29 Mart 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/6 DİZİ-RÖPORTAJ 13 OCAK 1990 Erkek, SSCB'de de geleneksel rolünden sıyrılmamış durumda Sovyetler'de kadın olıııak zorYiyecek maddesi ve tüketim malı sıkıntısı en fazla Sovyet kadınını olumsuz etkiliyor, onun sırtına ek yük bindiriyor. Pazar çantaları ile oradan oraya koşan, sıralarda bekleyen ve yükü eve taşıyan o. Otobüste, metroda, sokakta kadınların ellerinde devamlı bir kaç pazar çantası. Evet, Sovyet kadınının yaşamı zor, yükü ağır. Ama kime göre? Hem Sovyet erkeğine hem de Batılı ve hatta kentli, orta sınıf Uçüncü Dünya kadınlarına göre. SSCB'de Moskova'dan Orta-Asya'ya DUYGU SEZER-BAZOĞLU — 3 — MaJ kıthğı özellikle Moskova'da gözle görülür bo- yutlardaydı. Kırgızistan ve Tacikistan'da ise tam tersi- ne bolluk, besin maddesi bolluğu gördürn ve yaşadım. Oralarda yalnızca Sovyet dönerninde büyük bir özenle geliştirilmiş başkentleri ziyaret ettiysem de, Moskova- daki duruma bakıp "Sovyet ekonomisi babyor" diye alarm (bazılarınca da sevinç) zilleri çalarken ölçüyü ka- çırmamak gerektiğini düşünüvorum. Herkesin cildi güzel 9 milyon nüfuslu Moskova gerçekten çok zor bir dö- nem yaşamakta. Besin maddesi açısından tümüyle dı- şanya bağunh. Siyasal ve biirokratik belirsizlikler ve çal- kantılar nedeniyle besin maddesi nakliyaü durakladı mı zaten bol olmayan sunu (arz) daha da kısıtlaruyor. Bu- na karşılık çevreme bakıyordum, hiç de açlıktan kıvra- nan insanlar görrnüyordum. Hatta insanların biraz da fazla besili olduğunu düşünüyordum Moskova'da. Za- ten boylu poslu olan Moskovalılar, oldukça da kilolu duruyorlardı. Kimilerine göre salam, sosis ve süt-krema gibi yağiı besinleri fazlaca tüketmelerinden kaynakla- nıyordu bu durum. Metroda bakıyordum da hemen he- men herkesin cildi güzel, yüzünün rengi sağlıklıydı. Temizlik terbiyesi Hemen her yere metro ile gidip geliyorduk. Taksi bul- mak fevkalade zor bir iş. 2-3 rublelik yola 10 ruble ve- rirseniz, şoförün sizi alacağmı söyiedi bazı aıkadaşlar. Tabii, taksilerin çoğu devletin, şoförler de maaşh. Ama özel taksicilik de almış yürümüş. Çarhk döneminden kalma neoklasik stili binaların çoğu ya metro istasyonu ya resmi daire ya da banka (o da devletin) olmuş. Moskova metrosu her yönüyle şa- şırtıcı derecede şık, zevkli ve temiz. Her gece hem tren yollan hem trenter temizlenip yıkanıyormuş. Zaten Mos- kova'da gördüğüm hemen her yer temiz. Moskovalının temel bir kent temizliği terbiyesi olduğu kuşkusuz. Met- ronun temeli 1930-40'larda atılmış. Günde 7 milyon yol- cu taşıyor. tstasyonlar görkemli avizelerle aydınlatılmış, duvarlar tablolarla, alçıdan kabartmalarla veya mermer işleriyle süslü. Her istasyonun susü bir diğerinden farkh. New York'un yüz karası metrosu ile karsılaştırıldığın- da Washington'un metrosu "zevkli ve temiz", Londra- nınkı "idaıe eder", Paris'inki de "hiçten yoktan iyi" de- dirtir insana genelde. Moskova'nınkine ise yürekten vu- rulmamak zor. Ve ucuz mu ucur 5 kopek. 1935'ten bu yana değişmemiş. Metro binasına giriş-çıkışlarda çok çevik davranmazsanız suratınıza o koca kapıları yiye- büirsiniz. Önden geçenin kapı tutraa alışkanlığı yok; millet geçiyor önden, "pat" diye bırakıyor kapıyı ar- kadan gelenin yüzüne. Rublenin degeri belirsiz 5 kopekin Türk Lirası karşüığı olan kesin değerini söylemek zor, çünkü Sovyet para birimi olan ruble, ulus- lararası konvertibilitesi olmayan bir para. Bir rublede 100 kopek var. Yabancı paralara karşı değeri devletin kararı ile saptanmış olan yapay bir değer, dünya para piyasası ve ülkenin ekonomik göstergeleri gibi etkiler- le oluşan bir değer değil. örneğin, 1 rublenin resmi de- ğeri ben oradayken yarım Amerikan Doları'ndan biraz fazlaydı: 60 sentti. Fakat bunun gerçekçi bir değer ol- madığını yetkililer de dahil herkes biliyordu. Benden sonra, 1 kasımdan geçerli olmak üzere rub- lenin değeri yüzde 90 devalüe edildi. Ancak bu resmi ticari işlemler için değil, turistler için geçerli olan bir ayarlama. Bundan böyle bir turist 1 dolar başına res- men 6 rubleden biraz fazla alacak (Ben ise sadece 60 kopek, yani yarım rubleden birazcık fazla alıyordum). Sovyet ekonomik ve mali sisternlerinin kendine özgü so- nuçlarından birisi, tabii rublenin bu durumu. Para hiç- bir zaman piyasasımn istem-sunu (talep-arz) yasaları- na göre değer kazanıp değer yitiren bir değişim aracı olarak görülmemiş; gerçek maliyetler hiçbir zaman fı- yatlara yansıtılmamıs, üretim ve sosyal hizmetler sürekli olarak devlet tarafından sübvanse edilmiş veya tümüy- le fınanse edilmiş. Bir yandan rıyatlar son derece dü- şük tutulurken, öte yandan da tüketim malı sunusu dü- şük tutularak tüketim kısıtlanınca insanların para ge- reksinimi de bir balcıma ortadan kalkmış. Ama bu arada devlet, ağır sanayiini, silah teknolojisini ve silahlı kuv- vetlerini güçlendirdikçe güçlendirmiş ve tüm mülkiyet hakkını ve üretilen serveti kendi elinde toplayarak zen- gin olmuş. Devlete sırtını dayayabilen çıkar gruplan icin- den bazılan da tabii beraber zengin olmuşlar. Devlete kimin sırtını dayadığı ise açık! Devletin yönetimine her düzeyde katılan kirnseler, gruplar. Kendi içine kapalı ve kendine özgü yapısal kurallan içinde işleyen bu sistemin parasının bizim anladığımız Sovyetler Birligi'ndeki kadınlar bütiin giin çalıştıklan gibi, evde de biitün yükü omndamış donımdalar. ölçükre uymarriası yadırganacak bir durum olmasa ge- rek. Fakat Gorbaçov'un dünya ekonomisi ile bütün- leşmeyi öngören dışa açılma girişimleri, eski düşünceleri ve hesapları altüst etmiş, para ve fıyat politikasını ger- çekçi olmaya zorlayarak rublenin rahatını kaçtrmış. Btitçe açığı Bugün Sovyet vatandaşının elinde, en az 300 milyar rublelik bir tasarruf olduğu (yani resmi kura göre 500 milyar dolar) tahmin edilmekte. Banka faizleri de son derece düşük. tşte bu kocaman birikimi yastık altın- dan çıkarıp devlete gelir kaynağına dönüstürebilmek için çeşitli parasal ve ekonomik reformlar tartışılıyor. Bir kısım konutlann özel mülkiyet rejimine bırakılması, bazı malların fiyatlarında pazar mekanizması uygulan- ması ciddi ciddi düşünülüyor. Çünkü devletin diğer bir sorunu da muazzam bir bütçe açığı. Ee, hep devlet har- camış, sosyal devlet ve bürokrat devlet. Kimse, "geli- rimize göre harcayalım" gereksinimini duymamış. Herkes yüklenmiş "devlet baba"ya. Şimdi, harıl hanl gelir kaynağı aranmakta devlete. Gelir-gider dengesi ku- rulmaya çalışılmakta. Antik bir muhasebecilikten çağ- daş muhasebeciliğe geçilmek istenmekte. Bugün Sovyet ekonomisinin sorunlanndan söz etmek tüm dünyada moda oldu. Glasnost buna önayak oldu. Ben ekonomik sorunlann önemli bir de psikolojik boyutu olduğunu sanıyorum. Bugüne kadar kimse va- tandaşa, "Sen ne istiyorsun, neyi begeoiyorsnn?" di- ye sormamış. Onun ne istemesi, neyi beğenmesi gerektiğine Komünist Partisi ve GOSPLAN'cüar (GOSPLAN merkezi planlama örgütünün adı) karar vermişler baştan sona kadar. Füzeden ojeye, köşe ba- şında tepsilerde satılan sıcak sandviçe kadar merkezi kararla üretilmiş ve satılmış. Yukandan emirle işleyen bu ekonomik sistemde vatandaş, inisi>-atif almayı unut- muş. "Haydi aile isletmeJerine özgttriök" dendiğinde çok çekingen davranmış, işe nereden girişeceğini bile- memiş. Gorbaçov özel girişime -bizim anlamımızda ge- ne de kısıtlı kalan- bazı özgürlükler vermiş olfhasına karşın fazla bir hareket gözükmemiş vatandaşta. Aile işletmesi olarak restoran açabilir, açmıyor. Butik aça- bilir, açmıyor. Pastane açabilir, açmıyor. Paralan var daha önce değindiğira gibi. Ama deneyimleri yok. Ce- saretleri yok. Bir de şu var: 70 yıllık sistem kulun kula çalışması diye bir olayı yok etmiş. Herkes toplurn için devlete çalışmış. Emeğin ürünü bir veya birkaç patro? na gitmemiş. Devlete gitmiş ve o da kendi bildiğince topluma dağıtmış. Ama özel bir restoranda patron- garson-müşteri ilişkisi bambaşka. Sanınm bir başka ki- şiye kişi olarak hizmet etme fikri Sovyet insanına epey yabancı, belki de itici geliyor. Kısacası, 70 yıün deneyimleri yığınlan öyle yoğur- muş, bireyleri öyle derinlemesine kendi değer ve alış- kanlıklan içine sıkıştırmış ki görunürde herkes bir rahatlama ve kendi özgür iradesi ile bir şeyler yapma gereksinimi duymakla beraber, eski sistemin alıskan- lıklanndan kopmamak gibi bir ikilem içinde buluyor- lar kendilerini. Yiyecek maddesi ve tüketim malı sıkıntısı görebildi- ğim kadar en fazla Sovyet kadınını olumsuz etkiliyor, onun sırtına ek yük bindiriyor. Pazar çantalan ile ora- dan oraya koşan, sıralarda bekleyen ve yükü eve taşı- yan o. Otobüste, metroda, sokakta kadınlann ellerinde devamlı birkaç pazar çantası. Evet, Sovyet kadınının yaşamı zor, yükü ağır. Ama kime göre? Hem Sovyet erkeğine hem de Batılı ve hat- ta kentli, orta sınıf Üçüncü Dünya kadınlarına göre. Moskova'da nereye baksam kadın işçi görüyordum: Kremlin'in bahçesinde çiçek ekiyor, Kızıl Meydan'ı yı- kıyor, inşaal iskelesine çıkmış binanın alçısmı çekiyor. Otellerde temizlik işçileri de kadındı. Sanki bütün Mos- kova'yı kadınlar temizliyordu. Otelimin kafetaryasuı- da yalnızca iki kadın hem servis yapıyor hem bulaşıklan eldivensiz elleriyle yıkıyor hem de sosisli omlet gibi basit yemekleri hazırlıyorlardı. Köşe başlarındaki çiçekçiler de hep yaşlı kadınlardı. Genç kadınlar mağazalarda sa- tıcıydı. Moskova'nın şahane kırmızı ve mor krizantem- lerini, güllerini, karanfıllerini satıyorlardı sakin sakin. Kısacası, Sovyet kadını, genç veya yaşlı demeden çalı- şıyordu. Meslek sahibi kadın da çoktu... Doktor, raü- hendis, öğretim üyesi gibi. Kadınlar işçi olarak veya mesleklerde tüm gün ça- lıştıklan gibi, evde de yükü onlar taşıyordu. Bu "üerid" kesimde ve toplumda bile erkek, evde, geleneksel ro- lünden sıynlmamıştı. Ev işlerinin ve çocuk yetiştirme- nin sorumluluğunu "çok stvgili haoınuna" yükleme alışkanlığı devam ediyordu. Aynca çamaşır ve bulaşık makineli evler parmakla gösterilecek kadar azdı. Za- ten çarşaflar ve büyük parça giyimler fabrikada temiz- lenmeye gönderiliyordu az bir ücret karşıhğı. Fakat ufak çamaşırlar elde yıkanıyordu, kadırun elinde. Reh- berim Katya'run evinde çamaşır makinesi vardı, fakat söylediğine göre öyle hantal ve kötü biı şeymiş ki kul- lanmıyor, elinde yılayormuş çamaşırlannı. Bulaşık ma- kinesi iyiden iyiye lükstu. Fakat bizim gibi, nehirlerini ve barajlarmı dolduracak suyu zor bulan bir Ulkede he- men her eve bir bulaşık makinesi özendiren anlayış ise savurganlığın da savurganlığıydı. Kısacası, Sovyet kadını hem çok çalışkan hem de iyi eğitilıniş bir kadın. Bilim sahiplerinin yüzde 40'ı, en- düstri mühendislerinin yüzde 50'si ve öğretmen ve dok- torlann yandan fazlası kadınmış. Parlamentoda "delege" a-iı verilen milletvekillerinin üçte biri kadan kadın. Fakat 12 kişilik Politbüro içinde bir tek kadın üye yok. 8 kişilik yedek üyelerden birisi kadın: Bayan Aleksandra Paviovna Biryukova. StHECEK T U R K I N K I L A P T A R İ H İ E N S T I T U S U Skandaflar ve ceza davası Çocuk mahkemeleri, suç işleyen çoculdan cezalandınnak değil,topluma nynmln hale getirmek kazandırmak amacıyla kuruldu. Ancak... Çocuk mahkemeleri henüz emekleme çağını yaşıyor 1987 yılında kurulan çocuk mahkemeleri, altyapı yetersizliği, kadrosuzluk ve kurumların işlerlik kazanmaması gibi nedenlerle istenilen sonuca ulaşamadı. Bu mahkemelerin af yetkisinin olmaması, bir avuç leblebi ya da bir elma çalan çocukların bile fişlenmesine yol açıyor. GÜNEŞ GÜRSON ANKARA — Çocuk mahkemelerinde so- nmlar sürüyor. Altyapının kuruhnamış olma- sı, kadrolarm yetersizliği, dava sayısmın çok- luğu, yasada yer alan kurumlann fîilen işler- lik kazanmaması gibi nedenlerle 1987'de An- kara, lstanbul, tzmir, Trabzon'da kurulan ço- cuk mahkemeleri istenilen sonuca ulaşamadı. Ankara Çocuk Mahkemesi Hâkimi Adnan Erol 1988 yılının ilk altı ayında 364 olan da- va sayısımn, bugün 1100'e ulaştığını söyleye- rek, işlerin yoğunluğundan yakınıyor. Çocuk mahkemesi yargıçlarına " a F yetkisi verilme- si isteniyor. Günde 30 davaya baktığını belirten Erol, "Avnıpa'da bir hâkim günde 2 davaya bakı- yor. 30 dosya ile çıküan davada degişik yak- laşım oluyor, irtibatlar kayboluyor" diye ko- nuşarak, mahkemenin yükünün giderek art- tığına dikkat çekiyor. Bu durumun suçlu çocuklara gösterilmesi gereken ilginin azalmasına yol açtığını ifade eden Erol, çocuk mahkemesinin Türk huku- kunda "benimsenmemiş ve izah edilmemiş utopik" bir kurum olduğunu öne sürerek, "Sa- dece mahkeme knrup, uzman tayin etmekle bn işler yürümez" diyor. Çocuk Mahkemele- ri Yasasf nın 44. maddesinde öngörülen çocuk kabul merkezleri, gözlem merkezleri, çocuk- lara özgü tutukevleri gibi suçlu çocuklann ka- lacagı ayn birimlerin kurulması gerektiğim ifa- de eden Erol, "Çocuğun işiyle, çevresiyk, oku- hıyla meşgnl olabileceği" bir ortam yaratılma- sının faydalanna işaret ediyor. Türkiye'deki çocuk mahkemelerinin görev alanı 11 yaşım bitirmiş, 15 yaşını doldurma- mış çocukları kapsıyor. 15-18 yaşları arasın- daki çocukların bu mahkemelerin kapsamı- na dahil edümemesi, çeşitli tartışmalara yol açıyor. Konunun uzmanları, suç işleyenlerin yüzde 80'inin 15-18 yaş grubunda olduğuna dikkat çekerek, bu çocukların genel mahke- melerde yargılanmasını "adaletsizlik" olarak nitelendiriyorlar. Ankara Çocuk Mahkemesi Hâkimi Adnan Erol ise altyapısı kurulmamış olan mahkemede dava sayısımn gün geçtikçe arttığını ifade ederek, "Eger bn çocuklar da çocuk mahkemesi kapsamına alınırsa, bin olan dava sayısı 11 bin olur" diyor. Yalnız Ankara ve ilçelerindeki 11-15 yaşları arasındaki suçlu çocukların davalarına bakı- lan Ankara Çocuk Mahkemesi'nde sosyal hiz- met uzmanı pedagog ve psikologdan oluşan bir uzman kadrosu görev yapıyor. Çocuğa sa- dece hukuksal açıdan bakılmaması için, ge- nel mahkemelerden farklı olarak oluşturulan uzman kadrosunun görevleri arasında, ince- leme, denetim ve gözetim raporları düzenle- yerek, çocuğu suça iten nedenleri araştırmak da yer alıyor. Uzmanlarca hazırlanan rapor- lann, yaptırımın seçiminde dikkate alınması gerekirken, uygulamada bunun böyle olma- dığı görülüyor. Dava sayısımn çok, maddi im- kanların ve eleman sayısımn az olması gibi ne- denlerle, uzmanlar bu raporları hazırlamada çeşitli güçlüklerle karşılaşıyorlar. Mahkeme- de görevli uzmanların suçun niteliğine göre ko- ruyucu annelik, çocuk evleri kurulması gibi alınması gereken önlemleri önerdiğini anlatan yetkililer, "Bunlann işlerlik kazanması şu an için miimkün değil" diyorlar. "Çocuk mahkemeleri, suç işlemiş olan ço- cukları cezalandırmak değil, topluma uyum- lu hale getirmek, yeniden topluma kazandır- mak amacıyla kuruldu" diyen yetkililer, ka- nunda yer alan bazı önlemlerin yani sıra, mah- kemenin yargılama sırasında ve sonrasında ko- ruyucu müdahale görevinin olduğunu, ama bu görevini yerine getiremediğini belirtiyorlar. Yalnızca tutuklu iken değil, tahliye sonrasın- da da çocuğun yalnız olarak yaşama bırakıl- maması gerektiğine işaret eden sosyal hizmet uzmanları ise korumada sürekliliğin tahliye sonrasım da kapsaması, rehberlik ve destek nizmetlermin sağlanması gerektiğini ifade edi- yorlar. Çocuk Mahkemesi Kanunu'ndaki bir ak- saklık da hâkime "yargısal aF' yetkisinin ve- rilmemiş olması. Bu yetkinin hâkimlere veril- memesi, ilk kez ya da çok suç işleyen çocuk- ların sabıkalı olmasına ve ileride yaşantısırun geçmişte aldığı ceza ile olumsuz olarak etki- lenmesine yol açıyor. "Bir avuç leblebi ya da bir elma bile çalsa, bu, çocuğun adli siciline işlenijor. tleride ehliyet almak istese alamıyor, işe girmek istese iş bulamıyor" diye konuşan Erol, mahkemeye af yetkisinin verilmesini istiyor. "Avnıpa'da suçun niteliğine göre savcının kendi >etkisini kullanarak, cezayı hâkime yol- layabiliyor veya baa tedbirler önerebiliyor" di- yen bir uzman, suç oluşmadan eğitim yoluy- la ortadan kaldınldığını, eğer suç işlenmişse, çocuğun "çocuk psikolojisi" konusunda eği- tilmiş kişilerce sorgulandığını anlatıyor ve Ba- tı'dan şöyle bir örnek veriyor: "Bir hâkim, trene taş atma suçu işlejen bir çocuğa, bu suçtan dolayı, haftanın belli giin- leri trenin camlanm temizleme cezası veriyor. Sonımluluk kazanması için." Prof.Dr. NEJAT KAYMA2 DTCF, T.C tarihi Anabilim Dalı Başkam —5— Boylesine açık ve zevzekçe bir konuşmanın bandı, ilgili ilgisiz herkesin elinde dolaşırken kuşku- suz rektörlüğun ve YÖK'ün ilgisi ve bilgisi dışında kalmamıştır. Bu- na karşın, söz konusu makamlar Köni'ye dokunmamışlardır. Koni, TİTE Müdürlüğü'nde kaldıktan başka, DTCF Tarih Bölümu Baş- kanlığı, T.C. Tarihi Anabilim Dalı Başkanhğı, rektörlüğe bağlı Ata- türk Araştırma Merkezi Başkan- hğı gibi üniversite içi ve çeşitli üni- versite dışı görevlerini de sürdür- müştür. Köni bakımından bunu uygun gören rektörlük ve YÖK, gerçek- te, şu soruşturma işleminin en az hasarla nasıl sonuçlandınlabilece- ğinin yolunu aramaya koyulmuş- lardır. Bunun için hukukçu daruş- manlar işe koşulmuştur. Gorünü- şe göre raporun, ilgililere hiç ce- za verilmeden bir yana bırakılması olanaksız bulunduğu için olabil- diğince hafıf ceza istemi ve uygu- laması suretiyle işin geçiştirilme- si duşünülmüştür. Bu duşünceyle ele alınan rapor, Rektörlük Hu- kuk Işleri'nden ve Üniversite Yö- netim Kurulu'ndan geçirilmiştir. Konu, disiplin soruşturması açı- sından eski müdürlere "kınama", üyelere "uyan" cezası verilmesi, ceza soruşturması açısından so- ruşturmacıların önerdiği suçlama- nın komnması biçiminde karara bağlanmıştır. Söz konusu disiplin cezaları, biri dışında, zaman aşı- mı gerekçesiyle YÖK'çe kaldırıl- mıştır. Yalnız Hasan Köni'nin "uyan" cezası, zamanında itiraz etmediği için yerinde kalmıştır. Ne var ki dosya Danıştay 2. Dairesi- ne gidince, evdeki hesaplann çar- şıya uymadığı görüJmüştür. Bilin- diği gibi, 2. Daire üniversitenin öngordüğu "görev ihmali"suçla- malarını, Kafalı'nınki gibi "göre- vi kötüye kullanma" biçimine çe- virerek ceza davası açılmasını is- temiş ve ölen Prof. Bahattin Ogel ile kısa süre görev yapan Doç. Az- mi Süslü'yu liste dışına çıkarmış- tır. Ankara 3. Asliye Ceza Mah- kemesi'nde açılan davanın 1 Ka- sım 1989 günü yapılan ilk duruş- masındaysa, suçlama "belge sahteciliği" biçimine dönüştürüle- rek dava Ağır Ceza Mahkemesi- negönderilmiştir. 18 aralık tanhlı duruşmada 6. Ağır Ceza Mahke- mesi de güvensizlik kararı verdi- ğinden dava Yargıtay'a intikal et- miştir. TİTE'nin çamaşırları bu kez de bu düzeydeki yargı önüne dökülecektir. Durum bu iken, Hasan Köni TtTE Müdürlüğü'nde, Mustafa Kafah ise DTCF Genel Türk Ta- rihi Anabilim Dalı Başkanlığı'nda hâlâ durmakta, Ankara Üniversi- tesi Rektörü Prof. Necdet Serin ve DTCF Dekanı Prof. Rüçhan Ank, durumu yurtiçinden ve — sık sık bulunduklan yurtdışmdan izlemekle yetinmektedirler. Sayın rektör, gene tek suçlu olarak Ne- cip Hablemitoğlu'nu görür, 15. soruşturmayı açar ve enstitünun bir docentlik kadrosunu da bu kez Faruk Sükan'ın damadı Ünsal Yavuz'la doldururken, basına verdiği gerçekdışı ve çelişkili be- yanlarla hatırhlan, gözdeleri ko- rumaya, Hasan Köni'yi kurtar- maya ve temelde kendini aklama- ya çalışmaktadır. la, enstitü müdürlüğüne ve rektör- lüğe yazılıp bilgi için YÖK'e de yollanan ve içinde usulsüzlükler- den yakınıldığı gibi TİTE'nin bu- gün kamuoyunca bilinen ve yargı önüne gelmiş bulunan durumun- dan da genişçe söz edilen dilekçe- leri anımsatır. Bu dilekçelerin ne- den gerektiği gibi yamtlanmadığı- nı, yapılan ağır suçlamalaıın ni- çin ve nasıl sineye çekilmiş oldu- ğunu sorar. (8 Temmuz ve 9 Ağus- tos 1988 tarihli dilekçeler, 11.8.1988 gün ve 13134 sayılı rek- törlük yazısı, 3 Ekim ve 11 Ekim 1988 tarihli dilekçeler, 5 Ekim 1988 gün ve 1708 sayılı, 18 Ekim 1988 gün ve 1773 sayıh TİTE Md. yanları. Ayrıca 16 Ağustos 1988 tarihli dilekçe). Sayın rektör ne yapsa, TİTE ba- Sayın rektör gibi, YÖK'ün sa- JL \J JX. ve üniversiteler, alt kuruluşlan olan fakülteler, vüksekokullar ve enstitülerle birlikte bir bütündür. Tümü 12.Eylül kurumlandır. Ankara Uniyersitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde ortaya çıkan olay, 12 Eylül felsefesi ve amacı doğrultusunda, tüm devlet kurumlannda gerçekleştirilmesi öngörülmüş olan sentezci kadrolaşmanın, salt.enstitüye özgü olmayan, genelde YÖK'ün altını çizdigi alanın tümünü kapsayan akademik evresindeki enıeksiyonun ortaya çıkardığı bir kokuşma noktasım oluşturmaktadır. kımından kendini aklayamaz. Kimseyi de korumayı ve kurtar- mayı başaramaz. Eninde sonun- da gerçek ortaya dökülür. Örne- ğin, birisi çıkıp kendilerine, ülkü- cü öğrenci Selâhattin Özçelik'in doktora smavında, "Donanma Cemiyeti" adlı tez ve alanla ilgili hiçbir çalışması olmadığı halde tez danışmanlığı yapan Prof. Musta- fa Kafalı'nın ve jüri üyesi seçilen Doç. Necmi Ülker'in bilimsel açı- dan tam anlamıyla "bomboş" olan raporlarının geçerliliğini sağ- lamak için formaliyete sığınarak alanın uzmanı olan uyeyi jüriden dışlamakta enstitü yönetimine na- sıl yardımcı olduğunu ve gerek bu olay dolayısıyla, gerekse Salih Öz- kan adlı doktora öğrencisine tez danışmam seçilmesi sırasındaki kasıtlı uygusuz işlemler dolavısıv- yın başkanı da, TITE'deki skan- dal gelişmelerden hiç bilgisi yok- muşçasına, konu ceza davasıyken ağır ceza davasına dönuşünce ve saruklar adliye koridorlarında bir olaya yol açınça, uyanmış, telaş- lanmış, basına, —sanki Ankara Üniversitesi'nin verdiği disiplin ce- zalarını dun kaldıran YOK değil- miş gibi— ilgililer hakkmda disip- lin soruşturması açılması istediği yolunda açıklama yapmıştır. Bu- nunla basını uyutmak ve içeride çıkış yolu aramak için zaman ka- zanmak istemiştir. Nasıl ki bu açıklamanın üzerinden on gün bi- le geçmeden YÖK Denetleme Ku- rulu'nun, ağır cezaya intikal etmiş bir konuyla ilgili olarak soruştur- ma açılamayacağı kararına vardığı duyulmuştur. Beklcnebileceği gi- bi bu kararla ilgili bir açıklama yapılmamıştır. O YÖK Başkanhğı ki daha ge- çen ekim ayında yapılan docent- lik sınavları için kurulan "Türki- ye Curahuriyeti Tarihi" jürisinde Prof. Mustafa Kafalı'nın yer al- masına olanak vermiş ve kalma- sını uygun görmüştür. Bu konuy- la ilgili olarak Üniversitelerarası Kurul Başkanlığı'na itiraz dilekçe- si yazıldığından da (27 Haziran 1989) bu kurulun, "jürinin mev- zuata uygun olarak kurulduğu... yapılacak bir işlem bulunmadığı" biçimindeki karanndan da habeıli olan YÖK Başkanhğı, bir kopye- si kendilerine yollanan 23 Ekim 1989 tarihli dilekçe üzerine bile sessizliğini korumuş ve Kafalı ye- rine alanın ilgilisi olan üyenin jü- ri dışı kalmasını uzaktan izleme- yi yeğlemiştir. tşin doğrusu odur ki Prof. Ta- neri ve Prof. Kafalı, adları geçen ve geçmeyen öteki yandaşlarla bir- likte "TARİH"in her uzmanlık alanı için başvuran her duzeyde akademisyenin bilim ve yabancı dil sınavı komisyonlarında, lisans üstu tez danışmanlıklarında, öğ- retim yardımcılığına alma ya da öğretim üyeliğine yükseltme ve atama jürilerinde, gerçek uzman- lar bir yanda dururken hep önce- likli olarak yer alageunişlerdir. Bu yalnız anılan kişilerin yönetimde bulunduğu sırada, salt TlTE'yle ilgili olarak değil, DTCF Tarih Bö- lümü, A.Ü. Sosyal Bilimler Ens- titüsu, Üniversitelerarası Kurul ve tüm rektörlükler bakımından da söz konusu olmuş bir durumdur. Bu ekipten olahlann her düzeyde- ki öğretim üyeliğine yükseltilme- lerinin ve atanmalarının da oen- zerlerine göre öncelikli ve çok ko- lay biçimde kotarıldığı gibi... Bunlann tiimünün Türk Tarih Kurumu ya da Atatürk Araştırma Merkezi üyesi olması bir rastlan- tı mıdır? SONUÇ: YÖK ve üniversiteler, alt kuruluşlan olan fakülteler, vüksekokullar ve enstitülerle bir- İikte bir bütündür. Tümü 12 Ey- lül kurumlarıdır. Ankara Üniver- sitesi TİTE'de ortaya çıkan olay, 12 Eylul felsefesi ve amacı doğrul- tusunda, tüm devlet kurumlann- da gerçekleştirilmesi öngörülmüş olan sentezci kadrolaşmanın salt enştitüye özgü olmayan, genelde YÖK'ün çizdiği alanın tümünü kapsayan akademik evresindeki enfeksiyonun ortaya çıkardığı bir çıbanı ya da kokuşma noktasım oluşturmaktadır. BİTTİ
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle