale-
ri'sergısı 24 kasımda açılıyor.
Ülkemizde ılk kez gerçekleştıri-
lecek bu sergıyle 50'ye yakın sa-
natçının 100 dolayında yapıtı,
Nışantaşı ve çevresindeki mağa-
zalann v ıtnnlerini birer galeriye
dönüştürecek.
Nışantaşı'nda Rumeli, Abdi
Ipekçı, Teşvikiye, Valikonağı
caddeleri ile İCarakol Soka-
gı'nda yer alan belli başlı mağa-
zalan kapsayan sergi, 4 aralığa
dek sürecek. Sergının açılışı
Harbıye Parkı'nda kurulacak
"Nişantaşı'm Çadm^nda yapı-
l K
Bu projeyı gerçekleştıren Ni-
şantaşı'm Dernegı, Nişanta-
şı'nın kültürel, sosyal ve işlevsel
dokusunu yaşatmayı; yitırilmek-
te olan değerlenne sahıp çıkma-
yı; sanat, eğlence ve ahşveriş
merkezı olan bölgenin bu özel-
liklerinı, geleneksel değerler
çerçevesınde korumayı ve ev-
rensel bır bakış açısıyla yannla-
ra taşımayı amaçlıyor.
Sergide yer alan sanatçılar
şöyle sıralanıyor: Fahır Aksoy,
Bılge Alkor. özdemir Altan, Gök-
han Anlağan, Hakkı Anh, Yüksel
Arslan, Zekı Arslan, Mustafa Ata,
Tomur Atagök, Bedrı Baykam, Sab-
rı Berkel, Se\yıt Bozdogan, Bubi,
Adnan Çoker, Tanju Demircı, Ser-
verDemıriaş, NejadDevnm, Abıdın
Dıno, Burhan Doğançay, tpekAksü-
ğürDuben. Candeger Furtun. Meh-
met Giıleryüz, Mehmet Gün, Selmo
Gürbûz, Altan Gürman. Merıç Hı-
zal. -
s
vm tşler, Ozer Kabaş. ömer
Kaleı f, Serhat Kıraz, Komet. trfan
Korkmazlar, Tülın Onat, Zekaı Or-
mana, Kemal önsoy, lbrahım örs,
Kadrı Özayten. Bünyamın özgülte-
kın. Yusuf Taktak, Güngör Taner.
Sûleyman Saım Tekcan, Seyhun To-
puz. Selım turan. Ömer Uluç, Bur-
han Uvgur. Adnan Vannca, Utku
Varhk, Fahr El Nıssa Zeıd.
Amerikan tiyatrosunun 'öfkeii adaııır
Kültür Servisi - Amerikalı oyun yazar-
lan, anlar gibi, yok olmadan önce birden
fazla kişiyi sokabilirlerse şanslı sayılır-
lar. Bir zamanlar 'Amerikalı Strindberg'
olarak selamlanan Edward Albee'nın son
on yılı pek parlak geçmedi. 1983'de yaz-
dığı ve 'New York Times' gazetesi eleş-
tırmeni Frank Rkh'in 'iki perdelik bir
huysuzluk nöbeti' olarak niteledıği 'The
Man VVTıo Had Three Arms-Üç Koüu
Adam'adlı oyunu Broadway'de yalnızca
16 kez sahnelendi.
• Spot ışıklan dönüp, her
zamanki kadar sivri dilli olan
66 yaşındaki yazan yeniden
buldu. Birkaç gün önce
Londra'da perdelerini açan
'Three Tall Women' adlı
oyunuyla Edward Albee,
üçüncü kez Pulitzer'e değer
görüldü. Albee, kariyeri
boyunca ilk kez
Amerika'daki bütün
eleştirmenlerin
düşüncelerinin olumlu
oldugunu vurgulayarak,
'Beni şamar oğlanı yerine
koymaktan vazgeçtiler' diyor.
Albee, ilk oyunu 'TheZooStory'yiyaz-
dığında 30 yaşındaydı. Dünya prömiyeri
Berlin'de gerçekleştirilen oyun daha son-
ra New York'a gelmiş, Amerikan tiyatro-
sunun öfkeli genç adamı da böylece orta-
ya çıkmıştı.
Yetenekli olmayan bir çok yazar
Avrupa'da her zaman beğenilen bir
oyun yazan olmasına karşın, Amerika'da
Albee'nin ölmüş olabileceğini düşünen
tiyatroseverler var. Biraz üstlerine gider-
seniz 1962 yılında yazdığı, korkunç bir
evliliğı konu eden, daha sonra başrolleri-
ni Richard Burton ile Eiizabeth Taylor'ın
paylaştığı bir fılme dönüşen Albee klasi-
ği 'Who's Afraid of Vlrginia VVoolf-Kim
Korkar Hain Kurttan'ı anımsayacaklar-
dır. Onun kadar yetenekli olmayan pek
çok yazar. başanya ulaştıran bu formülü
yinelemekte ve kötü taklitler üretmekte
hiç gecıkmediler. Albee adeta kendi ba-
şansının kurbanı olmuştu.
Aynı zamanda 'inatçı daman' olarak
adlandırdığı özelliğinin, başkalannın
beklentilerinın gelgitlerinde yüzmeyi dik-
başlılıkla reddetmesinin de kurbanıydı.
Kendi sanatsal toprağını işleme konusun-
daki kararlılığı ona 'A Delicate Balance'
(1967) ve 'Seascape' (1975) adlı yapıtla-
nylaiki Pulitzerödülükazandırdı. 'Seas-
cape', ödüle karşın yalnızca 70 kez sah-
nelendi.
Albee'nin tumruraklı, insanı ürkütecek
ölçüde gerçekleri dile getıren sesinin de
giderek modası geçti.
Bugünlerde ise Albee geri döndü. Spot
ışıklan, dönüp her zamanki kadar sivri
dilli olan ($6 yaşındaki yazan yeniden bul-
du. Birkaç gün önce Londra'da perdele-
rini açan 'Three Tall Women' adlı oyu-
nuyla üçüncü kez Pulitzer'e değer görül-
dü. Oyunda Maggic Smhh, Frances de la
Tour ve Anastasia Hille tek bir kadını, ya-
şamının çeşitli evrelerinde canlandınyor-
lar: 20'li yaşlarda bir genç kız, orta yas,!ı
bir kadın ve öfkeli, ölmekte olan bir ihti-
yar.
Irving Wardle bir zamanlar onun için
"Batılı yamyam geleneğinin oyun yazan"
diye yazmıştı. Albee, her şeyin ötesinde,
izleyicisıne yaltaklanmaktan son derece
uzaîc bir biçimde ayna tutan, ona kendi
ruhsal sonınlannı ve umut kınklıklannı
gösteren, ironinin unutulduğu bir diyar-
da ironiyi elden bırakmayan bır oyun ya-
zandır.
Albee bu yeniden doğuşu ihtiyatla kar-
şılıyor. "Popüler olmamak için bir çaba
narcamıyonım. Oldukça başanh oMum
ama amacım bu degiL Yazmak istedigim
konular hakkuıda yazıyorum. Popüler<A-
mayan pek çok ovumun da 'Three Tall
Women' kadar ryi. Bu oyuna gösterüen il-
gi beni şaşırrn, Bütün karrverim boyunca
ilk defa Amerika'daki bütün eieştirmen-
lerin düşünceleri olumlu. Amerikalı eleş-
tirmenler beni şamar oğianı yerine koy-
maktan vazgeçtiler''dıyor.
Yapıtını istiyorlarsa, olduğu gibi, hiç-
bir değişiklik yapmaksızın sahneye koy-
malan gerek. Albee, Amerika'da olduk-
ça belirgin olan 'muttu son' sevgisıne hiç-
bir zaman boyun eğmedi.
Albee'ye göre, sanat bir biçimde insa-
nı eğitmeli ve düzeltmeli. Sanat bize kim
olduğumuzu gösterip, yanlış olanı ince-
lememizi sağîamah. Yanıtlannı bildiği-
niz sorulan içeren oyunlar yazmak kolay.
Bu herkesi mutlu edebilir. Ama Albee'nin
yanıtlardan çok sorulan var.
'Three Tall VVomen'da temel sorun, Al-
bee'nin kendisini evlat edinen yıkıcı an-
nesiyle arasmdaki işkenceye dönüşen iliş-
kiyi yansıtıyor. Çocukluğunda kendisini
evlat edinen New Yorklu anne babasının
kişilikleriyle kendi kışiliği sürekli çatışıp
durmuş. Annesinden sözederken "Birbi-
rimizden hiçbir zaman hoşlanmadık.
Onun için her zaman bir düş kınkhğry-
dun"diyor. Oyunlannda yer alan kötü an-
ne babalarla, öfkeli çocuklann kaynağı
bu.
PENALTI
MEMETBAYDUR
Bîlimin Müziksel Tarihi
Biüm ile sanatın günlük yaşamdan çıkıp gittiği toplum-
lar, kendini tüketen, kendi kanserine dönüşen toplumlar-
dır. Isaac Nevvton'u bilirsiniz. Hani bir ağaç altında uyur-
ken kafasına elma düştüğü için yerçekimi yasalannı keş-
feden bilim adamı. Antonio Stradivari'yi de bilirsiniz. 18.
yüzyılda yaşamış ünlü keman ve çello yapımcısı. Stradi-
vari, çoğunlukça, Latince söyienişi olan Stradivarius ola-
rak tanınır. Bu keman yapımcısı, bilim adamı Nevvton ve
kompozitör Johann Sebastian Bach ile aynı zaman di-
liminde yaşamış. O zamanlardan yaklaşık iki yüz otuz yıl
sonra, bizim zamanımızın bilim adamlan, bu insanlann
yaprtlan üstüne yepyeni bilimsel teoriler üretmeye başla-
dılar. Keman ve çello yapımcısı Antonio Stradivarius'un
bildığı, Isaac Nevvton'unsa bilmediği neydi?
Thomas Levenson, yeni yayımlanan 'ölçüye ölçü: Bi-
limin Müziksel Tarihi' adlı krtabında, bilim tarihini yepye-
ni bir açıdan ele alıyor. Eski Yunan uygariığından, günü-
müzün çok gelişmiş teknik olanaklanna kadar uzanan za-
man kesitinde müzik ile bilimin kopmaz ilişkisi açısından.
Bir keman nasıl yapılır? Bır çello, bir piyano nasıl yapı-
lır? Bunlan bırakın, ata sporumuz olduğu iddia edilen yağ-
lı güreşlerde çok kullanılan davul ile zurnanın nasıl yapıl-
dığına dair bir şeyler de bulmak neredeyse olanaksızdır
dilimizde. Kaval, düdük, tef, darbuka gibi çalgı aletlerinin
yapımı üstüne kitaplar da bulunmaz kitapçılarda. Daha
çok 'şarkıcılar' üstüne yan sosyolojik yazılar yazılır. Han-
gi müziğın 'çağdaş', hangı müziğin 'çağdışı' olduğu üs-
tüne herkes bır şey söyler. Müzik bahanedir aslında. Ge-
nciler 'geri' zannettikleri müziği savunurlar, ilericıler 'ileri'
zannettikleri müziği. Kakafoni de bu noktada başlar.
Thomas Levenson, müzik aleti yapanlann, bazı bilim-
sel konularda, uzman bilim adamlanndan daha ileride ol-
duklannı söylüyor kitabında. Stradivarius, Nevvton ile
Bach'ın çağdaşı dedık ya, mesleğini Nicolo Amati'nin
Cremona'daki atölyesinde öğrenmiş. Sonra ustasından
aynlıp kendi dükkânını açmış, kemanlar, çellolar üretme-
ye başlamış. Işe marangozluk açısından bakarsak, bir ke-
man yapmanın çok büyük, anlaşılmayacak kadar derin bir
gizi yok. Elinizde adı keman olan birtahta parçası var. Bi-
limsel biryöntemle onu parçalanna ayınrsınız ve gizini çö-
zersiniz, olur biter. Nevvton yöntemi, doğadakı her şeyi,
Güneş sisteminden bır kemana kadar her şeyı. parçala-
nna ayınrsak çözümleyebileceğimizi öğretiyor. Muhen-
dislerden müzik bilimcilerine kadar birçok bilim adamı,
Stradivarius'un yaptığı kemanları, çellolan söküp parça-
lanna ayırmışlar. Ölçüp biçmişler. Bugün Stradivarius'un
elinden çıkan yaylı çalgılann sırt inceliklerini ve başkala-
nnın yaptıklan çalgılardan daha ince olduklannı, ne cins
bir cila kullandığını, o cilanın kimyasal denklemini, deği-
şik çalgılar için hangi ağaçlann tahtasından yararlandığı-
nı, bu sazlann akustik fiziğini en küçük aynntılanna kadar
biliyoaız artık. Üstelik yüzlerce kez tekrarlamış 'bu dene-
yi' Stradivarius. Her deneyim sonucunda harika bir keman
ya da çello çıkmış ortaya.
Yeni deneysel bilimin yüreğinde yatan kural şudun Bir
insanın keşfedebileceği bir şeyi, bir başka insan da yeni-
den keşfedebilir. Bilimsel deneyin 'bilimsel' olabılmesi
için, önce ikinci bir bilim adamının o deneyi yınelemesi ve
başanlı olması gerekir. Arşimed'den Kopernik'e, New-
ton'dan Einstein'a kadar degışmez kuralıdır bu bilimin.
Thomas Levenson, bu ilginç kitabında, bu noktada soru-
yor canalıcı sorusunu: Oyleyse neden hıç kimse Stradi-
varius'un yaptığı kemanları yapamıyor bugün?
Nevvton fiziğinin eksık bir tarafı mı var yoksa? Belki 'mü-
kemmeliyetçi' bir bilimle, ölçmek istediğıniz her şeyin gi-
zini çözebHirsiniz. Bilmekistediğiniz şeyierse orada kahr-
lar, bir Stradivarius kemanı gibi. Çözümlenmemiş olarak.
Nevvtoncu fiziğın insanın elini kolunu bağlayan meka-
niği üstüne düşünmeye zorluyor yazar okurunu. Yunan dü-
şünürü Pitagoras, ilkel orgu ılk görüşünde soyut mate-
matik ile gerçek ses arasmdaki ilişkiyi kavramış. Karanlık
çağlardan sonra, müzikte armoninin kullanımıyla daha
önce ayak basılmamış yepyeni ve çok geniş alanlar açıl-
mış insanlann önünde. Armoniyse bizi müziğin ve bilimin
tarihinde Bach'a getiriyor ister istemez. Uyum iyı hoş da,
sesin aritmetiğı içinde, var olan çıkıntılan, mükemmel ol-
mayanı, uyumsuz olanı nereye, nasıl yerleştireceğiz? Eğer
her şeyi müzik aritmetiğinin sarsılmaz kurallan içinde yer-
ii yerine yerleştirirsek, majör üçlüleri uyum içindelerken,
bir oktav sonrası fena halde ton dışı kalıyoriar! Bundan
ötürü Bach'ın piyanosu 'iyi-terbiye-görmüş'tür. Az biraz
ton dışıdır o piyanonun akordu, bu ses aritmetiğinin kıs
kacından kurtulmak adına. Bile isteye mükemmel sanıla-
Jll ho/arak mıi7İk tarihinin n pytİ7 jiİ7PİIİkfPki l
vermiştir Bach.
Levenson'un kitabı düşündürücü. Yalnızca matematik,
müzik, feteefesorunttdeğrtdtr "mükemmet oiarrta uğj'dş-
mak" sorunu. Gerçek anlamda ilerleme; dogmalara, de-
ğişmez, mutlak zannedilen her şeye, az biraz mükemmel
olmayan bir şeylerin eklenmesiyle sağlanıyor galiba.
•
Rabıta adlı örgütten maaş alan devlet memurlan, ilk ve
ortaöğrenimde zorunlu kılınan din dersleri, haksız yere
hapse atılan aydınlar, politik söylevlere dini alet etmek
derken Sıyas katliamı, laık aydınların kurşunlanıp bomba-
lanması, şimdi de klasik müzik için yapılmış konser salo-
nu yöneticilerinin istifaya zorlanması ve cumhurbaşkanı-
na sözlü tacize kadar geldik. Çağdaş, evrensel olan her
şeye karşı olan bu kafalar Taksim'de cami de yapacak-
lardır.
Bilimi de, sanatı da kendi kakavan kafalannın siyah tül-
bentinden geçirip onlara göre yorumlayacaklardır. Türküy-
le, Kürdüyle, Ermenisi, Yahudisi, Arnavutu, Rumu, Lazı,
Çerkeziyle, dilleri, lehçeleri, ağızları, dinleri, inanış biçim-
leriyle bir cennet mozaiği oluşturması için her şeyi olan
bu güzel ülke de, bu adamlann yaptıklarıyla ve onlara se-
yirci olanlann bilinçsiz desteğiyle bir ortaçağ öncesi ka-
ranlığa gerileyecektir. Böyle bir şey olabilir mi? Herkes ol-
maz diyor ama bir soru daha gelıyor aklıma: Büyük kent-
lerimizi yönetenlerin içinde kaç kışi Darvvın Evrim Kura-
mı'na inanır?
Bilimin Müziksel tarihi derken bu konu da nereden çık-
tı diyorsanız, müzik denince sevgi ve saygı ile düşündü-
ğüm insanlann başında Aydın Gün gelir. Aydın Bey, gö-
revinden istifa ettiği için Cemal Reşat Rey Konser Salo-
nu'nu kalitesizlik istilasından koruyamayacak artık. Abdül-
basit Abamüslim Akıncıbey'lere karşı Sayın Aydın Gün'ün
yanında yer aldığımı söylemek istiyorum yalnızca.
hşaat Mühendisleri Odası Fotoğnaf
Yarışması sonuçlandı
• Kültür Servisi-TMMOB Inşaat Mühendislen Odası'nın
kuruluşunun 4O.yıh dolayısıyla düzenlenen Fotoğraf ve
Karikatür Yanşmalan sonuçlandı. Değerlendirme sonucu,
Çemil Ağacıkoğlu'nun "Tosya" adlı fotoğrafi birinci seçildi.
Sabit Kalfagil,lsa Çelik, Halim Kulaksız, Rıza Baloğlu ve
Mustafa Atmaca'dan oluşanseçici kurul. Hakan Gazanfer
Altunel'in "Uğurcan-2" rumuzlu eserini ikincilik ödülüne,
Fahri Canöz'ün "141477/3" rumuzlu eserini üçüncülük
ödülüne değer gördü. Karikatür Yanşması jüri üyeleri: Turhan
Selçuk, Ali Ulvi Ersoy, Turgut Çeviker. Metin Peker ve Erol
Demir, yaptıklan değerlendırmede Ali Herkül Çelikkol'un
eserini birinciliğe. Bülent Balaman'ın eserini ikinciliğe \e
Ahmet Büyükmehmetoğlu'nun eserini ise üçüncülüğe değer
gördüler.
Orfeo ve Euridice Operası Türkiye'de
• ANKARA (ANKA) - Ankara Devlet Opera ve Balesi,
Gluck'un "Orfeo ve Euridice" operasını Türkiye'de ilk kez salı
günü sahneleyecek. Alan besteci Gluck'un opra sanatının
zirvesine ulaştığı ünlü yapıtı, üç perde olarak sahnelecek..