15 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
14 Cumhuriyet görüşler 6Şubatl992 BURAŞI TÜRKİYE HALÛK ŞAHİN Birbirini kaybetmiş kardeşlerin yıîlar sonra gözyaşlan içinde kavuşup bir araya gelmeleri yalnızca Kemalettin Tuğcu'nun romanlannda olmuyor. Rudrnhı Kvdeşterf R udi'yi bir Amerikan üniversitesinde tanıdım. Avusturyahydı (Salzburg'un oralardan bir yer- den), gençti, iddialıydı. Zaman zaman, Alman ırkına mahsus olduğu söylenen derin depres- yonlara kapıhr, zaman zaman da adeta kanatlanıp uçardı. Arkadaş olduk. Bana Kemalettin Tuğcu'nun Cermen- lere uygulanmış bir romamnı anımsatan yaşam öyküsü- nü anlattı: Alplerde ufak t»ir köyde doğmuştu. Babası daha o dogmadan annesini bırakıp gitmiş, annesi de bir başkasına kaçınca onu dedesi büyütmüştü. Hem de tam bir Prusyalı general disipliniyle. Rudi dayaklann ve yalnızhklann en katıksızını çocukluğunda tatmıştı. Yıllar yıllara eklenmiş, büyümüş, önce liseyi, sonra üniversiteyi bitirmişti Rudi. Derken kafası soy sopuna takılmış, araştırmalan sonucunda, tanımadığı babasının ikinci, üçüncü, dördüncü evlilikler yaptığını öğrenmişti. Keşif müthişti: Tek çocuk olarak büyümüş olan ve ken- disini yapayalnız gören Rudi'nin kardeşleri vardı! Hem de bir sürü! Rudi, araştırmalanna devam etmiş, kardeşlerinden bi- rinin oturduğu kasabayı belirlemişti. Ve bir gün o kasa- baya giderek kardeşinin (sanşın ve çok güzel bir kızmış bu) eve girip çıkışını izlemişti. İkinci gün cesaretini topla- yıp onunla konuşmuş, başka kardeşleri de olabileceği ha- berini ondan almıştı... Derken yolu Amerika'ya düşünce, Amerikan vatan- daşlığına geçmek için başvurmuştu. Yeni Dünya'da ken- disini mutsuz hissettiği zamanlar, bir kez konuştuğu kız kardeşi (ve tanımadığı kardeşleri) hakkında romantik, çocuksu hayaller kurar, günün birinde bir bayram havası içinde bir araya gelişlerini düşlerdi. * * * Son günlerde Asya'da yaşayan Türk kardeşlerimiz hakkında yazılanlan okudukça aklıma Rudi'nin öyküsü geliyor. Türkiye ola- rak Rudi'ye benzemi- yor muyuz? Cumhuriyet döne- minde uzun yıllar hep tek çocukolduğumuzu sanarak yaşadık. öz- gül ve yalnız olduğu- muzdan dem vurduk. Başka yerlerde kar- deşlerimiz olduğunu söyleyenleri bizi tanımamakla ya da dünyayı anlama- makla suçladık. Onlardan şüphelendik. Belki kardeşlerimiz olduğu iddia edilenleri vesayeti altına aldığını söyleyen kabadayından korktuğumuz için böyle yaptık. Belki geçmişi reddetmenin otomatik olarak parlak bir geleceği garantileyeceğini sandığımızdan... Belki başka nedenleri de vardı. Derken, Sovyetler Birliği çatırdamaya başlayınca Ru- di'nin gidip kız kardeşini uzaktan seyretmesi gibi biz de ufak ufak yanaşmaya başladık. Çekingendik. Hatta "On- lar tam bizim gibi değil, çünkü onlar şöyle" türünden şeyler söylüyorduk. Şimdi, Davos'taki liderler buluşmasının da simgelediği gibi, Rudi'nin en çocuksu düşlerinin gerçekleştiği anlan yaşıyoruz. Birbirini kaybetmiş