29 Nisan 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
9EKİM1994PAZAR CUMHURİYET SAYFA KULTUR 15 GUNDEMDEKIKONU: ONATKUTLAR Aynı şarkıyıdinliyorum, idiot muyum? Bu olağanüstü soru, gûnümüzde hem dünyada hem de Türkiye'de ya- şadığımız olağanüstü Tüketim-Tek- noloji-Medya çağ) patlamasının son ürûnlerinden bıri. Peynir ekmek gjbi tüketilen kaset- lerde, radyo ve televizyonlarda son günlerde en çok dinlenen şarkının sözleri: " YeMeğinnenlerine karşı Don Kişot muyum? Durmadan ucuyorum ben pi- lot muyum? Aynı şarkıyı dinliyonnn idiot muyum? Veremem... Veremem... Veremenır' Şimdi hepimiz biliyoruz: Neredey- se bütün ülke, aynı şarkıyı yüzlerce kez dinliyor. Kaseüer milyonlarca saülıyor. Hangi radyo kanalının ya da TV ekranının düğmesine dokun- sanız, sözleri yukardakine benzer şar- kılarla karşılaşıyorsunuz. Bodrum'da kapılannda "...desibel gürülrü vardır. Uyannz" levhalan aslı derme çatma yüzlerce lokalin önünde bıyıklı herif- ler caddeden geçen civciv gibi, mini şortlu kızlan kollanndan 'kam! kamP diye çekerek müzik dinlemeye davet ediyorlar. Ortaköy'de, Etiler'de Ata- köy'de, Kuruçeşme'de yüzlerce lokal- de aynı markalar giyen genç erkekler- le aynı cerrahın eîinden çıkmış kadı- nlar tek ellerini havada ritmle sallaya- rak aynı şarkılara kaülıyorlar. Necip milletimız, tarihınde ol- madığı kadar 'a-acayip mûziğe takıu- yor.' Aynı şarkılarla. Acaba hip birlikte idiot muyuz? Ben haftalardır acaba Aziz Nesin haklı mı diye kara kara düşünürken neyse ki özel TV kanallannda ve basınınuzda bazı yorumcu ve köşe yazarianmız imdada yetişti. lçime su serptiler. Meğer durum hiç de öyle kanşık ve karanlık değılmiş. Hatta tam tersine bu durum 'pembe telefonlu İtalyan fOmlerf gibi pespembe bir dünyanın işaretiymiş. Siz de bazı alıntılan okuyun, rahat- layın: Cumhuriyet'te Evin Uyasoğlu'nun yazısından öğrendiğımize göre, bu durum, bir normalleşme işareti, hatta bir tür 'rönesans'mış. TV yorumcusu Ufiık GûMemir böyle diyormuş ve de- vam ediyormuş: Türkiye, 701i yıUarda sekteye uğ- ratılan müzik rönesansını gecikmeii olarak 19901ı yülann başında yaka- I*dı. 70lerden 90lara değişen, müziğin kendisi gibi görünse de asunda değişen, müziği yapan kafalardı. Tek kanallı s- yah-beyaz TV, tek lider, tek ideoioji kU. Bu dönemin müziği de uyuşuk resmi ideolojinin aynasıydı. Hızlı düşünmeyi, hızlı çalışmayı, inisiyatif otanayı değil, oturup bûlyaiara dalarak ber şeyi dev- letten beklemeyi telkin ediyordu. Bu uyuşukluk ideoiojisi de TRT eli ile top- luma yayılıyordu... Müziğin ber şeyi denetimden gecerdi. TRPde yayonlanan halkuı değiL devletin müziği oldu. Halk, günlük dü- deki konuşmaiaruu, argosunu, >aşam biçimini, aşklannı bu müzikte biılanu- yordu. 70'li yıllann başlanndaki deği- şim rfizgarları, devlet tarafından n- rpanlandı. Mûzik yerine düşünce yaz- sak aynı şey. Çünkü müzik, düşünce- nin bir ifade biçimklir, bem de en güze- li. Şıktdun şarkısı, müziğin değil, asu- nda Türkiye'deki ideolojik değişimin en çarjHcı ömeği. Bize edilgenliği değil, etkenliği aşdıyor. Türk müziğinin ri- timleri, formlan da değişiıne uğruyor. takılmıştır. "Hepimiz Tarkan dinle- yince nasıl bir milli biıiik, beraberiik rubu doğuyor?" diye. Böylece bölücü- lüğü önleyebildiğimize göre, Apo'- nun da Galatasaraylı olduğunu göz önüne alıp, onunla da milli birlik ruhu içinde olduğumuzu. bölücülüğü kısa yoldan önleyebildiğimizi rahatca düşünebiliriz. Ama bence Ufuk Güldemir'in en önemli cümleleri şunlar: "Aıtık müzik endüstrimiz var. Müzisyenler, daha çok para kazanıyor. özgürlük, kalkt- nma yaraüyor..." Bukonuyasonra değineceğım. Şimdi bir başka köşe yazanmızın düşüncelenne bakalım. Ertuğrul Öz- spiraller çiziyor. Ekseni errafında küçük geomerrik şekiller meydana ge- tiriyor. Kulağında tuğra gibi duran bir küpe. Her şey ara bölgede > ani. Hicbir şey, kesin çizgilerle ayrılmamış. Ama bu ara çi/gilerden, bütün Tür- kiye'yi içine alan inanılmaz bir terkip çıkıyor. Bu terkip, 7'den 70'e Türki- ye'yi birleştiriyor. Ve bu coğrafyanın gercek anlamda ilk Doğu-Batı sentezi megastar doğuyor. Biraz daha ileri gi- dip, teşhisimi koyayun: İbrahim Tatln ses sonrası müzik ve cinselliğin temeli atdıyor. Tahmin edeceğiniz gibi, Tarkan'dan söz ediyorum. Tarkan'dan ve onun bü- tün Türkiyeyi dolaşan şıkıdım kübin- Hepimiz Tarkan dinkyince nasıl bir milli birlik, beraberiik ruhu doğuyor ? Halfun müziğinde yer buluyor. Halk da bunu zevkle dinliyor. Dahası, mü- zik; ülkenin sınırlarını aşıyor ve evren- seUeşiyor. Devlet, > ülarca Türk müzi- ğinin yozlaşmasını önleyerek bilmeden offii öMürdü. Oysa bugün özgür kaJan Türk müziği evrenseüeşti. Sadece Tür- kiye'de değil, başka coğrafyalarda da ûne kavuştu... Tarkan, Türkiye'de ilk kez kuşak- ları, ayrı kültürdeki in^plgrı birleştir- di. Artık müzik endüstrimiz var. Mö- zisyenler, daha çok para kazanıyor. özgürlük kalkınma yaranyor. Türk toplumuna bölücülük değil, birlik, be- raberiik getiriyor..." Tabii sizin de bu satırlan okuyunca tıpkı benim gibi kafanıza bazı sorular kök'ün. "Ben, bu fotoğrafı İtalya'da görmuştüm' başhklı yazısına. Özkök, pek göstenşli bir betimleme ile başüyor: "Genç adam. ne çok beyaz, ne çok esmer. Düğmeleri açık gömleğinin içinden fışkıran gövdesi için mükem- mel demek çok zor... Hafif bir göbek. Vukardan aşağı doğru inen tüyler... Kıl demek istemiyonım, çünkü kelime, gövdenin hareketlerine uymuyor. Saç- lar, ne çok kısa ne çok uzun. tkisinin arasında. Boyu da öyle. L'zundan çok, kısaya yakın. Gözlerinin rengini tam teşhis edemiyorum. Yeşil mi mavi mi, yoksa adını koyamadığun başka bir renk mi? Hareketlere bakıyorum. Ne çok erkeksi, ne kadınsı. Gövdesi ağır den." Daha sonra Özkök, Tarkan'daki cinselliği ve Doğu-Batı sentezini onun gövdesinin hareketlerinde, kıllannda, küpelerinde ve kendi deyimiyle 'hünsa cogVafyasında' biraz daha aynntı dü- zeyinde inceliyor. Ve Vıldız Tilbe aracılığı ile 'Delikaniı' konusuna ge- çıp şunlan yazıyor "Ama bu şarkınm en güze! yanı, De- likaniı gibi müthiş bir keiimeyi bize ye- niden keşfettirmesi. Ne çocuk, ne genç, ne olgun. O da ara bölgede. Delikaniı. Hem genç. hem hareketti hem de kişi- liğin ve ahlakın doruğunda bir kelime." Özkök oradan da çıkıp Adnan Şen- ses'e, Peppino di Capri'ye falan şöyle bir uğradıktan sonra şu yargıya van- yor: "Bu kasetieri dikkatle dinleyin. Bu yeni Türk genclerinin yarattığı Türk rönesansmı dikkatle inceleyin. Orada müthiş bir geiecek, renkli bir toplum, crvıl cıvıJ bir hayat temposu, dipdiri bir mutluluk arayışı, görecek- siniz..." Allah Allah! Üstümüze iyilik sağlık. Bu yazarlarda hangi 'coğraf- ya'ya baksan orada bir 'rönesansT Benim de Laz'ın öyküsündeki gibi, bunlan okuyup, canım sıkılıyor. Bir kere anlamıyorum. Türkçeleri farklı. Benim bildiğım coğrafya, coğrafi böl- ge değil, yeryüzü haritalannı incele- yen bilim dah. Rönesans'ın iki anlamı var: 'Yeniden Doğuş' ve uygarhk tari- hine damgasını basmış büyük kültür- toplum değişimi dönemi. Tarkan'la Erasmus'un ya da Leonardo da Vinti'- nin bir ilgisi olmadığına göre bir baş- ka şey yeniden doğuyor. Ama yeni- den dogan ne? Kim doğuruyor? Bun- lan pek çıkaramıyorum. Sevgili Cumhuriyet okurlan, siga- rayı bırakmaya karar veren her insan gibi, ben de uzunca bir süre daha az zararlı sigara türlerini denedim. Ya- bancı sigara içenler bilir. Batılılar, bu iş için bir sürü 'moder ürettiler. önce 'light'lar çıktı. Yani iıanTler. Sonra *extra Ught'lar. Sonra 'süper light'lar, en sonunda da 'ultra-light'lar Bu ultra-light'lar, ne işe yarar bil- miyorum ama, Batı'da çok saülıyor. Bizim aydınlanmız arasında da bir hıltra' tipi var. Hemen her dönemde, en geçerli, en zararsız, bir Sokrates deyimiyle, en orta malı düşünceleri, ızlenimleri müthiş bir şey keşfetmiş, dehşet bir yenilik ortaya koymuş gibi, satmaya kalkıyorlar. Üstelik, o fikra- daki adam gibi sayısız vanlışla. Hani adam söze başlamış "Hazreti İsa Fırat Nehri'nden yüzerek..." diye. öbürü sözünü kesmiş: "İsa değil, Musa; Fırat değil, Kızıldeniz; yüzerek değil yürüyerek... Neresini düzelte- Ve bu yaalar, yorumlar, ciddiye alınmadığı için yanıtlanmadığından özellikle gençler üzerinde etkili olu- yor. Benim ne hafif müzik yapanlarla bir sorunum var ne de onu dinleyen- lerle. Ama bürfin bu Teknoloji-Med- ya-Tüketim şeytan üçgeninin kay- mağını yiyenlerin gençleri başka saf- satalarla aldatmalanna, bunun taf- rasını satmalanna da tahammülüm yok. Geiecek hafta Güldemir'in, Öz- kök'ün ve benzeri düşünenlerin gö- rüşlerini ciddiye abp yanıtlamaya çaüşacağım. Ve bence daha da önem- lisi, şu &kök'e göre Tarkan sayesin- de kompleksiz olabildiğimiz Batı'da, bu konuda neler yazıyor onlara degi- neceğim. Loach, sosyal öykülere devam ediyor Kültür Servişi- Şosyal içerikli fılm- lerle tanınan İngiliz yönetmen Ken Loach, son filmi "Ladybird"de de ger- çek olaylardan yola çıkarak etkileyici öyküler anlatıyor. Liberation'da Loach'la yapılan söyleşide yönetmenin, profesyonel ol- mayan oyuncularla çalışmayı tercih ettiği "Ladybird "le, yine işçi sınıfının sorunlanna ışık tuttuğunun ve pek çok tartışmayı gündeme geürdiğinin alü çiziliyor. - "Ladybird", tngUtere'deki işçüerin günden güne zoriaşan yaşam koşul- lannı ele alıvor. Bugünün İngilteresi'- nde en büyük sorun bu mu? - Kesiıilikle. Bu ülkede yaşayabil- mek için sürekü savaşmak zorunda olan pek çok insan var. Ancak Mag- gie'nin hikayesi, çocukluktan baş- İayarak tüm yaşamı boyunca şiddet çemberi içinde yaşamış kadınlann- kiyle aynı olması bakımından da çok önemli bence. - "LadybinT'ün senaryosu, gercek bir hikayeoen yola çıkdarak mı yazüdı? - Bütün bunlan yaşayan bir çift bana başlanndan geçenleri yazılı ola- rak gönderdiler ve öykülerini anlattı- lar. Ben, Rhona Munro ve senarist ar- kadaşımız onlarla tanışmaya karar verdik. Yaşadıklan trajedi o kadar yoğundu ki onlarla mutlaka konuş- mamız gerekiyordu - Bu kez de profesyonel olmayan sa- nstçüarla çalışmayı tercih ertiniz. Bu- mn nedenini açıklar nusnuz? - Bu, kendini yenilemeye ve her tür- lü öneriye açık insanlarla çahşma nrsatı tanıyor bana. İşçi sınıfina ait olmayan bir insanın, o sınıftan biri gibi rol yapması oldukça güç. Profes- yonel oyuncu, yapüğı her hareketi sü- zer ve üzerinde çok düşünür. Oysa profesyonel otaıayanlarla böyle bir sorun yaşamazsıruz. - Bugünlerde yeni bitirdiğıniz bir fîl- min montajmı yapıyorsunuz. Bu fılm- den söz edebilir miyiz biraz? - Tam oiarak bitmemiş bir filmden söz etmek hoşuma gitmiyor. Faşizme karşı gönüllü oiarak savaşan pek çok farklı ülkeden insanlann öyküsü an- laulıyor filmde. Bu projede Jim Al- k»'la (Yağan Taşlar fılminin senaris- ti) yıllar süren bir çahşma yaptık. Bir- likte faşizme karşı savaşın neden orta- dan yok olduğunu, devrimin neden başansızlıkla sonuçlandığmı araş- tırdık. Yemek arü tiyatro sunumunu ilk kez Türkiye'ye getiren Lawton: Once yemek sonra tiyatro veriyoraz GAMZE VARIM İngiliz oyun yazan Ray Cooney'nin Earl Barret ve Arne Sultan'la birlikte yazdığı 'Wife Begıns at Forty-Evlilik 40'ında Başlar' adlı pyun, 6-7 ve 8 ekimde Svvissotel'de İngilizce sunul- du. Kültür merkezlerinde sık rastla- nan yemek artı tiyatro sunumu. ülke- mizde ilk kez gerçekleştirilirken. İngi- liz tiyatro geleneğinin usta temsılcıle- rini de Türkiye'ye getirdi. Yönetmenliğini Leslie Lawton'ın, prodüktörlüğünü Derek Nünmo'nun üstlendiği komedınin başrollennı Ca- roiyn Lyster ile Patrick Cargill paş- laşıyor. Oyunda aynca Tim Brooke- Taykor, Patricia Brake, Marc Murphy ve yönetmen Leslie Lawton da rol alıyor. Oyunun ülkemizde sahnelen- mesi nedeniyle İstanbul'a gelen pro- düktör ve aktör Derek Nimmo ile gö- rüştük . Tiyatro kariyerine Hippod- rome Tiyatrosu'nda başlayan Nim- mo, kısa süre sonra West End'e geçti. 1957-85 yıllan arasında 'VValtz of the Toreadors', 'Duel of Angels', 'How Say You', 'The Amorous Pravvn". "The Irregular Verb To Love', 'Sec How They Run', 'Charlie Giri', 'Why Not Stay For Breakfast', 'Palladium'. 'See How They Run', 'A Friend Inde- ed' gibi oyunlara prodüktör olar:u imzasını attı. BBCde 26 yü ~ Uzun süre Avustralya ve Yeni Ze- landa'da çalışan Nimmo, birçok tele- vizyon dizisinin de prodüktörlüğünü üstlendi. Nimmo, BBC World Servi- ce tarafından 26 yıldır yayınlanan 'Just A Minute' adh panel oyunun daimi üyesi. İngiltere'de bir prodüktörün parasal destek sağlamak dışında ne gibi işlevle- ri var? Bir prodüktör. rol dağıtımını üstlenir. turne sırasında oyunlann sahneleneceği ülkeleri belirler, otel re- zeryasyonlanyla ilgilenir, her şeyi or- ganize eder. Bu oyun, bu yıbn başlan- ndan itibaren Dubai, Moskova, Bah- reyn, Kuala Lumpur, Bangkok'da' sahnelendi. Çok seyahet ediyoruz. Şu anda bana bağh olan ve farklı yerler- de bulunan üç tiyatro topluluğu var. Biri Orta Doğu'da. Bir diğeri Kuala Lumpur'da üç hafta içinde sergilen- meye başlayacak bir oyun için prova- lan sürdürüyor. Oyunlannıa kimler izfiyor? Bu, ülkeden ülkeye değişıyor. Oyu- numuzu sahnelediğimiz İcentlerde, İngilizce konuşan işadamlannın sayısına bağlı. Oyunlanmızı İngilizce sunduğumuzdan, oyuncular bu dilin konuşulduğu ülkelerde tanınıyor. Türkiye bağlamında bu oyun yalnı- zca zenğinlere hitap eder. İngiltere'de kimler izüyor oyunlarınızı? Evet, bu oyunu izleyecek insanlann biraz paralı olmalan gerekiyor. Ama böyle tanınmış oyunculann rol aldığı oyunu buraya getirmek de ucuz değil. Londra'da bu oyunu otuz sterline iz- leyebilirsiniz. İnsanlar önce akşam yemeği yiyor. Sonra oyunu izliyorlar. Hem yemek hem de oyun için otuz sterlin hiç de fazla değil. Eğlenceli bir gece geçiriyorsunuz, bütün sorun- lannızı. sorumluluklannızı, teröristle- ri, doğal felaketleri ve Haiti'_yi unutu- yorsunuz. Böyle bir oyunu ingiltere'- de, Londra'dan tatil yörelerine dek her yerde izleyebilirsıniz. Bu oyunlan sahneleyen tiyatro topluluklan ülke içinde tumelere çıkıyor. İsteyen pa- hah, isteyen ucuz bilet alıyor. Ama İngiliz tiyatrocular, dünyanın dört bir yanındaki kültür merkezlerinde sık sık rastlanan yemekartı tiyatro sunumunu bu kez İstanbul'da gerçekleştirdiler. her sıruftan insan izliyor bu oyunlan. Ingiltere'dekj tiyatro ortamından söz eder misiniz? Deneysel üyatronun, çok büyük müzikal prodüksiyonlannın yanı sıra Royal Shakespeare gibi ulusal tiyatro topluluklan var. Bir de tabii yeni oyunlar... Ama bu konuda sıkıntı çe- kiyoruz. Oyun yazarlan televizyon için bir şeyler yazma eğilimindeler. Çünkü televizyon için yazılan iyi bir senaryonun ücreti hemen ödeniyor. Genç bir oyun yazan, böylece rahat bir yaşam sürebiliyor. Sahnelenmek üzere bir oyun yazdığınızda bir pro- düktör bulmak zorundasıruz. Belki yıîlar sonra bunu başardığınızda ve oyun sahneye konduğunda, dıyelim Londra'da perdelerini açtığında. eleş- tirmenler tarafından beğenilmezse bir-iki hafta içinde oyuna son verile- biür. Bu yüzden tiyatro için oyun yaz- mak cesaret istiyor. Televizyon ise her zaman yeni projelere açık. Tiyatro oyunu yazmak kârlı Ama başanlı bir oyun bütün dün- yayı dolaşır, pek çok dilde sergilenir. Bu oyunun yazan da oyunun sağ- ladığı haftaiık hasılatın yuzde 10'una sahip olur. Bir haftada 200 bin dolar kazanabilir. Bu yüzden tiyatro oyunu yazmak yine de çok karb. Ülkenizde riyatroya devlet desteği ne ölçüde gerçekleşiv or? Ulusal ve bazı yerel tiyatrolar bü- yük ölçüde devlet desteği alıyor. Geie- cek ay bir milli piyango başlatıyoruz. Bugüne dek ülkemizde hiç yapı- lmamıştı. Piyangodan elde edilen gelir sanata aynlacak. Bu küçük tiyatrolar açısı- ndan önemli bir fark yaratacak. Ti- yatro öğrencileri eğitim masraflannı karşılamak için hükümetten destek almakta çok zorlanıyorlar. Piyango sayesinde onlara da daha fazla maddi destek yolunun açılmasını umuyo- rum. Bugün genç oyunculann çoğu ti- yatro okullanna devam ediyor. Üç yılük eğitim veren bu okullar oldukça pahab. Prodüktör oiarak, oyunun yönetme- nine müdahale eder misiniz? Pek fazla müdahale etmem. Ama perdelerini açtıktan sonra, oyunu bir- kaç kez izlerim. Belki yönetmenin farkına varmadığı bazı unsurlara dik- katini cekerim. PENALH MEMET BAYDUR İki Yazann Arasında Bir büyük yazar var, ülkemizde pek tanınmıyor, bir iki kitabı yayımlandı galiba, pek dikkati çekmedi. Bence bü- yük bir roman yazan: V.S. Naipauf. Hint asıllı, küçük bir Latin Amerika ülkesi olan Trinidad'da doğup büyümüş. Sanırım Oxford'da öğrenim görmüş bir olağanüstü ya- zar. Yıllardır ^k^bel Edebiyat Odülü için adı gecer. Genel- de dünya için, özellikle de Üçüncü Dünya ülkeleri, insan- ları için karamsar mı karamsardır. Denemeler, gezi ki- tapları da yazar. Bunlardan biri, "Inananlar Arasında" adlı enfes bir kitaptı ve ilk yayımlandığı zaman Salman Rushdie'nin hışmına uğramıştı. On yıl kadar oluyor. Rushdie, Naipaul'un kitabını fazla soğukkanlı ve 'sevgi- s/z'bulmuştu. Müslümanlara onlan anlamadan yaklaşı- yordu Naipaul, Rushdie'ye göre. Zaman, Naipaul'u haklı çıkardı, ama konumuz bu değil. V.S. Naipaul'un bir de küçük kardeşi vardı. Shiva Na- ipaul. O da olağanüstü bir yazar. 44 yaşında kalp krizin- den ölmeden önce birçok eser yazdı. Roman, öykü, de- neme, gezi kitapları. Bu kitaplardan bırinin adı Güney'in Kuzeyi. Doğu Afrika'daki üç ülkeden izlenimlerini aktarı- yor küçük Naipaul. Yayımlanır yayımlanmaz üç ülkede de yasaklanmış kitap. Nairobi'de Stanley Oteli'nin altı- ndaki kitapçıdan istedim. Adam gülümseyip çevresine baktı, sonra tezgâhın altından önceden paketlenmiş bir kitap çıkardı, parasını ödeyip aldım. Otelin önündeki kaldırım kahvesine oturup bir çay söyledim. Açıp okuma- ya başladım. Naipaul kardeşlere göre dünyamızın duru- mundan herkes suçlu. En çok da "ezilenler" suçlu. İki kardeş de dine karşı. Dinlerin sosyopolitik kullanımına karşılar diyelim. Dini ciddiye alıyorlar ve zararlı olduğu- nu söylüyorlar. Sonra örnekler veriyorlar. Acıklı, komik, hüzünlü, ürpertici, yalnızca hayatı ciddiye alan insanlann anlayabileceği cinsten örnekler. İnsan aklını yücelten yaklaşımlar. V.S. Naipaul'a neden Nobel vermezler der- siniz? Çok önemli değil ama merak ediyor insan. Yaşar Kemal'e neden vermezler? Trinidad ile Türkiyenin sırası gelmedi diye mi? Üçüncü Dünya ülkeleri hakkında Isveç akademisinin sayın üyelerinin hoşuna gitmeyen şeyfer yazdıkfarı için mi? Ülkelerinin siyasi manzaraları- ndan ötürü mü? Naipaul üstüne Sayın Felhi Naci'nin gü- zel biryazısını anımsıyorum, ama kitaplarımın çoğundan ayrıyım bir süredir. Naipaul'un kitaplarının tümünün özenle çevrilip yayımlanmasını diliyorum Türkçe'de. Bir yazımda Jules Veme'den söz etmiştim. Çocuklu- ğu, evden kaçışı, avukat olmak için gittiği Paris'te yolcu- luk, serüven ve fantezi dolu romanlar yazması. Bu ünlü yazar bugünlerde yine gündeme geldi. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında, tam oiarak 1863 yılında Jules Verne yüzyıl sonrasını anlatan bir roman yazmış. 1963 yılının Paris kentini anlatan bir roman. Ro- manın yirminci yüzyıl ortası büyük kentini anlatan sayfa- larda neler var? Her yer otomobil dolu. Büyük bir trafik tıkanıklığı ve kirienmesi yaşanıyor. Toplu taşıma sistem- leri binlerce insanı işlerinden evlerine, evlerinden işleri- ne taşiyor. Fax sistemi sayesinde herkes hızla haberleşi- yor. Olüm cezaları elektrikli sandalye ile infaz ediliyor. Jules Verne'in düşlediği modern dünya tatsız tuzsuz bir yer. Bir sürü bürokrat tarafından yönetilen, para, teknolo- ji ve siyasi güç peşinde koşmaktan başka bir şey bilmer yen, bu koşu sırasında yollarına çıkan klasik kültüre ait her şeyi yerle bir eden insanlar. Verne'in yayıncısı, Pler- re-Jules Hetzel "Yirminci Yüzyılda Paris" adlı romanı okuduktan sonra, 35 yaşındaki yazara yırtıp atmasını söylemiş; "Peygamberlik taslıyorsun. iyi olmamış, kim- se inanmaz bu yazdıklarına" diyen yayıncısının sözünü dinlemiş Jules Verne. Fantastik macera romanlarına dönmüş: Denizleraltında Yirmibin Fersah, Seksen Gün- de Devriâlem... Yayıncının beğenmediği romanı da bir daha duyup işi- ten olmamış. Kahraman bir şair olan ve aydınlanmış top- lumu ararken yola koyulan ve bir serseriye dönüşen bu kitap ortadan kaybolmuş. Derken Verne'in torununun oğlu olan Jean Verne Tou- lon kentindeki aile evini satışa çıkarıyor. Evin bodrumun- da bir ton ağırlığında bir kasa var. Evet bin kiloluk bir kasa, kilitli ve doğal oiarak anahtarsız orada duruyor yir- mi yıldır. Yerinden kımıldamayan bir canavar gibi duru- yor orada, Jules Verne'in evinin bodrumunda. Jean Ver- ne bir çilingir bulup eve getiriyor, adam üç saat uğraştı- ktan sonra açıyor bu dev kasayı. İçinde bazı mektuplar, bir not defteri ve bir romanın dosyasını buluyorlar. Ka- pakta Jules Verne'in el yazısı ile "Yirminci Yüzyılda Pa- ris" yazdı. Kenarda da yayıncının el yazısı ile romanı ye- rin dibine batıran notu! Sonunda yazıldıktan 131 yıl sonra yayımlanıyor roman bu yıl, Paris'te. Otomobil ortaya çıkmadan yirmi beş yıl önce düşlemiş bu araçları. Metro sistemlerini uzun uzun anlatıyor. Şim- di Eyfel Kulesi'nin durduğu yerde iki yüz metre yüksekli- ğinde, Paris'in her yerinden görülecek bir ışık kulesi yapıldığını yazıyor. Romanın şair kahramanı Michel mut- suz bir insan. Teknolojiden başka bir şey düşünmeyen, büyük tröstler, çok uluslu şirketler tarafından yöneltilen bu toplum doyurmuyor onu. Kitapçılarda "şu tanı- nmamış genç yazann."VkAor Hugo'nun kitaplarını arı- 'yor, bulamıyor. Fransa ile beraber, o güzelim dilin de yitip gittiğini düşünüyor. Bilim dahil her şey ingilizceye teslim olmuş diye düşünüyor. George Orwell'i anımsa- tan bu geiecek kâbusu, Michel'in bir serseriye dönüşme- sıyle bitiyor. Çağdaş teknolojinin yaşama getirdiklerinı doğru tah- min ederken aynı teknolojinin yaşamdan götürdüklerini ve yan etkilerini de doğru teşhis ediyor Jules Verne. Şimdi düşünüyorum: Kitaplar, şiir, oda müzikleri, sat- ranç oyununun iki insan arasında oynanan şekli, mürek- kep hokkaları ne olacak yüzyıl sonra? Ucuz bir nostalji değil bu. Çocuğunuz Jules Verne mi okuyor, video mu seyrediyor? "sanat'a evet" mi? öyleyse; bugün konser izleyin... Yıllık Abone Bedeli: 400.000 TL. Posta Çeki No: 655248 Banka Hesap Nç: T.lş Bankası Cihangir Şb.: 197245 Hayriye Cad. 3/10 Galatasaray-lstanbul Tel: (212) 243 35 33 - 293 72 77 Fax: (212) ?• SÖYLEV (CtLTl-2) HıfeıV.Velidedeoglu 24. bası 100.000(KDViçınde) Yayınlan Türkocağı Cad. 39-41 Cağaloğlu-İstanbul
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle