Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMHURİYET/6 DÎZİ-RÖPORTAJ 16 EKİM 1990
Pasifık'e bakarken Lautremamont'un dizeleri geliyor aklıma: "Eykocamış okyanus, birliğin simgesi!"
Okyanuskıyısmda sonsuzluk düşleri— 2 —
Kıyıda durduk. Pacifıca'dan az ileride,
ıssız bir kumsalda. Işte okyanus! Nasıl da
etküeyici, geniş, uçsuz bucaksız. Okyanu-
su ilk görüşümün bende yol açtığı sarsıntı-
yı, o güzel ferahlık duygusunu Seyir
Defteri'nde anlatmıştım. Normandiya kıyı-
sındaki şaşkınkğımı. "Ey kocamış okyanus,
birliğin simgesi!
Kendine eşitsin her zaman, selam sana
koca okyanus!" Boyle haykınyordu Laut-
reamont Maidoror'un Şarkılan'nda. O va-
kit, yelkenli gemilerle yatlann demirledik-
leri limanlardan ve dik falezlerin kıyısından
alıp basını giden sular Aüantik Okyanusu'-
nun sulanydı. Yeşilden çamur rengine dö-
niişen, bildiğim, kıyısında buyudügüm Ak-
deniz'in mavisinden çok değişik bir man-
zarâydı karşımda uzanan. Sular çekilince
geride balçık rengi bir tortu kalıyor, gemi-
ler, kuçük tonajh tekneler yan yatıp çarnura
saplanıyorlardı.
Sonra, bir sure sonra sular geri dönüyor-
du, liman denize, gemiler eski dengelerine
kavuşuyorlardı yeniden. Eski dengelerine.
Oysa şimdi Pasifık kıyısındayım, dünyanm
en büyük okyanusunun karşısında bir kum-
salda.
Issız kumsal
Kum soğuk, su daha da soğuk. Ayakla-
Derin anaforlu Okeanos'un
kıyısında çek karaya gemini!
Böyle sesleniyor Kirke,
Odisseus'a. Eski Yunan'da
yalnızca bir ırmağın değil aynı
zamanda bir tanrımn da
adıydı Okeanos. Titanların en
bilgesinin kızkardeşi Tethis üç
bin ırmak ve üç bin peri
doğurdu ona. Hepsi
birbirinden güzel üç bin su
perisi.
nnu soktum az önce, sokar sokmaz da miit-
hiş bir ürperti yayıldı gövdeme. Beynimin
en uç hücrelerine dek urperdiğimi duyum-
sadım. Güneş alabildiğine sıcak oysa. Ha-
va terletmiyor. öylesine güzel bir iklimde-
yiz. Ne yazık ki suya girmek olanaksız. Bu
mevsimde on iki dereceymiş.
Kumsalda da kimseler yok zaten. Dün-
yanın bir ucunda başbaşayız. Soyunduk,
güneşleniyoruz. Derken gövdelerimiz yan-
maya başhyor. Peki nasıl serinlemeli! Ne
kötü, yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Gü-
zel, köpüklu suya bakıyorum. Yatuğım yer-
den fırlayıp kıyıya doğnı koşmak, kocaman
dalgalarla kucaklaşmak istiyorum bir an.
Değil dalgalarla kucaklaşmak, suya aya-
ğını değdirmek bile olanaksız. "Je meurs
de soif aupres de la fontaine". Ronsard'ın
fcu en sevdiğim dizesi çakıyor belleğimde.
"Çeşmenin yanında susuzluktan ölmek-
teyim".
Sabahattin Eyüboğlu'nun bu dizeyi "Ben
senin yanındayken de hasretim sana" diye
çevirdiğini anımsıyorum.
Büyük aşkların, olanaksız sevdalann şa-
iri Ronsard'ın ne demek istediğini anlamış
Eyüboğlu. Çeşmeyle, suyla ne ilgisi var bu
dizenin! Ne tuhaf, büyük aşklar der demez
de Nâzım ile Piraye geliyor aklıma. Bir yer-
Son Francisco Körfezi'ndeki Pasifik kıyısında gemilerin Asya'dan yolaçıkıp Dogu'ya dogru okyanusu aştıktan sonra sığınabilecekleri en uygun yerlerden biri.
de Ferhat, Nâzım'm ağzından şöyle sesle-
nir Şirin'e:
"Bir lek lalcnin içine bütün dünyayı koy-
mam lazım, bütün ışıklan. bütün renkle-
riyle, bütün sevinçleri, kedeıieri, ümitleriyle
dünyayı, yani seni koymam lazım Şirin. La-
leye seni koyamadıktan sonra, nakkaşlık
kepazelik. (...) Biz hasretimizin ancak bin-
de birini koyabiliriz laleye kepazelik. An-
cak binde birini... Nakkaşlık... "
Nâzım'la Piraye'nin büyük hasretini dü-
şünüyorum. Ve şairin Bursa hapishanesin-
de, bir gece yalnız yatağında gördüğü dü-
şü: Duşte bir ses "Lodos" şiirinin iki dize-
sini fısıldar kulağına. Kalkıp dizeleri yazar
"Kim bilir kaç müyon ton agıruğuıda / um-
manda çalkalanmakta sn. / En yalnız dal-
ganın uzerinde / boş bir konserve kutusu".
Bir başka şıirinde de hapisteyken "Gulü
bahçeyi düşunmek fena / daglan deryala-
rı düşunmek iyi" der.
Bu dizeleri yazarken, kendı deyimiyle
"yarım yılda dört metre kare betonu
geçen" şair bir gün Prag'dan Havana'ya on
sekiz saatte uçacağını bilmiyordu elbet.
Ama yine de, kahrolası yalnızlığı ıcinde
dunyayla, insanlarla bütünleşmeye çalışı-
yor, deryaları, okyanusları duşünuyordu
hıicresinde.
Dışanda, Özgürken de dalgaları düşun-
mek iyi. Okyanusa karşı Pasifik güneşin-
de yurdundan, yaşadığın kentten binlerce
kilometre uzakta ama yalnız değilken.
"Derin anaforlu Okeanos'un kmsında
çek karaya gemini!". Böyle sesleniyor Kir-
ke Odisseus'a. Eski Yunan'da yalnızca bir
ırmağın değil aynı zamanda bir tanrının da
adıydı Okeanos, Titanların en bilgesinin
kızkardeşi Tethis üç bin ırmak ve uç bin pe-
ri doğurdu ona. Hepsi de birbirinden gu-
zel üç bin su perisi. Okyanus'un kızlarının
sesini duyar gibi oluyorum.
Zincire vurulmuş, ciğerini her gun bir
kartahn yediği Prometheus'un kara alınya-
zısına, çektiği çileye ağlayan dünya güzeli
kızlar: "Gözyaşlarıyla büyüyen bir bulut
örter gözlerimizi seni böyle gördukçe Pro-
metheus. Çelik zincirlerle kayaya bağlı göv-
denin gunbegün kunıyup kaldığını görduk-
çe ürpeririz."
Ve babalannın dalgalı, güzel sakah geli-
yor gözümün onüne. Vatikan'da, Helenis-
tik devirden kalma o kocaman yontunun
ırmak gibi dolana kıvrıla akan mermer sa-
kallanna yunus balıkları bir dalıp bir çıkı-
yorlar. Ve güneş batıyor Sen Piyer alanın-
da. Derken Aiskhylos'un trajedisinde kar-
tal başlı bir aslanın uzerinde görüyorum yü-
ce tannyı.
"Sana ulaşmak için kartal kanatlı bu ya-
ratığın uzerinde uzun bir yolculuk yaptım,
diyor tanrılardan ateşi çaldıgı için zincire
vurulmuş Prometheus'a. Bil ki anlıyorum
çileni, acını paylaşıyorum".
Prometheus ateş yakan bir öncuydü, baş-
kaldıran ilk insan. Tanrılar kendi kurduk-
ları düzene karşı çıkan bir ölümlüyü ben-
zerimiz Prometheus'u bağışlamadılar. Ok-
yanus o uğultulu sesi, kopuklü dalga%
larıy-
la beni de avutsa böyle. Kanatlı, güzel söz-
leriyle yaralı ruhumu okşasa!
Ruzgârın uğultusu mu bu ses, yoksa din-
ginliğin, yeni bir beraberliğin habercisi mi?
Okyanusu dinliyorum. Eski bir öykü anla-
tıyor bana. Dünyanın tarihi kadar eski bir
öykü.
Homeros, Troya kahramanı Akhileus'-
un kalkanı yvrvarlaklığında biî dünya be-
timlemesi bıraktı bize. ilk kez Odissea'nın
Türkçe çevirisinin arka kapağında gördu-
ğüm bu garip dünyayı Okeanos ırmağımn
çepeçevre sardığını anımsıyorum. Akdeniz
ülkeleriyle Kuzey Afrika ve Kafkaslar'dan
ibaret dünyayı, o yusyuvarlak kalkanı çev-
reliyordu Okeanos ırmağı. Kuzeyde "Kor-
kunç Devler Ülkesi", batıda "Ölüler Ülke-
' si", doğuda "1da Dagı" ve guneyde "Yü-
zü Yanıklar Ülkesi"yle sınırlıydı.
Bense burada, karşımda gözalabildiğine
uzanan okyanusun, "yüzü" değil de
"bağn" yanıklar ülkesiyle sınırh olduğu-
nu düşünüyorum. Çünkü Pasifik kıyısına,
daha doğrusu Kaliforniya'ya en çok yakı-
şan tanım, biraz Anadolu da koksa, bu
bence.
İnsanlar, gencecik insanlar, az ötede, San
Francisco hastanelerinde aşktan ölüyorlar.
Ve kimsenin umurunda değil onların ölü-
mü. Çünkü toplum dışına itilmişler bir kez,
laneüenmişler. Eski romanlardaki gibi eri-
yip tükenerek, solup sarararak, gövdeleri-
nin her gun biraz daha dirimselliğini yitir-
diğini, güçten düştüğuıjü duyumsayarak,
veremli genç kızlar gibi ölüyorlar AIDS'-
ten.
Aşkı özgürce yaşadıkları için. Ve Kong-
re'de bilim adamlan çaresizliklerini, çağı-
mızın vebası bu hastalık karşısındaki zayıf-
lıklannı itiraf ederlerken, el ele, kol kola
dolduruyorlar San Francisco sokaklannı.
Yaşamak istediklerini haykınyorlaı. Onlan
uzun dar pantolonları ve rengârenk giysi-
leri içinde daha geçen gün gördüm, mut-
suz, umarsız, ama yaşama hırsıyla dolu yü-
rüyorlar, yürürken de acılarıru haykınyor-
lardı dünyaya.
Dünyanın ökuzün boynuzları uzerinde
durmadığını biliyoruz da, karaların okya-
nuslarla çevrildiğini, dünyamızın dörtte
üçünün su olduğunu her zaman anımsıyor
muyuz? Karşımda dalgalannı kayıtsızca
kumsala vuran Pasifik Okyanusu dünya
yüzölçümünün yarısmı oluşturuyor, tam
yüz yetmiş milyon kilometre kare.
" Ortalama derinliği dört bin metre, güney-
de, And Dağlan'nın açığındaki yarıkta se-
kiz bin metreyi buluyor derinlik. Yüz met-
reye dek ancak çok yüzeysel bir alanı ay-
dınlatabilen gümşığının ulaşamadığı yerleri
düşünüyorum.
Karanlık sulardaki yaşamı. Yosunlann,
midyelerle amiplerin, ahtapotlann, adlannı
bile bilmediğim, zehirü, kocaman gözlü,
çok yüzgeçli daha nice korkunç yaratığın
yaşamını.
Belki onlar "korkunç" değil ama yine de
kendimi eski efsanelerden, denizcilerin an-
lattığı olağanüstu öykülerden, deniz ejder-
leriyle yarı insan yan balık denizkızların-
dan kurtaramıyorum.
Elimdeki rehber Pasifik Okyanusu'nda
yüz altmış bin tur hayvarun yaşadığmı ya-
zıyor. On altı bin çeşit balık, on beş bin çe-
şit bitki. Ve derinlerde, çok derinlerde, hiç-
bir canhnın yaşamadığı dipsiz karanhklar-
da sıradağlarla vadiler, volkanlar. Her an
Karşımda dalgalannı
kayıtsızca kumsala vuran
Pasifik Okyanusu dünya
yüzölçümünün yarısmı
oluşturuyor, tam yüz yetmiş
milyon kilometre kare.
Ortalama derinliği 4 bin
metre, And Dağlan açığında 8
bin metreyi buluyor bu
derinlik. Gümşığının ancak
aydınlatabildiği 100 metrenin
ardında mavinin karanlığı var.
patlamaya hazır, ya da milyonlarca yıl ön-
ce patlamış volkanlar...
Yer kabuğundan fışkıran lav suyun de-
rinliklerinden yukarıya doğru çıkarak, kor-
kunç bir patlamayla tespih taneleri gibi ok-
yanusun dört yanına serpivermiş adaları.
Kumsallannda dev kaplumbağalarla yen-
geçlerin, alaca kanatlı kuşlarla yırtıcı hay-
vanlarm güneşlendikleri, palmiyelerin-mas-
mavi, bulutsuz göğe doğru yükseldikleri o
uzak, guzelim adaları.
Keşif tutkusu
Karşımda sessizce yayılıp, gevşeyen din-
gin okyanusa bakıyorum. Kuşkusuz Balboa
da Pasifik'i ilk gördüğunde benim kadar
şaşırmış, düşlere dalmıştı. Ama kitaplar bu
serüven düşkünu Ispanyolun altın bulmak
için balta girmemiş sık ormanları geçerek
Pasifik kıyısına dek geldiğini, gelirken de
yolda önüne çıkan yerlileri azgın köpekle-ı
re parçalattığinı yazıyorlar.
Bu denli acımasız, gözünü böylesine ka-
zanç hırsı bürümüş biri doğa karşısında he-
yecanlanamaz gibime geliyor. Ama yine de
ilk kez bir denizi keşfetmenin ürpertisini ka-
tı yüreğinde, haz düşkünü gövdesinde duy-
muştur.
Yarın: Macellan'ın
izinde
GÜNEYDOĞU'DAN
POKTRELER-2
Yörüklerin son
kuşağından Zeynep
Kadın. Yazın yaylaya
çıkmazsa olmuyor.
"Ben halimden
hoşnutum" diyor.
Erkeklerin eski günleri
arayan sözlerine de
kızıyor. "Eskiden yol
mu vardı,
Çukurova'nın deli
eden sıcağım,
sinekleri, ne çabuk
bey oldunuz da
unuttunuz?"
İki oğlunu evermiş,
evlerini dayamış
döşemiş Zeynep
Kadın. Ancak üçüncü
oğlanın aklı sahile
inmekte. İşte buna
çok kızıyor yaşlı
kadın. Bir de turistler
için verdiği eski
çadırının kelleşmesi
üzüyor onu.
Zeynep Kadın yaylada halı dokur
IŞIL ÖZGENTÜRK
O eski zamanlarda ölüm dö-
şeğindeki aile reisi, çevresine ço-
luk çocuğunu toplar, dünya gö-
zuyle mallannı bölüştürürmüş...
Dağlardaki verimli meralaı aile-
nin adını sürdürecek erkek ço-
cuklara, sahildeki ne işe yaraya-
cağı belli olmayan yerler de kız-
lara kalırrruş.
Gel zaman git zaman olmuş,
devirler değişmiş, sahildeki o ne
olduğu belli olmayan yerlere ön-
ce "bitli turistler" gelmiş, ardın-
dan arabalı adamlar, ardmdan
paralar yağmış sahillere, ölüm
döşeğinde aile reisinin horgör-
düğü kızların burnu büyümüş,
damatlar birer şeyh misali zen-
ginleşmişler... Şimdilerde dağlı-
lar sahillerde paralanru faize ya-
tırıp hiçbir iş yapmadan yan ge-
lip yatan damatlara diş bileyip
duruyorlar... Daglılara kala ka-
la yakınmak kalrruş.
Ali Koc'la kapısındaki Yörük
kilimini usulca araladığırruz ça-
dırda da kimseler bize bir şey ik-
ram etmedi, ama bol bol yakın-
ZEYNEP KADIN VE ÇADIRI — Toroslar'da artık çok sık rastlanmayan Yörük çadırlarından birisi. Zeynep Kadın çadırın önündeki tezgfihta halı dokuyor. (Fotoğraf: Işıl Özgentürk)
ma dinledik. Çadırın sahibi tb-
rahim Ağa ve karısı Zeynep dı-
şında, dağı mesken tutmuş da-
varcılık yapan oğullar hiç dur-
madan sahildeki yakınlarından
yakındılar, onlann şanslanndan
dem vurdular, çok iç geçirdiler.
Gözünüze dizinize
dursun
Oğullar yakında, ama Yörük
çadınmn tam önüne koskoca bir
halı tezgâhı kurmuş, hiç kimse-
lere aldırmadan, biz kimiz, niye
geldik bununla hiç ilgilenmeden
halı dokumayı surduren Zeynep
kadın, "Ben halimden hoşnu-
tum," dedi, "tabü ki bu eskiye
kıyaka... O zamanlar bize yer fi-
lan gostermemişler, yaz kış aha
bu kıl çadırlarda kalıyoruz. Da-
vardan başka elde avuçta hiçbir
şey yok. Bakma çok hikâye an-
latırlar, ama sen aslını bana sor.
O zamanlann zorluğnnu, acısı-
nı bana sor. Ne çabuk unuttu-
nuz babo, kız kardeşiniz niye öl-
dü ha, niye... Bu yol var mıydı o
zamanlar? Olsa garibimi kuca-
gıma aldığun gibi şehirde alır-
dım solugu, dellendirmeyin be-
ni, oankörlük etmeyin...
Ne çabuk bey oldunuz da
unuttunuz o Çukurova'nın deli
eden sıcağım, o kan emen si-
•ekleri. Şimdi hiç olmazsa loşın
zorundan korunacak, başıuzı
sokacak bir eviniz var, evimiz
var. Ha şimdi isteyen çıkar ça-
dıra, o da yazları, çunku bir de-
fa biz fena ahşmışız bu yayla ha-
vasına. Bu havanın vurgunu ol-
muşuz. Yoksa çekilmez ne cadır
ne bu berbat hayat..."
Zeynep kadın elindeki işi bir
dakika bile bırakmadan hayata
dair görüşlerini çok net bir üs-
lupla anlatırken kocası Ibrahim
Ağa, sakin, gülerek onu dinli-
yor. Gülmesi hiç bitmiyor.
"Sen ne düşüoüyorsun tbra-
him Ağa" diye soruyorum.
Gene gülüyor, eliyle cabbar-
ca halısıru bitirmeye çalışan Zey-
nep kadını gösteriyor.
"Benim aklım ennez baboy,"
diyor, "paraya da pula da haya-
ta da gençliğinden beri bunun
aklı erer. O öyle diyorsa doğru-
dur."
Zjeyneç kadm bu yamttan çok
hoşnut, bir an elindeki işi bıra-
kıp çadırın tepesini gösteriyor.
Çadınn damında yer yer kellen-
me olmuş. "Sorma, hayatımın
akılsızlıgını ettim," diyor, "pa-
raya kandım, senin anlayacağın
para ırzıma geçti. Bir de pek gü-
zel, pek hanım bir kadın geldi,
bir yalvardı bu kadar olur, 'Ne
olur on beş gün için ver şu ça-
dın', dedi. Turistlere gösterecek-
lermiş, kırk bin lira da saydı eli-
me, verdim, lakin çadır gitti gi-
der. tam iki ay sonra geri getir-
diler cadın, yağmur mu filan ye-
miş anlayamadım ya kellesmiş.
Bu çadır gibisini dokuyamam
artık, çok yandım çok, gözleri-
min feri eskisi gibi degil, kocal-
dım."
Zeynep kadın birden aklına
gelmiş gibi üç yetişkin oğluna
bakıp "Misafirlere bir şeyler ik-
ram edin" diyor ya kimsenin kı-
mıldandığı yok, Ali Koc, haklı
çıkmamn keyfıyle bıyık altından
gülüyor.
"Ben sana dememiş miydim
artık Yöniklerde m&l var ayran
yok, kız var alacak babayigit
yok."
Oğullardan en genç olanı he-
nüz on yedi yaşında, usulca ya-
nıma yaklaşıp "Ben yakında bu
mezbelelikten kurtulacağım,"
diye fısıldıyor. "Nasıl?" diyo-
rum, gözlerinin içi parLyor, "Sa-
hile iniyorum."
"Peki orada ne yapacaksm,
kampçüık mı?"
"Nerede biz de o şans," diyor,
"Ah birazcık toprağım olsaydı o
sahilde, Hemen bir pansiyon
oturturdum, sonra gelsin para-
lar kucak kucak. Gene de Al-
lah'm gücüne gider, yakınma-
malı, şans güldü bana... Bir
export şirketinde iş buldum, ab-
la öyle kral bir iş ki her türlü
meyve elinden geciyor sen paket-
liyorsun, meyvenin hası, yasak
filan da yok, canın çekti mi yi-
yorsun, yeter ki canın çeksin.
Sonra yatak yeri de var, havalan-
dırmalı hem de yani hiç sıcak sı-
kıntısı yok, aynen çadır gibi.
Hele bir çilekler var göreceksin
vallahi."
"Artık daga hiç mi gelmeye-
ceksin?"
"Dağ demek zebillik demek
be abla. Rezillik demek. Üç ta-
ne davarın peşınde koş allah
koş. Ne o süt verecekler de ay-
ran olacak, yağ olacak. Adam
buralarda evlenemez bile."
"Sus Allahın cezası sus! Ağa-
lann bekâr mı kaldı? Hangi ev-
ladımın döşegini ıssız bırakom
ben!"
Zeynep kadın öfkeli, elleri
makine gibi gözle takip etmek
neredeyse olanaksız. Söylenip
duruyor, küçük oğlana kızgın.
O sahil yerlerine, kızın kızanın
birbirine karıştığı, milletin ur-
yan dolaştığı o kıyılara düşman.
En kuçüğü kaptırmış bir kere,
dönüş yok.
Biz de erkek işi yapanz
Zeynep kadının sahile kaptı-
rılmamış iki büyük oğlu anala-
nnın yanında biraz suskun. Zey-
nep kadının elli davar ve doku-
duğu kilimlerle her birine birer
ev yaptığı için televizyonuna ka-
dar dayayıp döşediğı oğular
hadlerine mi düşmüş onun ya-
nında söz söylesinler.
Ne zaman kıl çadırdan ayn-
lıp dönüş yoluna düşüyonız, or-
tanca oğul başhyor:
"Aha şurada yabani fıstık
agaclan var. Bir aşıiadın mı, ser-
vet vallahi servet."
"Peki neden aşısız öyle'bıra-
kılmış?"
"He ye bıraktık işte."
"Aha şunlar da zeytin. Zeytin
güzel ağaçtır. çok bakım istemez,
lakin bakarsan bire beş verir."
"Zeytinler de öyle bırakılmtş
kendi haline."
"He >e valla bıraktık işte."
İşte şu karşıdan geienler de
bizim amca kıdan, odun topla-
mışlar kış için."
"Peki sizin harumlar nerede?"
"Benimki davar peşinde, öbü-
rü, yani biraderiminki halı do-
kuyor.'
"Peki siz ne yaparsınız?"
~ "Biz de erkek işi yapanz val-
lahi..."
"Nasd? Anlatsanıza biraz..."
"E, canım işte_*"
O ana kadar susan Ali Koc,
artık dayanamıyor, olacak iş mi,
bu kadar yol geldik bir ayran bi-
le içemedik aynca böyle yüzils-
tü bırakılmış fıstık, zeytin ağaç-
larmın boynu bükük havası çok
ağnna gitti Ali Koç"un sözii ya-
pıştınveriyor:
"Ne yapacaklar be f it«jınm
katrvede bütün gün barbut oy-
nayıp sahildekilerin şanslanna
imrenip dunırlar."
Ortanca oğlan, "Yapma AH
Koç Dayı," diyor, "Haksızlık
ediyorsun."
"Sus yegenim sus " diyor Ali
Koc, "Su akar, Türk bakar de-
mişler, bu dağlarda da agaçlar
kendiliğinden büyür, zeytinler
kendiliğinden dökülür bize de
yakınmak daser. Vay benim ta-
İihsiz başım, vay~."
Ali Koç*un öfkesinin sının
yok, hemen erkekleri, erkek iş-
lerine devam etmeleri için bir
kahvenin onünde bırakıp araba-
ya biniyoruz. Dağlardan sahille-
re vuruyoruz bu kez.
Şansü sahillere.
Yarın: Ay
insanlan