01 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/6 DÎZİ-RÖPORTAJ 16 EKİM 1990 Pasifık'e bakarken Lautremamont'un dizeleri geliyor aklıma: "Eykocamış okyanus, birliğin simgesi!" Okyanuskıyısmda sonsuzluk düşleri— 2 — Kıyıda durduk. Pacifıca'dan az ileride, ıssız bir kumsalda. Işte okyanus! Nasıl da etküeyici, geniş, uçsuz bucaksız. Okyanu- su ilk görüşümün bende yol açtığı sarsıntı- yı, o güzel ferahlık duygusunu Seyir Defteri'nde anlatmıştım. Normandiya kıyı- sındaki şaşkınkğımı. "Ey kocamış okyanus, birliğin simgesi! Kendine eşitsin her zaman, selam sana koca okyanus!" Boyle haykınyordu Laut- reamont Maidoror'un Şarkılan'nda. O va- kit, yelkenli gemilerle yatlann demirledik- leri limanlardan ve dik falezlerin kıyısından alıp basını giden sular Aüantik Okyanusu'- nun sulanydı. Yeşilden çamur rengine dö- niişen, bildiğim, kıyısında buyudügüm Ak- deniz'in mavisinden çok değişik bir man- zarâydı karşımda uzanan. Sular çekilince geride balçık rengi bir tortu kalıyor, gemi- ler, kuçük tonajh tekneler yan yatıp çarnura saplanıyorlardı. Sonra, bir sure sonra sular geri dönüyor- du, liman denize, gemiler eski dengelerine kavuşuyorlardı yeniden. Eski dengelerine. Oysa şimdi Pasifık kıyısındayım, dünyanm en büyük okyanusunun karşısında bir kum- salda. Issız kumsal Kum soğuk, su daha da soğuk. Ayakla- Derin anaforlu Okeanos'un kıyısında çek karaya gemini! Böyle sesleniyor Kirke, Odisseus'a. Eski Yunan'da yalnızca bir ırmağın değil aynı zamanda bir tanrımn da adıydı Okeanos. Titanların en bilgesinin kızkardeşi Tethis üç bin ırmak ve üç bin peri doğurdu ona. Hepsi birbirinden güzel üç bin su perisi. nnu soktum az önce, sokar sokmaz da miit- hiş bir ürperti yayıldı gövdeme. Beynimin en uç hücrelerine dek urperdiğimi duyum- sadım. Güneş alabildiğine sıcak oysa. Ha- va terletmiyor. öylesine güzel bir iklimde- yiz. Ne yazık ki suya girmek olanaksız. Bu mevsimde on iki dereceymiş. Kumsalda da kimseler yok zaten. Dün- yanın bir ucunda başbaşayız. Soyunduk, güneşleniyoruz. Derken gövdelerimiz yan- maya başhyor. Peki nasıl serinlemeli! Ne kötü, yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Gü- zel, köpüklu suya bakıyorum. Yatuğım yer- den fırlayıp kıyıya doğnı koşmak, kocaman dalgalarla kucaklaşmak istiyorum bir an. Değil dalgalarla kucaklaşmak, suya aya- ğını değdirmek bile olanaksız. "Je meurs de soif aupres de la fontaine". Ronsard'ın fcu en sevdiğim dizesi çakıyor belleğimde. "Çeşmenin yanında susuzluktan ölmek- teyim". Sabahattin Eyüboğlu'nun bu dizeyi "Ben senin yanındayken de hasretim sana" diye çevirdiğini anımsıyorum. Büyük aşkların, olanaksız sevdalann şa- iri Ronsard'ın ne demek istediğini anlamış Eyüboğlu. Çeşmeyle, suyla ne ilgisi var bu dizenin! Ne tuhaf, büyük aşklar der demez de Nâzım ile Piraye geliyor aklıma. Bir yer- Son Francisco Körfezi'ndeki Pasifik kıyısında gemilerin Asya'dan yolaçıkıp Dogu'ya dogru okyanusu aştıktan sonra sığınabilecekleri en uygun yerlerden biri. de Ferhat, Nâzım'm ağzından şöyle sesle- nir Şirin'e: "Bir lek lalcnin içine bütün dünyayı koy- mam lazım, bütün ışıklan. bütün renkle- riyle, bütün sevinçleri, kedeıieri, ümitleriyle dünyayı, yani seni koymam lazım Şirin. La- leye seni koyamadıktan sonra, nakkaşlık kepazelik. (...) Biz hasretimizin ancak bin- de birini koyabiliriz laleye kepazelik. An- cak binde birini... Nakkaşlık... " Nâzım'la Piraye'nin büyük hasretini dü- şünüyorum. Ve şairin Bursa hapishanesin- de, bir gece yalnız yatağında gördüğü dü- şü: Duşte bir ses "Lodos" şiirinin iki dize- sini fısıldar kulağına. Kalkıp dizeleri yazar "Kim bilir kaç müyon ton agıruğuıda / um- manda çalkalanmakta sn. / En yalnız dal- ganın uzerinde / boş bir konserve kutusu". Bir başka şıirinde de hapisteyken "Gulü bahçeyi düşunmek fena / daglan deryala- rı düşunmek iyi" der. Bu dizeleri yazarken, kendı deyimiyle "yarım yılda dört metre kare betonu geçen" şair bir gün Prag'dan Havana'ya on sekiz saatte uçacağını bilmiyordu elbet. Ama yine de, kahrolası yalnızlığı ıcinde dunyayla, insanlarla bütünleşmeye çalışı- yor, deryaları, okyanusları duşünuyordu hıicresinde. Dışanda, Özgürken de dalgaları düşun- mek iyi. Okyanusa karşı Pasifik güneşin- de yurdundan, yaşadığın kentten binlerce kilometre uzakta ama yalnız değilken. "Derin anaforlu Okeanos'un kmsında çek karaya gemini!". Böyle sesleniyor Kir- ke Odisseus'a. Eski Yunan'da yalnızca bir ırmağın değil aynı zamanda bir tanrının da adıydı Okeanos, Titanların en bilgesinin kızkardeşi Tethis üç bin ırmak ve uç bin pe- ri doğurdu ona. Hepsi de birbirinden gu- zel üç bin su perisi. Okyanus'un kızlarının sesini duyar gibi oluyorum. Zincire vurulmuş, ciğerini her gun bir kartahn yediği Prometheus'un kara alınya- zısına, çektiği çileye ağlayan dünya güzeli kızlar: "Gözyaşlarıyla büyüyen bir bulut örter gözlerimizi seni böyle gördukçe Pro- metheus. Çelik zincirlerle kayaya bağlı göv- denin gunbegün kunıyup kaldığını görduk- çe ürpeririz." Ve babalannın dalgalı, güzel sakah geli- yor gözümün onüne. Vatikan'da, Helenis- tik devirden kalma o kocaman yontunun ırmak gibi dolana kıvrıla akan mermer sa- kallanna yunus balıkları bir dalıp bir çıkı- yorlar. Ve güneş batıyor Sen Piyer alanın- da. Derken Aiskhylos'un trajedisinde kar- tal başlı bir aslanın uzerinde görüyorum yü- ce tannyı. "Sana ulaşmak için kartal kanatlı bu ya- ratığın uzerinde uzun bir yolculuk yaptım, diyor tanrılardan ateşi çaldıgı için zincire vurulmuş Prometheus'a. Bil ki anlıyorum çileni, acını paylaşıyorum". Prometheus ateş yakan bir öncuydü, baş- kaldıran ilk insan. Tanrılar kendi kurduk- ları düzene karşı çıkan bir ölümlüyü ben- zerimiz Prometheus'u bağışlamadılar. Ok- yanus o uğultulu sesi, kopuklü dalga% larıy- la beni de avutsa böyle. Kanatlı, güzel söz- leriyle yaralı ruhumu okşasa! Ruzgârın uğultusu mu bu ses, yoksa din- ginliğin, yeni bir beraberliğin habercisi mi? Okyanusu dinliyorum. Eski bir öykü anla- tıyor bana. Dünyanın tarihi kadar eski bir öykü. Homeros, Troya kahramanı Akhileus'- un kalkanı yvrvarlaklığında biî dünya be- timlemesi bıraktı bize. ilk kez Odissea'nın Türkçe çevirisinin arka kapağında gördu- ğüm bu garip dünyayı Okeanos ırmağımn çepeçevre sardığını anımsıyorum. Akdeniz ülkeleriyle Kuzey Afrika ve Kafkaslar'dan ibaret dünyayı, o yusyuvarlak kalkanı çev- reliyordu Okeanos ırmağı. Kuzeyde "Kor- kunç Devler Ülkesi", batıda "Ölüler Ülke- ' si", doğuda "1da Dagı" ve guneyde "Yü- zü Yanıklar Ülkesi"yle sınırlıydı. Bense burada, karşımda gözalabildiğine uzanan okyanusun, "yüzü" değil de "bağn" yanıklar ülkesiyle sınırh olduğu- nu düşünüyorum. Çünkü Pasifik kıyısına, daha doğrusu Kaliforniya'ya en çok yakı- şan tanım, biraz Anadolu da koksa, bu bence. İnsanlar, gencecik insanlar, az ötede, San Francisco hastanelerinde aşktan ölüyorlar. Ve kimsenin umurunda değil onların ölü- mü. Çünkü toplum dışına itilmişler bir kez, laneüenmişler. Eski romanlardaki gibi eri- yip tükenerek, solup sarararak, gövdeleri- nin her gun biraz daha dirimselliğini yitir- diğini, güçten düştüğuıjü duyumsayarak, veremli genç kızlar gibi ölüyorlar AIDS'- ten. Aşkı özgürce yaşadıkları için. Ve Kong- re'de bilim adamlan çaresizliklerini, çağı- mızın vebası bu hastalık karşısındaki zayıf- lıklannı itiraf ederlerken, el ele, kol kola dolduruyorlar San Francisco sokaklannı. Yaşamak istediklerini haykınyorlaı. Onlan uzun dar pantolonları ve rengârenk giysi- leri içinde daha geçen gün gördüm, mut- suz, umarsız, ama yaşama hırsıyla dolu yü- rüyorlar, yürürken de acılarıru haykınyor- lardı dünyaya. Dünyanın ökuzün boynuzları uzerinde durmadığını biliyoruz da, karaların okya- nuslarla çevrildiğini, dünyamızın dörtte üçünün su olduğunu her zaman anımsıyor muyuz? Karşımda dalgalannı kayıtsızca kumsala vuran Pasifik Okyanusu dünya yüzölçümünün yarısmı oluşturuyor, tam yüz yetmiş milyon kilometre kare. " Ortalama derinliği dört bin metre, güney- de, And Dağlan'nın açığındaki yarıkta se- kiz bin metreyi buluyor derinlik. Yüz met- reye dek ancak çok yüzeysel bir alanı ay- dınlatabilen gümşığının ulaşamadığı yerleri düşünüyorum. Karanlık sulardaki yaşamı. Yosunlann, midyelerle amiplerin, ahtapotlann, adlannı bile bilmediğim, zehirü, kocaman gözlü, çok yüzgeçli daha nice korkunç yaratığın yaşamını. Belki onlar "korkunç" değil ama yine de kendimi eski efsanelerden, denizcilerin an- lattığı olağanüstu öykülerden, deniz ejder- leriyle yarı insan yan balık denizkızların- dan kurtaramıyorum. Elimdeki rehber Pasifik Okyanusu'nda yüz altmış bin tur hayvarun yaşadığmı ya- zıyor. On altı bin çeşit balık, on beş bin çe- şit bitki. Ve derinlerde, çok derinlerde, hiç- bir canhnın yaşamadığı dipsiz karanhklar- da sıradağlarla vadiler, volkanlar. Her an Karşımda dalgalannı kayıtsızca kumsala vuran Pasifik Okyanusu dünya yüzölçümünün yarısmı oluşturuyor, tam yüz yetmiş milyon kilometre kare. Ortalama derinliği 4 bin metre, And Dağlan açığında 8 bin metreyi buluyor bu derinlik. Gümşığının ancak aydınlatabildiği 100 metrenin ardında mavinin karanlığı var. patlamaya hazır, ya da milyonlarca yıl ön- ce patlamış volkanlar... Yer kabuğundan fışkıran lav suyun de- rinliklerinden yukarıya doğru çıkarak, kor- kunç bir patlamayla tespih taneleri gibi ok- yanusun dört yanına serpivermiş adaları. Kumsallannda dev kaplumbağalarla yen- geçlerin, alaca kanatlı kuşlarla yırtıcı hay- vanlarm güneşlendikleri, palmiyelerin-mas- mavi, bulutsuz göğe doğru yükseldikleri o uzak, guzelim adaları. Keşif tutkusu Karşımda sessizce yayılıp, gevşeyen din- gin okyanusa bakıyorum. Kuşkusuz Balboa da Pasifik'i ilk gördüğunde benim kadar şaşırmış, düşlere dalmıştı. Ama kitaplar bu serüven düşkünu Ispanyolun altın bulmak için balta girmemiş sık ormanları geçerek Pasifik kıyısına dek geldiğini, gelirken de yolda önüne çıkan yerlileri azgın köpekle-ı re parçalattığinı yazıyorlar. Bu denli acımasız, gözünü böylesine ka- zanç hırsı bürümüş biri doğa karşısında he- yecanlanamaz gibime geliyor. Ama yine de ilk kez bir denizi keşfetmenin ürpertisini ka- tı yüreğinde, haz düşkünü gövdesinde duy- muştur. Yarın: Macellan'ın izinde GÜNEYDOĞU'DAN POKTRELER-2 Yörüklerin son kuşağından Zeynep Kadın. Yazın yaylaya çıkmazsa olmuyor. "Ben halimden hoşnutum" diyor. Erkeklerin eski günleri arayan sözlerine de kızıyor. "Eskiden yol mu vardı, Çukurova'nın deli eden sıcağım, sinekleri, ne çabuk bey oldunuz da unuttunuz?" İki oğlunu evermiş, evlerini dayamış döşemiş Zeynep Kadın. Ancak üçüncü oğlanın aklı sahile inmekte. İşte buna çok kızıyor yaşlı kadın. Bir de turistler için verdiği eski çadırının kelleşmesi üzüyor onu. Zeynep Kadın yaylada halı dokur IŞIL ÖZGENTÜRK O eski zamanlarda ölüm dö- şeğindeki aile reisi, çevresine ço- luk çocuğunu toplar, dünya gö- zuyle mallannı bölüştürürmüş... Dağlardaki verimli meralaı aile- nin adını sürdürecek erkek ço- cuklara, sahildeki ne işe yaraya- cağı belli olmayan yerler de kız- lara kalırrruş. Gel zaman git zaman olmuş, devirler değişmiş, sahildeki o ne olduğu belli olmayan yerlere ön- ce "bitli turistler" gelmiş, ardın- dan arabalı adamlar, ardmdan paralar yağmış sahillere, ölüm döşeğinde aile reisinin horgör- düğü kızların burnu büyümüş, damatlar birer şeyh misali zen- ginleşmişler... Şimdilerde dağlı- lar sahillerde paralanru faize ya- tırıp hiçbir iş yapmadan yan ge- lip yatan damatlara diş bileyip duruyorlar... Daglılara kala ka- la yakınmak kalrruş. Ali Koc'la kapısındaki Yörük kilimini usulca araladığırruz ça- dırda da kimseler bize bir şey ik- ram etmedi, ama bol bol yakın- ZEYNEP KADIN VE ÇADIRI — Toroslar'da artık çok sık rastlanmayan Yörük çadırlarından birisi. Zeynep Kadın çadırın önündeki tezgfihta halı dokuyor. (Fotoğraf: Işıl Özgentürk) ma dinledik. Çadırın sahibi tb- rahim Ağa ve karısı Zeynep dı- şında, dağı mesken tutmuş da- varcılık yapan oğullar hiç dur- madan sahildeki yakınlarından yakındılar, onlann şanslanndan dem vurdular, çok iç geçirdiler. Gözünüze dizinize dursun Oğullar yakında, ama Yörük çadınmn tam önüne koskoca bir halı tezgâhı kurmuş, hiç kimse- lere aldırmadan, biz kimiz, niye geldik bununla hiç ilgilenmeden halı dokumayı surduren Zeynep kadın, "Ben halimden hoşnu- tum," dedi, "tabü ki bu eskiye kıyaka... O zamanlar bize yer fi- lan gostermemişler, yaz kış aha bu kıl çadırlarda kalıyoruz. Da- vardan başka elde avuçta hiçbir şey yok. Bakma çok hikâye an- latırlar, ama sen aslını bana sor. O zamanlann zorluğnnu, acısı- nı bana sor. Ne çabuk unuttu- nuz babo, kız kardeşiniz niye öl- dü ha, niye... Bu yol var mıydı o zamanlar? Olsa garibimi kuca- gıma aldığun gibi şehirde alır- dım solugu, dellendirmeyin be- ni, oankörlük etmeyin... Ne çabuk bey oldunuz da unuttunuz o Çukurova'nın deli eden sıcağım, o kan emen si- •ekleri. Şimdi hiç olmazsa loşın zorundan korunacak, başıuzı sokacak bir eviniz var, evimiz var. Ha şimdi isteyen çıkar ça- dıra, o da yazları, çunku bir de- fa biz fena ahşmışız bu yayla ha- vasına. Bu havanın vurgunu ol- muşuz. Yoksa çekilmez ne cadır ne bu berbat hayat..." Zeynep kadın elindeki işi bir dakika bile bırakmadan hayata dair görüşlerini çok net bir üs- lupla anlatırken kocası Ibrahim Ağa, sakin, gülerek onu dinli- yor. Gülmesi hiç bitmiyor. "Sen ne düşüoüyorsun tbra- him Ağa" diye soruyorum. Gene gülüyor, eliyle cabbar- ca halısıru bitirmeye çalışan Zey- nep kadını gösteriyor. "Benim aklım ennez baboy," diyor, "paraya da pula da haya- ta da gençliğinden beri bunun aklı erer. O öyle diyorsa doğru- dur." Zjeyneç kadm bu yamttan çok hoşnut, bir an elindeki işi bıra- kıp çadırın tepesini gösteriyor. Çadınn damında yer yer kellen- me olmuş. "Sorma, hayatımın akılsızlıgını ettim," diyor, "pa- raya kandım, senin anlayacağın para ırzıma geçti. Bir de pek gü- zel, pek hanım bir kadın geldi, bir yalvardı bu kadar olur, 'Ne olur on beş gün için ver şu ça- dın', dedi. Turistlere gösterecek- lermiş, kırk bin lira da saydı eli- me, verdim, lakin çadır gitti gi- der. tam iki ay sonra geri getir- diler cadın, yağmur mu filan ye- miş anlayamadım ya kellesmiş. Bu çadır gibisini dokuyamam artık, çok yandım çok, gözleri- min feri eskisi gibi degil, kocal- dım." Zeynep kadın birden aklına gelmiş gibi üç yetişkin oğluna bakıp "Misafirlere bir şeyler ik- ram edin" diyor ya kimsenin kı- mıldandığı yok, Ali Koc, haklı çıkmamn keyfıyle bıyık altından gülüyor. "Ben sana dememiş miydim artık Yöniklerde m&l var ayran yok, kız var alacak babayigit yok." Oğullardan en genç olanı he- nüz on yedi yaşında, usulca ya- nıma yaklaşıp "Ben yakında bu mezbelelikten kurtulacağım," diye fısıldıyor. "Nasıl?" diyo- rum, gözlerinin içi parLyor, "Sa- hile iniyorum." "Peki orada ne yapacaksm, kampçüık mı?" "Nerede biz de o şans," diyor, "Ah birazcık toprağım olsaydı o sahilde, Hemen bir pansiyon oturturdum, sonra gelsin para- lar kucak kucak. Gene de Al- lah'm gücüne gider, yakınma- malı, şans güldü bana... Bir export şirketinde iş buldum, ab- la öyle kral bir iş ki her türlü meyve elinden geciyor sen paket- liyorsun, meyvenin hası, yasak filan da yok, canın çekti mi yi- yorsun, yeter ki canın çeksin. Sonra yatak yeri de var, havalan- dırmalı hem de yani hiç sıcak sı- kıntısı yok, aynen çadır gibi. Hele bir çilekler var göreceksin vallahi." "Artık daga hiç mi gelmeye- ceksin?" "Dağ demek zebillik demek be abla. Rezillik demek. Üç ta- ne davarın peşınde koş allah koş. Ne o süt verecekler de ay- ran olacak, yağ olacak. Adam buralarda evlenemez bile." "Sus Allahın cezası sus! Ağa- lann bekâr mı kaldı? Hangi ev- ladımın döşegini ıssız bırakom ben!" Zeynep kadın öfkeli, elleri makine gibi gözle takip etmek neredeyse olanaksız. Söylenip duruyor, küçük oğlana kızgın. O sahil yerlerine, kızın kızanın birbirine karıştığı, milletin ur- yan dolaştığı o kıyılara düşman. En kuçüğü kaptırmış bir kere, dönüş yok. Biz de erkek işi yapanz Zeynep kadının sahile kaptı- rılmamış iki büyük oğlu anala- nnın yanında biraz suskun. Zey- nep kadının elli davar ve doku- duğu kilimlerle her birine birer ev yaptığı için televizyonuna ka- dar dayayıp döşediğı oğular hadlerine mi düşmüş onun ya- nında söz söylesinler. Ne zaman kıl çadırdan ayn- lıp dönüş yoluna düşüyonız, or- tanca oğul başhyor: "Aha şurada yabani fıstık agaclan var. Bir aşıiadın mı, ser- vet vallahi servet." "Peki neden aşısız öyle'bıra- kılmış?" "He ye bıraktık işte." "Aha şunlar da zeytin. Zeytin güzel ağaçtır. çok bakım istemez, lakin bakarsan bire beş verir." "Zeytinler de öyle bırakılmtş kendi haline." "He >e valla bıraktık işte." İşte şu karşıdan geienler de bizim amca kıdan, odun topla- mışlar kış için." "Peki sizin harumlar nerede?" "Benimki davar peşinde, öbü- rü, yani biraderiminki halı do- kuyor.' "Peki siz ne yaparsınız?" ~ "Biz de erkek işi yapanz val- lahi..." "Nasd? Anlatsanıza biraz..." "E, canım işte_*" O ana kadar susan Ali Koc, artık dayanamıyor, olacak iş mi, bu kadar yol geldik bir ayran bi- le içemedik aynca böyle yüzils- tü bırakılmış fıstık, zeytin ağaç- larmın boynu bükük havası çok ağnna gitti Ali Koç"un sözii ya- pıştınveriyor: "Ne yapacaklar be f it«jınm katrvede bütün gün barbut oy- nayıp sahildekilerin şanslanna imrenip dunırlar." Ortanca oğlan, "Yapma AH Koç Dayı," diyor, "Haksızlık ediyorsun." "Sus yegenim sus " diyor Ali Koc, "Su akar, Türk bakar de- mişler, bu dağlarda da agaçlar kendiliğinden büyür, zeytinler kendiliğinden dökülür bize de yakınmak daser. Vay benim ta- İihsiz başım, vay~." Ali Koç*un öfkesinin sının yok, hemen erkekleri, erkek iş- lerine devam etmeleri için bir kahvenin onünde bırakıp araba- ya biniyoruz. Dağlardan sahille- re vuruyoruz bu kez. Şansü sahillere. Yarın: Ay insanlan
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle