Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMHURİYET/6 DİZİ-RÖPORTAJ 13 OCAK 1990
Erkek, SSCB'de de geleneksel rolünden sıyrılmamış durumda
Sovyetler'de kadın olıııak zorYiyecek maddesi ve tüketim
malı sıkıntısı en fazla Sovyet
kadınını olumsuz etkiliyor,
onun sırtına ek yük bindiriyor.
Pazar çantaları ile oradan oraya
koşan, sıralarda bekleyen ve
yükü eve taşıyan o. Otobüste,
metroda, sokakta kadınların
ellerinde devamlı bir kaç pazar
çantası. Evet, Sovyet kadınının
yaşamı zor, yükü ağır. Ama
kime göre? Hem Sovyet erkeğine hem de Batılı ve hatta kentli, orta
sınıf Uçüncü Dünya kadınlarına göre.
SSCB'de
Moskova'dan
Orta-Asya'ya
DUYGU SEZER-BAZOĞLU
— 3 —
MaJ kıthğı özellikle Moskova'da gözle görülür bo-
yutlardaydı. Kırgızistan ve Tacikistan'da ise tam tersi-
ne bolluk, besin maddesi bolluğu gördürn ve yaşadım.
Oralarda yalnızca Sovyet dönerninde büyük bir özenle
geliştirilmiş başkentleri ziyaret ettiysem de, Moskova-
daki duruma bakıp "Sovyet ekonomisi babyor" diye
alarm (bazılarınca da sevinç) zilleri çalarken ölçüyü ka-
çırmamak gerektiğini düşünüvorum.
Herkesin cildi güzel
9 milyon nüfuslu Moskova gerçekten çok zor bir dö-
nem yaşamakta. Besin maddesi açısından tümüyle dı-
şanya bağunh. Siyasal ve biirokratik belirsizlikler ve çal-
kantılar nedeniyle besin maddesi nakliyaü durakladı mı
zaten bol olmayan sunu (arz) daha da kısıtlaruyor. Bu-
na karşılık çevreme bakıyordum, hiç de açlıktan kıvra-
nan insanlar görrnüyordum. Hatta insanların biraz da
fazla besili olduğunu düşünüyordum Moskova'da. Za-
ten boylu poslu olan Moskovalılar, oldukça da kilolu
duruyorlardı. Kimilerine göre salam, sosis ve süt-krema
gibi yağiı besinleri fazlaca tüketmelerinden kaynakla-
nıyordu bu durum. Metroda bakıyordum da hemen he-
men herkesin cildi güzel, yüzünün rengi sağlıklıydı.
Temizlik terbiyesi
Hemen her yere metro ile gidip geliyorduk. Taksi bul-
mak fevkalade zor bir iş. 2-3 rublelik yola 10 ruble ve-
rirseniz, şoförün sizi alacağmı söyiedi bazı aıkadaşlar.
Tabii, taksilerin çoğu devletin, şoförler de maaşh. Ama
özel taksicilik de almış yürümüş.
Çarhk döneminden kalma neoklasik stili binaların
çoğu ya metro istasyonu ya resmi daire ya da banka (o
da devletin) olmuş. Moskova metrosu her yönüyle şa-
şırtıcı derecede şık, zevkli ve temiz. Her gece hem tren
yollan hem trenter temizlenip yıkanıyormuş. Zaten Mos-
kova'da gördüğüm hemen her yer temiz. Moskovalının
temel bir kent temizliği terbiyesi olduğu kuşkusuz. Met-
ronun temeli 1930-40'larda atılmış. Günde 7 milyon yol-
cu taşıyor. tstasyonlar görkemli avizelerle aydınlatılmış,
duvarlar tablolarla, alçıdan kabartmalarla veya mermer
işleriyle süslü. Her istasyonun susü bir diğerinden farkh.
New York'un yüz karası metrosu ile karsılaştırıldığın-
da Washington'un metrosu "zevkli ve temiz", Londra-
nınkı "idaıe eder", Paris'inki de "hiçten yoktan iyi" de-
dirtir insana genelde. Moskova'nınkine ise yürekten vu-
rulmamak zor. Ve ucuz mu ucur 5 kopek. 1935'ten bu
yana değişmemiş. Metro binasına giriş-çıkışlarda çok
çevik davranmazsanız suratınıza o koca kapıları yiye-
büirsiniz. Önden geçenin kapı tutraa alışkanlığı yok;
millet geçiyor önden, "pat" diye bırakıyor kapıyı ar-
kadan gelenin yüzüne.
Rublenin degeri belirsiz
5 kopekin Türk Lirası karşüığı olan kesin değerini
söylemek zor, çünkü Sovyet para birimi olan ruble, ulus-
lararası konvertibilitesi olmayan bir para. Bir rublede
100 kopek var. Yabancı paralara karşı değeri devletin
kararı ile saptanmış olan yapay bir değer, dünya para
piyasası ve ülkenin ekonomik göstergeleri gibi etkiler-
le oluşan bir değer değil. örneğin, 1 rublenin resmi de-
ğeri ben oradayken yarım Amerikan Doları'ndan biraz
fazlaydı: 60 sentti. Fakat bunun gerçekçi bir değer ol-
madığını yetkililer de dahil herkes biliyordu.
Benden sonra, 1 kasımdan geçerli olmak üzere rub-
lenin değeri yüzde 90 devalüe edildi. Ancak bu resmi
ticari işlemler için değil, turistler için geçerli olan bir
ayarlama. Bundan böyle bir turist 1 dolar başına res-
men 6 rubleden biraz fazla alacak (Ben ise sadece 60
kopek, yani yarım rubleden birazcık fazla alıyordum).
Sovyet ekonomik ve mali sisternlerinin kendine özgü so-
nuçlarından birisi, tabii rublenin bu durumu. Para hiç-
bir zaman piyasasımn istem-sunu (talep-arz) yasaları-
na göre değer kazanıp değer yitiren bir değişim aracı
olarak görülmemiş; gerçek maliyetler hiçbir zaman fı-
yatlara yansıtılmamıs, üretim ve sosyal hizmetler sürekli
olarak devlet tarafından sübvanse edilmiş veya tümüy-
le fınanse edilmiş. Bir yandan rıyatlar son derece dü-
şük tutulurken, öte yandan da tüketim malı sunusu dü-
şük tutularak tüketim kısıtlanınca insanların para ge-
reksinimi de bir balcıma ortadan kalkmış. Ama bu arada
devlet, ağır sanayiini, silah teknolojisini ve silahlı kuv-
vetlerini güçlendirdikçe güçlendirmiş ve tüm mülkiyet
hakkını ve üretilen serveti kendi elinde toplayarak zen-
gin olmuş. Devlete sırtını dayayabilen çıkar gruplan icin-
den bazılan da tabii beraber zengin olmuşlar. Devlete
kimin sırtını dayadığı ise açık! Devletin yönetimine her
düzeyde katılan kirnseler, gruplar.
Kendi içine kapalı ve kendine özgü yapısal kurallan
içinde işleyen bu sistemin parasının bizim anladığımız
Sovyetler Birligi'ndeki kadınlar bütiin giin çalıştıklan gibi, evde de biitün yükü omndamış donımdalar.
ölçükre uymarriası yadırganacak bir durum olmasa ge-
rek. Fakat Gorbaçov'un dünya ekonomisi ile bütün-
leşmeyi öngören dışa açılma girişimleri, eski düşünceleri
ve hesapları altüst etmiş, para ve fıyat politikasını ger-
çekçi olmaya zorlayarak rublenin rahatını kaçtrmış.
Btitçe açığı
Bugün Sovyet vatandaşının elinde, en az 300 milyar
rublelik bir tasarruf olduğu (yani resmi kura göre 500
milyar dolar) tahmin edilmekte. Banka faizleri de son
derece düşük. tşte bu kocaman birikimi yastık altın-
dan çıkarıp devlete gelir kaynağına dönüstürebilmek
için çeşitli parasal ve ekonomik reformlar tartışılıyor.
Bir kısım konutlann özel mülkiyet rejimine bırakılması,
bazı malların fiyatlarında pazar mekanizması uygulan-
ması ciddi ciddi düşünülüyor. Çünkü devletin diğer bir
sorunu da muazzam bir bütçe açığı. Ee, hep devlet har-
camış, sosyal devlet ve bürokrat devlet. Kimse, "geli-
rimize göre harcayalım" gereksinimini duymamış.
Herkes yüklenmiş "devlet baba"ya. Şimdi, harıl hanl
gelir kaynağı aranmakta devlete. Gelir-gider dengesi ku-
rulmaya çalışılmakta. Antik bir muhasebecilikten çağ-
daş muhasebeciliğe geçilmek istenmekte.
Bugün Sovyet ekonomisinin sorunlanndan söz etmek
tüm dünyada moda oldu. Glasnost buna önayak oldu.
Ben ekonomik sorunlann önemli bir de psikolojik
boyutu olduğunu sanıyorum. Bugüne kadar kimse va-
tandaşa, "Sen ne istiyorsun, neyi begeoiyorsnn?" di-
ye sormamış. Onun ne istemesi, neyi beğenmesi
gerektiğine Komünist Partisi ve GOSPLAN'cüar
(GOSPLAN merkezi planlama örgütünün adı) karar
vermişler baştan sona kadar. Füzeden ojeye, köşe ba-
şında tepsilerde satılan sıcak sandviçe kadar merkezi
kararla üretilmiş ve satılmış. Yukandan emirle işleyen
bu ekonomik sistemde vatandaş, inisi>-atif almayı unut-
muş. "Haydi aile isletmeJerine özgttriök" dendiğinde
çok çekingen davranmış, işe nereden girişeceğini bile-
memiş. Gorbaçov özel girişime -bizim anlamımızda ge-
ne de kısıtlı kalan- bazı özgürlükler vermiş olfhasına
karşın fazla bir hareket gözükmemiş vatandaşta. Aile
işletmesi olarak restoran açabilir, açmıyor. Butik aça-
bilir, açmıyor. Pastane açabilir, açmıyor. Paralan var
daha önce değindiğira gibi. Ama deneyimleri yok. Ce-
saretleri yok. Bir de şu var: 70 yıllık sistem kulun kula
çalışması diye bir olayı yok etmiş. Herkes toplurn için
devlete çalışmış. Emeğin ürünü bir veya birkaç patro?
na gitmemiş. Devlete gitmiş ve o da kendi bildiğince
topluma dağıtmış. Ama özel bir restoranda patron-
garson-müşteri ilişkisi bambaşka. Sanınm bir başka ki-
şiye kişi olarak hizmet etme fikri Sovyet insanına epey
yabancı, belki de itici geliyor.
Kısacası, 70 yıün deneyimleri yığınlan öyle yoğur-
muş, bireyleri öyle derinlemesine kendi değer ve alış-
kanlıklan içine sıkıştırmış ki görunürde herkes bir
rahatlama ve kendi özgür iradesi ile bir şeyler yapma
gereksinimi duymakla beraber, eski sistemin alıskan-
lıklanndan kopmamak gibi bir ikilem içinde buluyor-
lar kendilerini.
Yiyecek maddesi ve tüketim malı sıkıntısı görebildi-
ğim kadar en fazla Sovyet kadınını olumsuz etkiliyor,
onun sırtına ek yük bindiriyor. Pazar çantalan ile ora-
dan oraya koşan, sıralarda bekleyen ve yükü eve taşı-
yan o. Otobüste, metroda, sokakta kadınlann ellerinde
devamlı birkaç pazar çantası.
Evet, Sovyet kadınının yaşamı zor, yükü ağır. Ama
kime göre? Hem Sovyet erkeğine hem de Batılı ve hat-
ta kentli, orta sınıf Üçüncü Dünya kadınlarına göre.
Moskova'da nereye baksam kadın işçi görüyordum:
Kremlin'in bahçesinde çiçek ekiyor, Kızıl Meydan'ı yı-
kıyor, inşaal iskelesine çıkmış binanın alçısmı çekiyor.
Otellerde temizlik işçileri de kadındı. Sanki bütün Mos-
kova'yı kadınlar temizliyordu. Otelimin kafetaryasuı-
da yalnızca iki kadın hem servis yapıyor hem bulaşıklan
eldivensiz elleriyle yıkıyor hem de sosisli omlet gibi basit
yemekleri hazırlıyorlardı. Köşe başlarındaki çiçekçiler
de hep yaşlı kadınlardı. Genç kadınlar mağazalarda sa-
tıcıydı. Moskova'nın şahane kırmızı ve mor krizantem-
lerini, güllerini, karanfıllerini satıyorlardı sakin sakin.
Kısacası, Sovyet kadını, genç veya yaşlı demeden çalı-
şıyordu. Meslek sahibi kadın da çoktu... Doktor, raü-
hendis, öğretim üyesi gibi.
Kadınlar işçi olarak veya mesleklerde tüm gün ça-
lıştıklan gibi, evde de yükü onlar taşıyordu. Bu "üerid"
kesimde ve toplumda bile erkek, evde, geleneksel ro-
lünden sıynlmamıştı. Ev işlerinin ve çocuk yetiştirme-
nin sorumluluğunu "çok stvgili haoınuna" yükleme
alışkanlığı devam ediyordu. Aynca çamaşır ve bulaşık
makineli evler parmakla gösterilecek kadar azdı. Za-
ten çarşaflar ve büyük parça giyimler fabrikada temiz-
lenmeye gönderiliyordu az bir ücret karşıhğı. Fakat
ufak çamaşırlar elde yıkanıyordu, kadırun elinde. Reh-
berim Katya'run evinde çamaşır makinesi vardı, fakat
söylediğine göre öyle hantal ve kötü biı şeymiş ki kul-
lanmıyor, elinde yılayormuş çamaşırlannı. Bulaşık ma-
kinesi iyiden iyiye lükstu. Fakat bizim gibi, nehirlerini
ve barajlarmı dolduracak suyu zor bulan bir Ulkede he-
men her eve bir bulaşık makinesi özendiren anlayış ise
savurganlığın da savurganlığıydı.
Kısacası, Sovyet kadını hem çok çalışkan hem de iyi
eğitilıniş bir kadın. Bilim sahiplerinin yüzde 40'ı, en-
düstri mühendislerinin yüzde 50'si ve öğretmen ve dok-
torlann yandan fazlası kadınmış. Parlamentoda
"delege" a-iı verilen milletvekillerinin üçte biri kadan
kadın. Fakat 12 kişilik Politbüro içinde bir tek kadın
üye yok. 8 kişilik yedek üyelerden birisi kadın: Bayan
Aleksandra Paviovna Biryukova.
StHECEK
T U R K I N K I L A P T A R İ H İ E N S T I T U S U
Skandaflar ve ceza davası
Çocuk mahkemeleri, suç işleyen çoculdan cezalandınnak değil,topluma nynmln hale getirmek kazandırmak amacıyla kuruldu. Ancak...
Çocuk mahkemeleri henüz
emekleme çağını yaşıyor
1987 yılında kurulan çocuk mahkemeleri, altyapı yetersizliği,
kadrosuzluk ve kurumların işlerlik kazanmaması gibi nedenlerle
istenilen sonuca ulaşamadı. Bu mahkemelerin af yetkisinin
olmaması, bir avuç leblebi ya da bir elma çalan çocukların bile
fişlenmesine yol açıyor.
GÜNEŞ GÜRSON
ANKARA — Çocuk mahkemelerinde so-
nmlar sürüyor. Altyapının kuruhnamış olma-
sı, kadrolarm yetersizliği, dava sayısmın çok-
luğu, yasada yer alan kurumlann fîilen işler-
lik kazanmaması gibi nedenlerle 1987'de An-
kara, lstanbul, tzmir, Trabzon'da kurulan ço-
cuk mahkemeleri istenilen sonuca ulaşamadı.
Ankara Çocuk Mahkemesi Hâkimi Adnan
Erol 1988 yılının ilk altı ayında 364 olan da-
va sayısımn, bugün 1100'e ulaştığını söyleye-
rek, işlerin yoğunluğundan yakınıyor. Çocuk
mahkemesi yargıçlarına " a F yetkisi verilme-
si isteniyor.
Günde 30 davaya baktığını belirten Erol,
"Avnıpa'da bir hâkim günde 2 davaya bakı-
yor. 30 dosya ile çıküan davada degişik yak-
laşım oluyor, irtibatlar kayboluyor" diye ko-
nuşarak, mahkemenin yükünün giderek art-
tığına dikkat çekiyor.
Bu durumun suçlu çocuklara gösterilmesi
gereken ilginin azalmasına yol açtığını ifade
eden Erol, çocuk mahkemesinin Türk huku-
kunda "benimsenmemiş ve izah edilmemiş
utopik" bir kurum olduğunu öne sürerek, "Sa-
dece mahkeme knrup, uzman tayin etmekle
bn işler yürümez" diyor. Çocuk Mahkemele-
ri Yasasf nın 44. maddesinde öngörülen çocuk
kabul merkezleri, gözlem merkezleri, çocuk-
lara özgü tutukevleri gibi suçlu çocuklann ka-
lacagı ayn birimlerin kurulması gerektiğim ifa-
de eden Erol, "Çocuğun işiyle, çevresiyk, oku-
hıyla meşgnl olabileceği" bir ortam yaratılma-
sının faydalanna işaret ediyor.
Türkiye'deki çocuk mahkemelerinin görev
alanı 11 yaşım bitirmiş, 15 yaşını doldurma-
mış çocukları kapsıyor. 15-18 yaşları arasın-
daki çocukların bu mahkemelerin kapsamı-
na dahil edümemesi, çeşitli tartışmalara yol
açıyor. Konunun uzmanları, suç işleyenlerin
yüzde 80'inin 15-18 yaş grubunda olduğuna
dikkat çekerek, bu çocukların genel mahke-
melerde yargılanmasını "adaletsizlik" olarak
nitelendiriyorlar. Ankara Çocuk Mahkemesi
Hâkimi Adnan Erol ise altyapısı kurulmamış
olan mahkemede dava sayısımn gün geçtikçe
arttığını ifade ederek, "Eger bn çocuklar da
çocuk mahkemesi kapsamına alınırsa, bin
olan dava sayısı 11 bin olur" diyor.
Yalnız Ankara ve ilçelerindeki 11-15 yaşları
arasındaki suçlu çocukların davalarına bakı-
lan Ankara Çocuk Mahkemesi'nde sosyal hiz-
met uzmanı pedagog ve psikologdan oluşan
bir uzman kadrosu görev yapıyor. Çocuğa sa-
dece hukuksal açıdan bakılmaması için, ge-
nel mahkemelerden farklı olarak oluşturulan
uzman kadrosunun görevleri arasında, ince-
leme, denetim ve gözetim raporları düzenle-
yerek, çocuğu suça iten nedenleri araştırmak
da yer alıyor. Uzmanlarca hazırlanan rapor-
lann, yaptırımın seçiminde dikkate alınması
gerekirken, uygulamada bunun böyle olma-
dığı görülüyor. Dava sayısımn çok, maddi im-
kanların ve eleman sayısımn az olması gibi ne-
denlerle, uzmanlar bu raporları hazırlamada
çeşitli güçlüklerle karşılaşıyorlar. Mahkeme-
de görevli uzmanların suçun niteliğine göre ko-
ruyucu annelik, çocuk evleri kurulması gibi
alınması gereken önlemleri önerdiğini anlatan
yetkililer, "Bunlann işlerlik kazanması şu an
için miimkün değil" diyorlar.
"Çocuk mahkemeleri, suç işlemiş olan ço-
cukları cezalandırmak değil, topluma uyum-
lu hale getirmek, yeniden topluma kazandır-
mak amacıyla kuruldu" diyen yetkililer, ka-
nunda yer alan bazı önlemlerin yani sıra, mah-
kemenin yargılama sırasında ve sonrasında ko-
ruyucu müdahale görevinin olduğunu, ama bu
görevini yerine getiremediğini belirtiyorlar.
Yalnızca tutuklu iken değil, tahliye sonrasın-
da da çocuğun yalnız olarak yaşama bırakıl-
maması gerektiğine işaret eden sosyal hizmet
uzmanları ise korumada sürekliliğin tahliye
sonrasım da kapsaması, rehberlik ve destek
nizmetlermin sağlanması gerektiğini ifade edi-
yorlar.
Çocuk Mahkemesi Kanunu'ndaki bir ak-
saklık da hâkime "yargısal aF' yetkisinin ve-
rilmemiş olması. Bu yetkinin hâkimlere veril-
memesi, ilk kez ya da çok suç işleyen çocuk-
ların sabıkalı olmasına ve ileride yaşantısırun
geçmişte aldığı ceza ile olumsuz olarak etki-
lenmesine yol açıyor. "Bir avuç leblebi ya da
bir elma bile çalsa, bu, çocuğun adli siciline
işlenijor. tleride ehliyet almak istese alamıyor,
işe girmek istese iş bulamıyor" diye konuşan
Erol, mahkemeye af yetkisinin verilmesini
istiyor.
"Avnıpa'da suçun niteliğine göre savcının
kendi >etkisini kullanarak, cezayı hâkime yol-
layabiliyor veya baa tedbirler önerebiliyor" di-
yen bir uzman, suç oluşmadan eğitim yoluy-
la ortadan kaldınldığını, eğer suç işlenmişse,
çocuğun "çocuk psikolojisi" konusunda eği-
tilmiş kişilerce sorgulandığını anlatıyor ve Ba-
tı'dan şöyle bir örnek veriyor:
"Bir hâkim, trene taş atma suçu işlejen bir
çocuğa, bu suçtan dolayı, haftanın belli giin-
leri trenin camlanm temizleme cezası veriyor.
Sonımluluk kazanması için."
Prof.Dr. NEJAT KAYMA2
DTCF, T.C tarihi Anabilim
Dalı Başkam
—5—
Boylesine açık ve zevzekçe bir
konuşmanın bandı, ilgili ilgisiz
herkesin elinde dolaşırken kuşku-
suz rektörlüğun ve YÖK'ün ilgisi
ve bilgisi dışında kalmamıştır. Bu-
na karşın, söz konusu makamlar
Köni'ye dokunmamışlardır. Koni,
TİTE Müdürlüğü'nde kaldıktan
başka, DTCF Tarih Bölümu Baş-
kanlığı, T.C. Tarihi Anabilim Dalı
Başkanhğı, rektörlüğe bağlı Ata-
türk Araştırma Merkezi Başkan-
hğı gibi üniversite içi ve çeşitli üni-
versite dışı görevlerini de sürdür-
müştür.
Köni bakımından bunu uygun
gören rektörlük ve YÖK, gerçek-
te, şu soruşturma işleminin en az
hasarla nasıl sonuçlandınlabilece-
ğinin yolunu aramaya koyulmuş-
lardır. Bunun için hukukçu daruş-
manlar işe koşulmuştur. Gorünü-
şe göre raporun, ilgililere hiç ce-
za verilmeden bir yana bırakılması
olanaksız bulunduğu için olabil-
diğince hafıf ceza istemi ve uygu-
laması suretiyle işin geçiştirilme-
si duşünülmüştür. Bu duşünceyle
ele alınan rapor, Rektörlük Hu-
kuk Işleri'nden ve Üniversite Yö-
netim Kurulu'ndan geçirilmiştir.
Konu, disiplin soruşturması açı-
sından eski müdürlere "kınama",
üyelere "uyan" cezası verilmesi,
ceza soruşturması açısından so-
ruşturmacıların önerdiği suçlama-
nın komnması biçiminde karara
bağlanmıştır. Söz konusu disiplin
cezaları, biri dışında, zaman aşı-
mı gerekçesiyle YÖK'çe kaldırıl-
mıştır. Yalnız Hasan Köni'nin
"uyan" cezası, zamanında itiraz
etmediği için yerinde kalmıştır. Ne
var ki dosya Danıştay 2. Dairesi-
ne gidince, evdeki hesaplann çar-
şıya uymadığı görüJmüştür. Bilin-
diği gibi, 2. Daire üniversitenin
öngordüğu "görev ihmali"suçla-
malarını, Kafalı'nınki gibi "göre-
vi kötüye kullanma" biçimine çe-
virerek ceza davası açılmasını is-
temiş ve ölen Prof. Bahattin Ogel
ile kısa süre görev yapan Doç. Az-
mi Süslü'yu liste dışına çıkarmış-
tır. Ankara 3. Asliye Ceza Mah-
kemesi'nde açılan davanın 1 Ka-
sım 1989 günü yapılan ilk duruş-
masındaysa, suçlama "belge
sahteciliği" biçimine dönüştürüle-
rek dava Ağır Ceza Mahkemesi-
negönderilmiştir. 18 aralık tanhlı
duruşmada 6. Ağır Ceza Mahke-
mesi de güvensizlik kararı verdi-
ğinden dava Yargıtay'a intikal et-
miştir. TİTE'nin çamaşırları bu
kez de bu düzeydeki yargı önüne
dökülecektir.
Durum bu iken, Hasan Köni
TtTE Müdürlüğü'nde, Mustafa
Kafah ise DTCF Genel Türk Ta-
rihi Anabilim Dalı Başkanlığı'nda
hâlâ durmakta, Ankara Üniversi-
tesi Rektörü Prof. Necdet Serin ve
DTCF Dekanı Prof. Rüçhan Ank,
durumu yurtiçinden ve —
sık sık bulunduklan yurtdışmdan
izlemekle yetinmektedirler. Sayın
rektör, gene tek suçlu olarak Ne-
cip Hablemitoğlu'nu görür, 15.
soruşturmayı açar ve enstitünun
bir docentlik kadrosunu da bu kez
Faruk Sükan'ın damadı Ünsal
Yavuz'la doldururken, basına
verdiği gerçekdışı ve çelişkili be-
yanlarla hatırhlan, gözdeleri ko-
rumaya, Hasan Köni'yi kurtar-
maya ve temelde kendini aklama-
ya çalışmaktadır.
la, enstitü müdürlüğüne ve rektör-
lüğe yazılıp bilgi için YÖK'e de
yollanan ve içinde usulsüzlükler-
den yakınıldığı gibi TİTE'nin bu-
gün kamuoyunca bilinen ve yargı
önüne gelmiş bulunan durumun-
dan da genişçe söz edilen dilekçe-
leri anımsatır. Bu dilekçelerin ne-
den gerektiği gibi yamtlanmadığı-
nı, yapılan ağır suçlamalaıın ni-
çin ve nasıl sineye çekilmiş oldu-
ğunu sorar. (8 Temmuz ve 9 Ağus-
tos 1988 tarihli dilekçeler,
11.8.1988 gün ve 13134 sayılı rek-
törlük yazısı, 3 Ekim ve 11 Ekim
1988 tarihli dilekçeler, 5 Ekim
1988 gün ve 1708 sayılı, 18 Ekim
1988 gün ve 1773 sayıh TİTE Md.
yanları. Ayrıca 16 Ağustos 1988
tarihli dilekçe).
Sayın rektör ne yapsa, TİTE ba- Sayın rektör gibi, YÖK'ün sa-
JL \J JX. ve üniversiteler, alt
kuruluşlan olan fakülteler,
vüksekokullar ve enstitülerle birlikte
bir bütündür. Tümü 12.Eylül
kurumlandır. Ankara Uniyersitesi
Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde
ortaya çıkan olay, 12 Eylül felsefesi ve
amacı doğrultusunda, tüm devlet
kurumlannda gerçekleştirilmesi
öngörülmüş olan sentezci
kadrolaşmanın, salt.enstitüye özgü
olmayan, genelde YÖK'ün altını
çizdigi alanın tümünü kapsayan
akademik evresindeki enıeksiyonun
ortaya çıkardığı bir kokuşma
noktasım oluşturmaktadır.
kımından kendini aklayamaz.
Kimseyi de korumayı ve kurtar-
mayı başaramaz. Eninde sonun-
da gerçek ortaya dökülür. Örne-
ğin, birisi çıkıp kendilerine, ülkü-
cü öğrenci Selâhattin Özçelik'in
doktora smavında, "Donanma
Cemiyeti" adlı tez ve alanla ilgili
hiçbir çalışması olmadığı halde tez
danışmanlığı yapan Prof. Musta-
fa Kafalı'nın ve jüri üyesi seçilen
Doç. Necmi Ülker'in bilimsel açı-
dan tam anlamıyla "bomboş"
olan raporlarının geçerliliğini sağ-
lamak için formaliyete sığınarak
alanın uzmanı olan uyeyi jüriden
dışlamakta enstitü yönetimine na-
sıl yardımcı olduğunu ve gerek bu
olay dolayısıyla, gerekse Salih Öz-
kan adlı doktora öğrencisine tez
danışmam seçilmesi sırasındaki
kasıtlı uygusuz işlemler dolavısıv-
yın başkanı da, TITE'deki skan-
dal gelişmelerden hiç bilgisi yok-
muşçasına, konu ceza davasıyken
ağır ceza davasına dönuşünce ve
saruklar adliye koridorlarında bir
olaya yol açınça, uyanmış, telaş-
lanmış, basına, —sanki Ankara
Üniversitesi'nin verdiği disiplin ce-
zalarını dun kaldıran YOK değil-
miş gibi— ilgililer hakkmda disip-
lin soruşturması açılması istediği
yolunda açıklama yapmıştır. Bu-
nunla basını uyutmak ve içeride
çıkış yolu aramak için zaman ka-
zanmak istemiştir. Nasıl ki bu
açıklamanın üzerinden on gün bi-
le geçmeden YÖK Denetleme Ku-
rulu'nun, ağır cezaya intikal etmiş
bir konuyla ilgili olarak soruştur-
ma açılamayacağı kararına vardığı
duyulmuştur. Beklcnebileceği gi-
bi bu kararla ilgili bir açıklama
yapılmamıştır.
O YÖK Başkanhğı ki daha ge-
çen ekim ayında yapılan docent-
lik sınavları için kurulan "Türki-
ye Curahuriyeti Tarihi" jürisinde
Prof. Mustafa Kafalı'nın yer al-
masına olanak vermiş ve kalma-
sını uygun görmüştür. Bu konuy-
la ilgili olarak Üniversitelerarası
Kurul Başkanlığı'na itiraz dilekçe-
si yazıldığından da (27 Haziran
1989) bu kurulun, "jürinin mev-
zuata uygun olarak kurulduğu...
yapılacak bir işlem bulunmadığı"
biçimindeki karanndan da habeıli
olan YÖK Başkanhğı, bir kopye-
si kendilerine yollanan 23 Ekim
1989 tarihli dilekçe üzerine bile
sessizliğini korumuş ve Kafalı ye-
rine alanın ilgilisi olan üyenin jü-
ri dışı kalmasını uzaktan izleme-
yi yeğlemiştir.
tşin doğrusu odur ki Prof. Ta-
neri ve Prof. Kafalı, adları geçen
ve geçmeyen öteki yandaşlarla bir-
likte "TARİH"in her uzmanlık
alanı için başvuran her duzeyde
akademisyenin bilim ve yabancı
dil sınavı komisyonlarında, lisans
üstu tez danışmanlıklarında, öğ-
retim yardımcılığına alma ya da
öğretim üyeliğine yükseltme ve
atama jürilerinde, gerçek uzman-
lar bir yanda dururken hep önce-
likli olarak yer alageunişlerdir. Bu
yalnız anılan kişilerin yönetimde
bulunduğu sırada, salt TlTE'yle
ilgili olarak değil, DTCF Tarih Bö-
lümü, A.Ü. Sosyal Bilimler Ens-
titüsu, Üniversitelerarası Kurul ve
tüm rektörlükler bakımından da
söz konusu olmuş bir durumdur.
Bu ekipten olahlann her düzeyde-
ki öğretim üyeliğine yükseltilme-
lerinin ve atanmalarının da oen-
zerlerine göre öncelikli ve çok ko-
lay biçimde kotarıldığı gibi...
Bunlann tiimünün Türk Tarih
Kurumu ya da Atatürk Araştırma
Merkezi üyesi olması bir rastlan-
tı mıdır?
SONUÇ: YÖK ve üniversiteler,
alt kuruluşlan olan fakülteler,
vüksekokullar ve enstitülerle bir-
İikte bir bütündür. Tümü 12 Ey-
lül kurumlarıdır. Ankara Üniver-
sitesi TİTE'de ortaya çıkan olay,
12 Eylul felsefesi ve amacı doğrul-
tusunda, tüm devlet kurumlann-
da gerçekleştirilmesi öngörülmüş
olan sentezci kadrolaşmanın salt
enştitüye özgü olmayan, genelde
YÖK'ün çizdiği alanın tümünü
kapsayan akademik evresindeki
enfeksiyonun ortaya çıkardığı bir
çıbanı ya da kokuşma noktasım
oluşturmaktadır.
BİTTİ