kardeşlerin yıllar sonra gözyaşlan içinde kavuşup bir araya gelmeleri yalnızca Kemalettin Tuğcu'nun romanlannda olmuyor demek ki! Bir farkla: Romanlarda böyle bir sahne ile roman sona eriyor. Oysa yaşam o sahneden sonra da devam ediyor. Şu günlerde o devam sayfasına geçmek üzereyiz. Kötü günler geçırmiş, yoksul düşmüş kardeşlerimiz bizden çok şeyler bekliyorlar. Bülent Ecevit'in de belirttiği gibi bizi idealize ediyorlar, göklere çıkanyorlar. Son 200 yıldır hep başkalannı ömek alan bir ulusu kendilerine örnek alıyorlar. Ve örnek olmanın dayanılmaz ağırlığı çöküyor sırtımıza. Bakalım altından nasıl kalkacağız. 60-30 YIL ÖNCE CUMHURİYET 1932: Beş sene sonra Spor merahbianna afijde- Nafıa Vekâleti tarafından a".LATASARAY • FENERBAHCE v e r i l e n H 8 " 1 " t** 1 *™ 933 senesi kanunusanısının birinci günüTerkos Şirketi tesisatının İstanbul Belediyesine devredileceği malûmdur. Belediye, Terkos Şirketine vazıyet ettikten sonra Halkalı ve Kırkçeşme sulannı da birleştirecek ve bu sulan muntazam bir kanaldan şehre îsal edecektir. Belediye, şimdiden hazırlıklara başlamıştır. Bu sular, . çeşmelere meccanen verilecek, evlerden küçük bir ücret alınacaktır. Bu tesisat beş senede ikmal olunacak, bu müddetın hitamından sonra İstanbul, su derdinden kurtulmuş olacaktır. Diğer taraftan Çamlıca sulannın bir araya toplanarak demir borularla Üsküdar'a kadar indirilmesi hususunda Belediyenin faaliyeti henüz müsbet netice vermemiştir. TARİHTE BVGİJNMÜMTAZARIKAN COLUMBiA KAŞIF STANLBY'tN KONFERANSL 18J8 'DE 8U6ÜN, ÜMUİ AFRİKA KÂÇİFİ JOffN R0W- UMDSTANLEY, LONDRA'pA ÖNEMÜ gİR fCÛNFE- RANS VEROİ. ASIL MESLEĞİ GAZETECİÜK. OLAN STAHU-Y, NEW VORK M£RAU>TKlBUNE GAZETE- SİNCE, AFRİKA'PA KAYgOLAN K4Ç/F Df LMNG- STÖNE'U ARAMAKLA GDREYLENDİRİLMİÇTİ. BU- NU 8AŞARAN STANLEY, DAHA SONRA B/RÇOK VEBİ ÛEKEŞFETMİÇTİ. KRAÜYETCOĞRAFYA KU- RUMU 'NUU DÛZENLBOİĞİ KDNFERANSTA, KEŞ/F- LBRİYLE İUSİLİ AÇIKLAMALAR YAPAN SJANLEY'İ, ÎNGİLİZ VE FRANSIZ I/EÜAHT PfSENSLE/Zİ İLE', O SIRADA AVRUPA 'DA SÜ/ZGÜUDE 8ULUNAN ESKi OSMANU SADRAZAMl MİTHAT DA DİNLEMİÇTİ. C / V Mif-kaf- faşa, ön sırada oturan fes/i YÖK ve Koordinasyonun Maliyeti Prof. Dr. HAMİT FİŞEK Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi Y ÖK yöneticilerinin olumlu bir tarafı, sık sık Batı'dan ör- nek vermeleri, Batı kaynaklı kavramlar kullaranalan di- yebilirim. Ancak nasıl oluyorsa, Batı'- dan aldıklan öraekler ve kavramlar genellikle çarpıtılmış bir şekılde karşımıza çıkıyor. Bu durumun önem- li bir örneğini YÖK yöneticilerinin, özellikle son yıllarda, YÖK'ün sadece bir "koordinasyon ve denetim" kuru- mu olduğunu ve Batı ülkelerinde bulu- nan koordinasyon ve denetim kurum- lanndan farklı olmadığını iddia etme- lerinde görüyorum ve bu örneğin altı- nda çok ciddi bir sorun yattıgını dü- şündüğüm için konuyu biraz irde- lemek istiyorum. YÖK'ün koordinasyon ve denetim anlayışını ve Batı örneklerine benze- mediğini, çok kısa bir yoldan ortaya çıkartmak mümkün. Bu amaçla glo- bal bütçe rakamlanna bakabiliriz: Maliye ve Gümrük Bakanhğı'nın ya- yımladığı Bütçe Gerekçesi'ne göre 1991 yılında YÖK'ün ödeneği 143 mil- yar küsur lira imiş. Bu meblağın çok büyük olduğu açık, ama tek başına yonımlamak güç olabilir, onun için bir iki parça bügi ekleyelim: YÖK'ün bu kendi ödeneği yükseköğretime ay- nlan toplam ödeneğin yüzde üçünden biraz fazla. Üniversitelerin bütçeleriy- le de karşılaştırıldığında görüyoruz ki YÖK'ün ödeneği 28 üniversitenin 14'- ünden daha fazla. Bu ödeneği "sadece koordinasyon ve denetim" işlevleri ile bağdaştırmak mümkün müdür? 1990 yıhna bakarsak daha da abar- tılmış bir resim görüyoruz: YÖK'ün 1990 ödeneği 126 milyar lira imiş, bu rakamı 1991 fiyatlannda uyarlarsak 201 milyar lira ediyor ve toplam yük- seköğretim ödeneklerinin %5'inden fazlasını oluşturuyor. Üniversitelerin ödenekleri ile karşı- laştınrsak ortaya çıkan tablo şöyle: YÖK'ün ödeneği 24 üniversitenin ödeneklerinden daha fazla (yalnızca devasa dört üniversite, Ankara, Ege, Hacettepe ve İstanbul üniversiteleri YÖK'ten fazla ödenek almış) ve en az ödeneği olan dört üniversitenin (Gazi- antep, înönü, Mimar Sinan ve 100. Yıl) ödeneklerinin toplamından da daha fazla. Bu noktaya geldikten sonra YÖK'- ün 1983'tekı ilk bütçesinden bu yana ödeneklerindeki değişmelere bakmak- ta yarar var: Rakamlara baktığımızda görüyoruz ki YÖK'ün ilk bütçesi sabit fiyatlarla 1991 bütçesinin yansı dü- zeyinde imiş. Bunu izleyen iki yılda ise yaklaşık ytlda % 30 oranında azalmış ve 1991 ödeneğinin dörtte biri düzeyi- ne inmiş. Bu düşüş anlaşılır nitelikte, kuruluş aşamasında bina edinme, tef- riş, araç-gereç alımı gibi harcamalann yüksek oîması ve zamanla bu tür har- camalann azalması doğal. Ödenek iki yıl sonunda vanlan seviyede üç yıl ka- dar az çok sabit kalıyor. tleride üniversitelere transfer amacı ile YÖK bütçesine konulacak fonlar varsa bunların doğrudan üniversite bütçelerine aktarılması doğru olacaktır. Bu dönemde YÖK ödeneği toplam yükseköğretim ödeneklerinin yüzde bir buçuğu kadar; koordinasyon ve denetim için çok yüksek bir maliyet ama hiç olmazsa akıl almaz değil. 1988 yıhnda ise birden, ödeneğin üç misline fırladıgını görüyoruz; aynı şekilde 1990 yıhnda ödenek bir kez daha kat- lanıyor ve bugünkü düzeylere vanyor. Üniversitelerimizin koordinasyon ve denetimi için gereken fonlardaki bu arüşlar nasıl açıklanabilir acaba? Bizim üniversite geleneklerimizde hesap vermek var, en azından YÖK öncesi dönemde üniversiteler Meclıs Komisyonlan'nda bütçelerini savun- mak zorunda idiler. Üniversitelerin de kamu fonlannı kullanan her kuruluş gibi kamuya he- sap vermeleri doğaldır ve ben üniversi- te içinde veya dışında bunun tersini id- dia edecek kimse tanınuyorum. Ancak YÖK yöneticileri hesap vermeyi yeni bir kavram olarak sunmakta ve YÖK'ü hesap verebilirliğin gereği ola- rak göstermeye çalışmaktadırlar. Hal- buki YÖK hesap verebilirliğin gereği değil, hesap vermenin ortadan kalk- masının aracı olmuştur. Hesap vermek yönetimden sorum- luluğu öngörür, sorumlu olmayanın hesap vermesi söz konusu olamaz. Bi- zim üniversitelerimizde tüm yönetim sorumluluğu rektörde toplanmıştır, rektördei) başka kimsenin üniversite için hesap vermesi söz konusu değil- dir. Rektörler ise YÖK'ün gösterdigi adaylar arasından atanır ve YÖK'e verecekleri hesap tamamen YÖK'ün iç işi niteliğindedir. Batılı anlamında kamuya hesap vermek ile ilişkisi yok- tur. Bu sistemde kamuoyuna hesap ver- mesi söz konusu olabilecek tek merci YÖK'ün kendisidir. YÖK hesap vere- bilirlik konusunda ciddi ise herhalde kendi bütçesinin hesabını vermekle işe başlasa iyi olur. Dokuz yıllık süre içe- risinde koordinasyon ve denetim için 1991 fiyatlan ile 800 milyara varan kamu fonlan nasıl harcanmıştır? Sa- nınm kamuoyunun bunu öğrenmeye hakkı vardır ve öğrenemez ise bu fon- lann israf olduğu kanısı yaygınlaşa- caktır. Sorunun yanlış anlaşılması korkusu ile ekleyeyim, YÖK'ün harcamalann- da en ufak bir yolsuzluk veya usulsüz- lük olacağı akhmdan bile geçmez. He- sap verme bu bağlamda esasla ilgilidir, usulle değil. 1992 bütçesinin görüşüldüğü gün- lerdeyiz... Eğer YÖK bütçesine, ileride üniversitelere transfer amacı ile koyu- lan fonlar var ise bu fonlann doğru- dan üniversite bütçelerine aktanlması ve YÖK bütçesinin koordinasyon ve denetim görevlerine uygun bir düzeye indirilmesi doğru olacaktır. FERRUHDOĞAN JKİDE BABA Di/£ BAĞIRlP &- Enflasyondan Korunmamn Şartı M. TINAZ TİTİZ DYP Milletvekili M illetçe zenginleşmemiz, her kesimin,dilediğiher imkâna kavuşabileceği bir gelir dü- zeyine sahip olması, en bü- yük arzumdur. Aşağıdaki bütün ifadelerimin bu an- layış içinde değerlendirilmesini iste- rim. Enflasyon, uzun süredir milletçe ta- şıdığımız bir yüktür. Bu yükün taşın- masında bazı kesimlerin diğerlerinden daha dezavantajlı durumda olduğu muhakkaktır. EıfbsytM karfi kıyalUM gid Enflasyonun etkilerinden görülen zarar, o etkiye karşı koyabilme gücüy- le ters orantılıdır. Bir kesimin enflasyona karşı koyabil- me gücü, o kesimin ürettiği mal ve hiz- metleri fiyatlandırmasındaki serbestli- ğidir. - Bu bakımdan, ücreti bir başkasınca belirlenen ve pazarlık gücü ya olma- yan ya da çok sınırlı olan kesimler en güç durumda olanlardır. Fınncı, ekmeğininfiyatına,otomo- bil üreticisi araba fiyatına ya da evsa- hibi kiraya istediği ölçüde zam yapa- bilmekte ve böylece kendisini enflas- yona karşı korumaktadır. Bir başka deyişle onlar için enflasyon (yok)tur. Bu şanslı kesimden bir sbnrakine ge- lelim. Pazarlık gücü sınırsız denilebile- cek bu kesimin (ki aslında sınır, reka- bet tarafından oluşturulur ve Allah'a şükür öyle bir durum (!) yoktur) he- men ardından, pazarlık gücü daha sı- nırlı bir kesim gelir. Memurlar, sendikalı işçiler ve tanm kesimi... Nihayet pazarlık gücü hiç ol- mayan en dezavantajlı kesımler gelir. Sendikasız işçiler (özellikle çocuk işçi- ler), dul ve yetimler, özürlüler, marji- nal işler yapanlar, küçük esnaf ve zanaatkâr, serbest çalışan ve ürettiği mal ve hizmetten her an vazgeçebile- cek olanlar, yani sanatçılar (devletin sanatçılan değil) vb. kesimler. tlk iki kesim enflasyondan korun- duğuna göre, bu yükü kaldıracaklar sadece bu son sayılanlardır. Öyle ki di- ğer kesimler enflasyondan ne kadar çok korunurlarsa bu kesimler enflas- yon yükünü o kadar şiddetle hissede- ceklerdir. Aynen 10 kişınin müştere- ken bir ağırlığı taşıması gibi, içlerin- den ne kadar çok kişi ağırlığı taşımak- tan vazgeçerse, diğerleri o ölçüde on- lann da paylanm üstlenmektedirler. Pekiyi böyle bir enflasyondan korun- ma sistemi adil midir? Çağdaş standartlarda yaşamak isteyenlerin, çağdaş standartlarda mal ve hizmet üretmesi gerekir. Enflasyonun zaten kendisi adil de- ğildir. Bir de üzerine bu yükün üstle- nilmesinde bir adaletsizlik eklenince, üçüncü kesim için ortaya katlanıla- maz bir yük çıkmaktadır. O halde bu sorun, toplumun küçük bir kesimini enflasyondan koruyarak çözülemez. Daha dogrusu o küçük kesimler için çözülürse daha büyük kesimler için sorun ağırlaşır. Ülkemizdeki durum budur. Istihdamın %50'sini oluşturan küçükesnaf, sanatkâr, özürlü, işsizgibi kesimler, devletin enflasyondan özel olarak koruduğu kesimlerin yükünü de taşımaktadırlar. Bu noktada politi- kacılara düşen bir görev vardır. Oy alabilmek için enflasyona oranı üze- rinde zam vaat etmek yerine, enflasyo- oun kaynak sebeplerini ve bunlara karşı geliştirdiği önlemleri ortaya ko- yup, bu önlemler çevresinde bir uzlaş- ma ortamı yaratabilmek. "Özel korum" alMakltr Enflasyonun sebeplerinden bir tane- si de belirli kesimlerin özel olarak ko- runup enflasyon mücadelesinin dışına itilmesidir. Unutulmamalıdır ki ağn ve sızılar tedavilere olan ihtiyacı haber verip zorlayan unsurlardır ve bu açıdan son derece faydahdırlar. Yapay olarak ve de sürekli biçimde ağn kesici kullanıl- ması hem ahşkanhğa yol açar ve hem de birden bire ölümlere yol açabilir. İkinci sebep, Batılılann "bedava ye- mek yok" deyiminin gerçek anlamının henüz kavranmamış oluşudur. Herkesin, çağdaş standartlarda ya- şamak hakkı şartlı olarak mevcuttur. Bu hak şartsız degildir. Şart da çağdaş standartlarda yaşamak isteyenlerin çağdaş standartlarda mal ve hizmet üretmesidir. Sabahtan akşama kadar odasındaki saksı çiçekleriyle meşgul olup, terfi edebilmek için partilerin il ve ilçelerin- den çıkmayanlann, elinden çok dili iş- leyip bir şey üretmeyenlerin ve de bun- lann ticareti ile uğraşan siyaset bezir- ganlarının, ne enflasyondan korun- maya, ne de çağdaş standartlarda ya- şamaya haklan vardır. Aslında bu insanlann, üretimsizlik- lerinin karşılığım (ama tam karşılığı- nı) almalan o insanlar için de geri ka- lan üretken insanlar için de daha hayırlıdır. Sorunlarımıza, onu bunu memnun etmek için değil, onlan çözmek için yaklaşmahyız. POLİTİKA VEÖTESİ MEHMED KEMAL EsM Gazeteder. A sun Us, CHP'nin tek parti olarak ülkeyi yönet- tiği dönemde önemli gazetecilerden biriydi. Onu, hem Atatürk hem de Ismet Paşa tutardı. Yıllarca 'Gazeteciler Cemiyeti' başkanlığı da etmıştir. Basın Birliği bu deraeğin kalıntısıdır. İki gazete birden çıkanrdı, birinin adı Vakit, ötekinin Haber'dir. Asım Us, takvim yaprağı üstüne küçük notlar tutar- mış. 1966 yıhnda 'Hatıra Notlan' diye bunlan yayımla- mışlar. Okurken görüyorum, bu notlar bir dönemi çok açık yansıtıyor. Rasgele parçalar veriyorum: Maarif Müsteşan llhan Sungu anlattı. Muzaffer Şerif (Başoğlu), Gökalp'i eleştirmiş. Ziya Gökalp, "Gözlerimi kapanm, vazifemi yapanm" demiş. Muzaffer Şerif, "Ni- Çİn gözlerimi kapayım, gözlerimi açanm, vazifemi daha iyi yapanm" demiş. Işte bu sözü için Muzaffer Şerif i tu- tuklamışlar. Cumhurbaşkam Ismet lnönü bu sözü duy- muş, "Bu zulümdür" demiş. Muzaffer Şerifi bırakmış- lar. Bugün Nihat Atsız - Sabahattin Ali duruşması yükse- köğrenim öğrencilerinin gösterilerine sebep oldu. Sınav tatilinde olan öğrenciler sabahleyin Ankara Mahke- mesi'nin önünde toplanmışlar. Birçoğu duruşma salonu- na girememişler. Sokakta Sabahattin Ali'nin kitaplannı yakmışlar. Sonra başbakanhğa gelerek Nihal Atsız'ın mahkûm edilmemesini istemişler. Bir söylentiye göre Ha- san Ali Yücel aleyhinde de bulunmuşlar. Nihal Atsız, Türk- ^—^————.——^ Asun Us, takvim yaprağı üstüne küçük notlar tutarmış. 1966 yıhnda 'Hatıra Notlan' diyebunlan yayımlamışlar. çülük-ırkçılık nazan- yesi sokmaya çalışan- lann başındadır. Rıza Nur'un hayaünda kendisi ile işbirligi et- miş. Rıza Nur, ölü- münde de bütün ki- taplannı ve bir söylen- tiye göre mallannı da kendisine bırakmış. Nihal Atsız ile Sabahattin Ali aynı okulda okumuşlar. Fakat daha okulda iken aralannda anlaşmazlık varmış. Sabahattin Ali, Almanya'da öğreni- mini tamamlamış. Geçen Büyük Savaş'tan sonra Alman- ya'da Bolşeviklerin eylemlerine kanşmış. Memlekete gel- dikten sonra örgüt kurmaya çalışmış. Konya'da tutuk- lanıp bilinen şürlerinden ötürü mahkûm olmuş. Fakat daha sonra Atatürk'e başvurdurularak bağışlanmış. Devlet Konservatuvan'na öğretmen olmuş. Hikâyeleri çok okunuyor. Bu hikâyelerinde Bolşeviklik seziliyor. İlk bakışta Sabahattin Ali ile Nihal Atsız sol ve sağ eğilimleri simgeliyor. Son duruma göre Sabahattin Ali, Falih Rıfkı ve Milli Eğitim Bakanı.Hasan Ali Yücel ve arkadaşlan tarafındar korunuyor. Sabahattin Ali, Atsız'ın dergisinde kendine karşı çıkan yazılara bir şey yapmak niyetinde degildir. Fakat Hasan Ali dava açmasını öğütlüyor. Bu olayı Neşet ömer'in kendi ağzından dinledim. Atatürk, Ismet Inönü'yü başbakanhktan ayırmış, Celal Bayar'ı başbakan yapmıştı. O sırada Çankaya Köşkü^n de olan doktor Neşet ömer ellerini pencereye dayamış, düşünüyor, Atatürk de salonda dolaşıyormuş. Neşet ömer, CelalBayar başbakanlığı nasıl yapar diye düşünü- yormuş. Atatürk Neşet ömer'in arkasına yaklaşarak ve eliyle omzuna vurarak: "Merak etme! Yapar yapar!" demiş. Ismet înönü: Memleketten üs vermek savaşı kabul et- mek degildir. Önce savaşa girmenin gerekli olup olmadı- ğına bakanrn. Savaşa kadar verdikten sonra ortaklanma yapacağım yardıma üs vermekle başlanm. Asım Us'un iki kardeşi daha vardı: Hasan Rasim Us, Hakkı Tank Us. Çıkardığı gazeteden birinin adı Vakit, birinini adı Haber'di. Işletmenin adı 'Vakit Yurdu'ydu. Son yıllara değin yokuşun başında Vakit Yurdu yazısı okunurdu. OKURLARDAN "Nt"ü Ekler Hürriyet'teki köşesinde Bay Mümtaz Soysal, "Işık" başhklı yazısında "Türkçe sözcüklerin sonundaki 'nt'li ekler, bu dilin ruhu içinde, genellikle kötü, yetersiz, yanmyamalak, itici şeyleri anlatır: Süprüntü, tiksinti, bulantı gibi. Herhalde bundan olacak, 'yaşantı' ve 'beklenti' cinsinden yeni yaratılmış sözcükler istenen etkiyi tam yaratmaz; sanki tam, doyasıya değil de 'şöyle bir yapmak' ve ufak tefek bir şeyler beklemek diye algılarsınız" yargısını veriyor. Böyle bir genelleme benimsenemez. Ne var ki çok değerli bilim adamının kaleminden çıkmış olduğu için olumsuz etkisi büyük olur. Aynı görüştekı ünlü yazar BurhanFelek( 1889-1982), yazar Bayan Nezihe Araz'ı, ''O gündür bugündür 'tı' eki Türkçenin güzellik sırlannın bekçilerinden biri olarak her an kalemimin yanındadır" dedirtecek ölçüde etkilemiştir. Oysa gerçek hiç de böyle degildir. Yer dar olduğu için dilbilgisi betiklerinden açıklamalara girmeyeceğim. "Nt"li sözcüklerin genellikle olumsuz anlam bildirmediğine değgin öraekler vermekle yetineceğim. Ahntı, aynntı, bağlantı, buruntu, binkinti, çıkıntı, çözüntü, çalkantı, döküntü (hekimlik dilindeki), esinti, fısıltı, ilinti, kısıntı, girinti, orantı, ödenti, silkinti, söylenti, toplantı vb. Yaşamm, ömür, hayat; yaşantının da yaşam biçimi, deneyimi anlamına geldiği sözcüklerimize yerleşmiştir. Yeni türetilmiş bir sözcüğü olumsuz anlamlı bir sözcüğe benzeterek ondan soğumayalım dileği ile. RÜŞTÜ ERGUN IşınbUimci (Radyolog) Buca Kültür Merkezi1 nedir? Kültur merkezinin açıhşı iki yıla vanyor. Sayın Başkan Ertan Erdek'ten Tann razı olsun. Bizleri böyle bir esere kavuşturduğu için kendisine müteşelckiriz. Eski antik kiliseyi restore ederek bu işi başardı. Sevindiğimiz yerindiğimize değmedi. Çünkü o görkemli merkezde bugüne dek dört sanat olayı yaşanabildi. Gönlümüz haftada bir gösteri izlemek istiyor. Bucamız ikiyüz elli bine varan nüfusu ile bunu istiyor. Sayın başkanımız yeni çalışmalar yapmalıdır. Örneğin Devlet Tiyatrosu ile işbirligi yaparak ûniversiteli yetenekli gençlerimizle gruplar oluşturarak güzel gösteriler düzenlenebilir. Yüce Atatürk, "Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlanndan biri kopmuştur" diyerek sanatın önemini belirtmiştir. Sanat olaylan Bucamızı canlandıracaktır. SEROL ÖMERLER Buca
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle