16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
12 ARALIK 1985 CUMHURİYET/11 Müziğini beğendirmek, ya da acındırmak için büinmedik yollara başvurmadı Mozart 'insan'ı yüceltmek ister 5 usburg, Mozart'lann dede ocağı. Babasının doğum yeri. Orada yakınları var. Ne var ki bu kent, ilerlemek isteyen genç bir besteciye gelecek hazırlama bakımından yeterli değil. Orada dostlanyla müzik yapıyor, hoş vakit geçiriyor, arada amcasının kızı ile bir hayii flört ediyor. Ausburg'dan halasına yazdığı mektupları okuyunca Leopold kuşkulamyor. Oğlu bu kızla evlenmek mi istiyor yoksa? Her zaman oğlunun üstüne titreyen, uzaktan da olsa onu yönetmeyi bir an bırakmayan Leopold derhal kaleme sarıhp sakın böyle bir ışe kalkışmaması için arka arkaya uyarı mektupları döktürüyor. Oysa Wolfgang'ın Mannheim'e geldikten sonra amca kızına yazdığı mektuplar işin içinde ciddi bir aşktan çok eğlenceli bir flört izlenimi veriyor. özel yaşamında Mozart'ın sık sık laubaliliktcn, esprisiz, kaba şakalardan hoşlandığmı biliyoruz. Amca kızına yazdığı mektuplarda bu konuda edep sınınnın son basamaklarına varıldığını görüyoruz. Bu mektuplar erotik mi, değil; portıografik mi, o da değil. Hepsinden de beter, iğrençliğe varan bir çıplaklıkla okuyanın midesini bulandıracak denli kaba. A Dostum Mozart Haydn için klasik müziğin en belirgin yaratıcılarından biri, Beethoven 7 muştulayan bir dahidir, diyor günümüz müzikologlan. Zaten Mozart da çocukluğundan bu yana Baba . Haydn 'a büyük saygı ve hayranlık . , •• ta. Wagner'i Götterdenne Rung'la ilk dinlediğimde büyük bir düş kırıklığına uğradım. Ya bu adam deli, ya da benim müzik kültürüm çok yetersiz, diye düşündüm. Doğru olan kuşkusuz ikilemin ikinci bölümüydü. O zaman verdim kendimi Wagner'e. Wagner ve Strauss müziğinin tadı Bir, iki, üç, derse gider gibi her Wagner operasında saatlerce sabırla Alman romantizminin büyük ustasını anlamaya çalıştım. Arkadan bunlara Richard Strauss da katıldı. Sonunda az çok başanlı oldum sanınm. Sanınm diyorum, çünkü Wagner ve Strauss müziğinden tat alabilmem için bugün de canımın bu tür müziği çekmesi gerek. Yoksa her zaman dikkatimi uyanık tutmak, tüm varhğımla Wagner'i dinlemek olanağını bulamıyorum. Özellikle Wagner hayranlannın onca sevdikleri Tristan ve Izolde'yi dinlerken (Eğer günümde değilsem) içime bir kasvet basar, bir canım sıkılır ki, nerede ise salondan çıkıp sokağa fırlamak krizleri geçiririm. Mozart öyle mi ya? Çocukluğunda yazdığı en basit sonatlanndan en olgun yapıtlarına dek onda her zaman insana dostça seslenen, insanı yüceltmeve ca Bu mektuplan inceleyen romantik Mozan'çılardan hiçbiri "Bizim Tanrısal bestecimizi kamuoyuna bu görüntü ile yansıtamayıı" düşüncesine kapıldıklan için mektupların o bölümünü es geçmişlerdir. özellikle "Bizety" diye andığı amca kızına yazılmış bu mektuplar adam akıllı sansürden geçmiştir. tlk olarak ünlü romancı Stefan Zweig, bu romantik sanat anlayışına karşı çıkıyor. Gündelik yaşamındaki kimi bayağılıklar, Mozart'ın büyuklüğüne gölge düşürmez elbet; olsa olsa bu yaratıcıyı daha iyi anlamaya yardım eder. Müzikte olsun, başka sanat dallarında olsun, yarattığı eserlere ters düşen bir yasam sürmüş, kabalıkları ile ün salmış başkaları yok mu? O halde Mozart'ın üsrün sanatına ters düşen bayağılıkları, saçmalıklan, kimi çocuksu budalalıkları neden saklamalı, örtbas etmeü?.. 1930 yılında yüksek öğrenimimi yapmak üzere Viyana'ya gittiğim zaman bütün dünya 1929 ekonomik bunalımını yaşıyordu. O arada Avusturya da payına düşen yükün ağırbğı altında eziliyor, SaintGermaine banş antlaşmasının zorladığı koşullar yüzünden öteki ülkelere kıyasla belki daha da büyük sıkıntılara katlanmak zorunda kahyordu. Ben, bizim ülkemizi Avnıpa'nın ekonomi açısmdan en geri kalmışı sanırdım. HerhaJde öyle idi. Ne var ki bizde yalınayak köylü Mozart m Haydn a ıthaf ettığı 6 kuartet t Çocukluğunda yazdığı en basit sonatlanndan en olgun yapıtlarına dek Mozart'ta her zaman insana dostça seslenen, insanı yüceltmeye çalışan bir çaba vardır. Mozart beğendirmek, ya da acındırmak için bilinmedik yolları denemez. .. , .. . , .. , .. , . t müksek öğrenim için gittiğim Viyana'da Siyasal Bilgiler Fakültesi 'ne yazüdım. Viyana 'ya gitmemin görünürdeki nedeni bir yabancı dil daha öğrenmek isteğiydi. Ama gerçek neden kuşkusuz Mozart'a yaklaşmak, onun dilini konuşabilmek, onun yaşadığı kentte yaşamak, onun müziğine daha bir yaklaşmak, onu daha iyi tanımaya çalışmaktı. yurttaşlar çoğunlukta olduğu halde çöp tenekelerinde yiyecek arayanlara hiç rastlanmazdı. Mozart'a yaklaşmak Viyana'da ise yamalı da olsa, yırtık da olsa temiz giyimli, kravatlı dilenciler adım başında görülüyordu. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne yazıldırn. Yüksek öğrenim için Viyana'yı seçmemin nedenini okurlanm elbette çabucak anlamışlardır. Görünürdeki neden bir yabancı dil daha öğrenmek isteğiydi. Ama gerçek neden kuşkusuz Mozart'a yaklaşmak, onun dilini konuşabilmek, onun yaşadığı kentte yaşamak, onun müziğine daha bir yaklaşmak, onu daha iyi tanımaya çalışmaktı. Bunları ne derece başarabildim, kesin bir yargıya vardığımı söyleyemeyeceğim. Ama o kentte bulunduğum sürece çok mutlu olduğumu, bir yandan Mozart'a yaklaşırken öte yandan yaşamımın bana yön veren en güzel rastlantısına orada kavuştuğumu açıklayabilirim. Almanca öğrenebilmek için bir yıllık üniversite öğrenimimi yitirmeyi göze almıştım. Mariahilfer caddesinde evlerine pansiyoner olduğum ailenin büyük kızından Almanca dersi ahyor, çabuk da ilerliyordum. Aynca Viyana Filarmoni orkestrasımn ikinci kemancısı Müller'le birlikte kemana çahşıyordum. Bu yaşhca hoca ayrıca o zaman pek sevilen ünlü Rose dörtlüsünde de ikinci keman çalıyordu. Bana klasik Viyana keman okulunun yay tekniğini öğretmeye çahştı. İşe gamlarla başlayacaktım. Ağır çal, diyordu hocam, yayın tabanından yukarıya doğru bir çekişte, önce bir oktav, sonra iki oktav, üç oktav, dört oktav çık. Sonra yukarıdan aşağıya 'doğru ağır ağır in. Bu yöntemle ellerin titremeyecek, yaya egemenliğin artacak, parmakların uyuşmayacak. Pekiyi hocam, ne kadar sürecek bu egzersizler? Ömrun boyunca yapacaksın. Keraan edebiyatının en ttst düzeyine ulaşan artistler bile çalışmaya başlarken çeşitli tonalitede bu gamları yaparlar! Bir de keman çalarken ayağımla tempo tutmamı yasakladı. " T e m p o insanın ayağında değil, kafasındadır" derdi. da yirmiyi geçmişti. Vücut kasları geliştikten sonra keman gibi bir saz üzerinde ilerlemek olanaksızdı. Bunu ilk kez Atatürk'ten duymuştum. Hem o zaman ancak on sekizindeydim. Büyükada Yat Kulübü'nde bir vesileyle beni yanına çağırtan Atatürk, masada bulunan hanımlardan birinin benim için "kemana meraklı" demesi üzerine, Bak çocugum, keman çalmak çocuk oyuncagı degildir. Başarı için çok erken başlamak ve yıllarca çalışmak gerekir. Sen geç kalmışsm. Bu işi bıraksan da mütefekkir (duşünür) olmaya baksan daha iyi • edersin! demişti. Atatürk'ün önerisini ne derece yerine getirebildim, ama o günden başlayarak kemanda profesyoneUik savından bütün bütün vazgeçtiğimi söyleyebilirim. Yalmz amatörlüğümü sürdürebilmek için konservatuvardan yararlanamaz mıydım? Bunu da Viyana'da tanıdığım Avusturyalı besteci ve konservaruvardan bildiğim armoni öğretmeni Prof. Joseph Marx'dan öğrendim. (Aman Tannm, sakın Karl Marx'la kanştırmayın.) O sıralar Viyana'da kompozisyona çalışan iki Türk genci vardı: Hasan Ferit AJnar ve Necfl Kizım Akses. Almancayı elden geldiğince çabuk öğreneyim diye Türklerle pek buluşmazdım, ama Hasan Ferit'i de Necil Kâzım'ı da arada bir görürdüm. Atatürk döneminde kurulan Ankara Konservatuvan'nı düzenlemek amacı ile Prof. Marx'ın Türkiye'ye gelmesini sanınm onlar sağlamışlardı. Profesörle nerede nasıl tanıştığımı şim beslerdı. 1780'de tamamladığı en güzel dörtlülerden altısını ona adamış değil miydi? Haydn da çağın en büyük bestecisi olarak onu tanıdığını Leopold Mozart'a yazdığı bir mektupta açıkça belirtmemiş miydi? İki usta MOZART VE HA YDN Barok sonrası günümüze kalan büyük bestecilerden biri de Mozart'arasında bir ayrım varsa o da özellikle keman tan yıllarca önce doğup yıllarca sonra ölen Haydn'dır. Salzburg'daki Mozart Müzesi'nde bulunan BenedettVnin bu gravüründe Mozart ve Haydn birlikte görülüyorlar. piyano sonatlannda Haydn 'ın arasında daha üzerinde oyalanmak canımı sıkıyordu. Yaşım di anımsamıyorum, ama Viyana'da onunla arada bir şır neşir olmayı sürdürdüm. dengeli bir yol bulmuş olmasıdır. gamlar buluşur, Ring caddesinde bir süre yürüyüş yapardık. Marx oldukça şişman, genellikle ytımuşak huylu, neşeli bir adamdı. Müzik Verein salonunda verilen bir konserde bir serenadını dinlemiştim. Hugo WolPun, Arnold Schönberg'tn izleyicilerindendi. Boğazına fazlaca düşkündü. Birlikte yürürken, olur olmaz yerlerde bir pastane görünce "bir dakika" der durur, eli t jJMozart kemanpiyano arasındaki diyaloğu daima göz önünde îutar. Hete son kemanpiyano sonatlarını dinlerken, bunların XIX. yüzyıh hazırladığını sanırız. Sonatlanndan kimileri adeta Beethoven'e el salhyor, "İşte geliyor" der gibidir. ne dükkândan aldığı pastayı yiyerek yola devam ederdi. Bir gün yine böyle bir yürüyüş sırasında kendisine bir danışayım dedim. Amatör kemancı olduğumu biliyordu. Konservatuara yazılabilir miydim, kemanımı ilerletmeme yararı olur muydu? Aman vazgeç. Çok zordur, yapamazsın! dedi. Bu iş de böylece bitti. Ben yine eskisi gibi kısa gam egzersizleri ile yetinerek sevdiğim keman parçalarının güç yanlanna boş verip melodi bölümleriyle ha Atatürk: Keman için geç kalmışsm. Mütefekkir ol! Bense tembeldim, sabırsızdım. Sevdiğim bir konçertoaun hoşuma giden pasajlannı işletnek varken bu *** lstanbul'a kıyasla Viyana benim için sanki bir mü13 yaşımdayken, Büyükada zik cenneti idi. İki operası, iki de mükemmel orkestrası vardı. Ayrıca oda müziği yapan profesyonel, Yat Kulübü'nde bir vesile ile amatör topluluklar sık sık konserler verir, yerli yabeni yanına çağırtan Atatürk bancı solistlerin resitallerini dinlemek olanağı her za * "kemana meraklı" olduğumu man bulunurdu. Ama sonradan öğrendiğime göre 1929 ekonomik bunahmı Viyana'yı her alanda oldu duyunca, "Bak çocuğum, keman ğu gibi müzik alanında çok sarsmıştı. Elimden geldiçalmak çocuk oyuncagı değildir. ği ölçüde konserleri, resitalleri kaçırmamaya çalışırken bu kısırhğı sezemiyordum. Hâlâ fırsat buldukça Başarı için çok erken başlamak ve Viyans'ya giderim. Orada sürekli bulunduğum yıl yıllarca çalışmak gerekir. Sen geç lar boyunca Mozan'ın başlıca operalarını ezberlerkalmışsm. Bu işi bıraksan da cesine izledim. Selim Paşa'nın İspanyol dönmesi olduğunu orada öğrendim. Figaro'nun Düğünü'nü oramütefekkir (düşünür) olmaya baksan da gördüm. daha iyi edersin" demişti. Beaumarchais'nin piyesi krallık Fransasında yasaklanmıştı. Elbette İmparatorluk Avusturyasında da oynanamazdı. Mozart bunu operaya uyarlamak iste>in ranlık beslerdi. 1780'de tamamladığı en güzel dörtlülerden altısını ona adamış değil miydi? Haydn da ce güfte yazıcısı Daponte "Aman sakın h a ! " diye itiçağın en büyük bestecisi olarak onu tanıdığını Leoraz etmiş, Mozart'ın "Korkma, politik yanlarını pold Mozart'a yazdığı bir mektupta açıkça belirtmeçıkannz" demesi üzerine yapıtı İtalyancaya çevirmiş, miş miydi? Figaro, Kaiser'in buyruğu üzerine sahneye konmuş, büyük beğeni kazanmıştı. Bunun gibi Don Giovanni'yi de Cosi Fan Tutta'yı, Sihirli Flüt'ü de Viyana' Mozart, Beethoven'e adeta el sallar da defalarca seyretmek olanağını buldum. Ne var ki tki usta arasında bir ayrım varsa o da özellikle Mozart ve Verdi dışında opera müziğinden pek zevk alamıyordum. (Hâlâ öyleyim.) Beethoven'in tek ope kemanpiyano sonatlannda Haydn'ın daha tutuc'u, rası Fidelyo'yu saymıyorum; o tek başma bir pırlan Mozart'ın ise daha renkli, iki saz arasında daha dengeli bir yol bulmuş olmasıdır. Haydn'ın kemanpiyano sonatlannda başlıca rolü hep piyano yüklenir. Keman sanki süs olsun diye piyanoya eşlik eder. Onun için çağımızda bu sonatlara konser programlarında hemen pek yer verilmez. Oysa Mozart'ta durum başkadır. O kemanla piyano arasında bir diyalog olması gereken bu noktayı daima göz önünde tutar. Hele son kemanpiyano sonatlarını dinlerken bunların da XIX. yüzyılı hazırladığını sanırız. Sonatlanndan kimileri adeta Beethoven'e el salhyor, "İşte geliyor" der gibidir. 24 opera yazdığı söylenen Haydn'ın bir eksik yanı da bu yapıtlardan kaçının günümüze kaldığıdır. Die Schöpfung (Yaradılış) ve Jahreszeiten (MevsimJer) adını taşıyan iki oratoryosu bugün de konser salonlarımn baş tacı iseler de operalarından pek az söz edilir, kimilerinin ise nerelerde saklı olduğu bile bilinmez. Acaba elde bulunanların fazla bir değer taşımadığı için mi bunlar üzerine durulmuyor, kim bilir? Bir festival sırasında Haydn imzalı bir perdelik Der Apotheke adında müzikli bir komedisini görmüş, sevmiştim. Arkası ne oldu, bilemem. Belki de Prens Esterhazi hizmetinde, FİGAROSUK DüĞÜNÜ Beaumarcuzun yıllar büyük kentlerden uzak yaşadığı için bu hais'nin "Figaro'nun Düğünü" piyesi tür sonat çalışmalarıyla ilgilenme olanağı bulamamışkrallık Fransasında yasaklanmıstı. Elbettır, yoksa Haydn çok çalışkan bir adamdı. Yüzün üste imparatorluk A vusturyasında da oynatünde senfoni, yaylı sazlar dörtlüsü, sayısu kilise munamazdı. Mozart bunu operaya uyarlamak sikisi bestelemiştir. Daha çok iyimser, neşeli bir kaisteyince güfte yazıcısı Daponte "Aman sarakter taşıyan bu yapıtlar bugün de konser programkın ha!" diye itiraz etmiş, Mozart'ın larında layık olduklan ve hak ettikleri yeri korurlar. "Korkma, politik yanlarını çıkannz" demesi üzerine yapıtı İtalyancaya çevirmiş, Figaro, Kaiser'in buyruğu üzerine sahneye konmuş büyük beğeni kazanmıştı. Yanda 9 Figaro 'nunDüğünü operasını gösteren iki gravür. Üstte ünlü güfte yazarı Daponte. lışan bir çaba vardır. Mozart, beğendirmek ya da acındırmak için bilinmedik yollan denemez. O, XVIII. yüzyıhn ikinci yarısını en iyi temsil eden bestecilerin en olgunlanndan biri, belki de en olgunudur. Mozart, tek başma bir okul, bir üslup yaratmaya kalkmamıştır. Barok sonrası klasik çağda dış görünüşü ile onun gibi beste yapan yüzlerce müzisyen vardı. Bugün bunlardan günümüze pek az kalmışsa elbette bir nedeni olmalıdır. Onlardan biri kuşkusuz Joseph Haydn'dır. Mozart'tan yıllarca önce doğup, yıllarca sonra ölen bu büyük adam da yaşamı boyunca sayısız yapıt vermiş, senfonileri ile, kilise besteleri, yaylı sazlar dörtlüleriyle bugün de parlak yaşamını sürdürmektedir. Haydn için klasik müziğin en belirgin yaratıcılanndan biri, Beethoven'i muştulayan bir dahidir, diyor günümüz müzikologları. Zaten Mozart da çocukluğundan bu yana Baba Haydn'a büyük saygı ve hay YARII^: Goethe: O Tanrı nın bir mucizesidir Danimarka'mn onayı son saniyede geldî (Baştarafı 1. Sayfada) miyorlardı. îkiye bölünmüşlercii. Bir grup, "Bu iş artık bitti" diye düşünüyor, diğer grup ise ihtiyatı elden bırakmayıp "TeTgrafı görmcden inanmayız" diyorlardı. Aİüaşmanın sağlanabilmesi için şikâyetçi beş ülkeden her birinin onayı zorunluydu. Kamuoyu baskısı nedeniyle şikâyetçi ülkelerden biri, orneğin Danimarka ve Norveç son anda uzlaşmadan vazgeçerlerse bir >ılı aşkın silren müzakereler boşa çıkacak, yeniden en baştaki noktaya donülecekti. Dostane çözüme ilk yaklaşan Hollanda ile daha sonra bu Ulkeye katılan İsveç'ten bir sarpriz beklenmiyordu. Fransa Cumhurbaşkanı Minerraod'ın hafta onasında Lüksemburg'daki AET zirvesinde Ermeni soykırımı iddialannın gündeme ahnmasını önermesi, her ne kadar " v a h i m " karşılansa da Ankara'da uziaşmaya onay verdiği şeklinde değerlendirilmişti. Bir diplomata göre, "Mitterrand bir hafta sonra açıklanacak dostane çözümün yaralacagı lepkUeri dengelemek için de Ermeoilere bu çiçefi uzatmış olabilirdi. Türkiye'ji bu kadar karşısına atdığı hareketi, bir başka olayla dengelemek isteyecekti." Aynı diplomat, " Mitterrand'ın girişimine siniriendik, ancak Strasbourg'a, komisyona yeşil ışığı yaklıgı mesajını da aldık" diye ekledi. İş, Norveç ve Daniraarka'ya kalmıştı. Danimarka, AET'de dostane çözüme engellerneyi yapan iki ülkeden biriydi. Dostane çözüm görüşmelerüıde de işi sürekli yokuşa sürmüştü. Norveç hükümeti ise uziaşmaya karşı değildi. Ancak, özellikle sendikaların baskısından çekinmekte ve bir türlü karara varamamaktaydı. NORVEÇ TEN GELEN KRİPTO Cuma günü akşama doğru Tür kiye'nin Oslo Büyükelçisi Şefik Fenmen'den gelen bir kripto, yüreklere su serpti adeta. Türk Büyükelçisi Dışişlerine çağrılmış ve kendisine Norveç'in anlaşma taslağını benimsediği ve olurunu Strasbourg'daki Avrupa İnsan Haklan Komisyonu'na ilettiği bildirilmişti. Norveç de düşünce, geriye bir ülke kahyordu: Danimarka... Halefoğlu cuma günü "Bu iş herhalde baOoktu" düşüncesiyle Bakanhktan aynldı. Ancak yine de içi rahat etmedi. Bütün gelişmeler olüınlu yöndeydi. Ama ya son anda Danimarka yan çizerse ne olurdu? Cuma günü Strasbourg'dan kesin sonuca ilişkin herhangi bir haber gelmedi. TELEFONLA GELEN MESAJ Halefoğlu ve ekibi, cumartesi sabahı erkenden Bakanlığa geldiler. İşte bu saatlerde Strasbourg'da Türkiye'nin Avrupa Konseyi nezdindeki daimi delegesi Filiz Dinçmen, tnsan Haklan Komisyonu'na çağrılıyor ve kendisine dostane çözüme ilişkin beş Ulkenin de mutabakatını iletüg] bildiriliyor ve "Hayırb olsun" deniliyordu. Türkiye'nin tek kadın büyükelçisi Filiz Dinçmen, hemen telefona sarıhp Dışişlerini arıyordu. Dinçmen gelişmeyi ilgili daireye veriyor ve haber buradan da Dışişleri Bakaru Vahit Halefoğlu'na iletiliyordu. Dışişleri bakanı artık derin bir nefes alabilirdi. Halefoğlu'na kalsa kendi deyişiyle bu "diplomatik zafer"i hemen basına açıklayacaktı. Ancak komisyon, bildirimi yaparken, açıklamanın pazartesi gunu Strasbourg ve Ankara'da aynı saaıte yapılmasını şart koşmuştu. Vahit Halefoğlu, sevinmekte hakk olabilirdi. Çünkü ortaya çıkan sonuç büyük ölçüde kendi eseri sayılırdı. Bakanlık koltuğuna oturduğunda TürkiyeAvrupa ilişkilerini kötü bir durumda devralmıştı. İlk katüdığı uluslararası toplanlı olan lsveç'teki Avrupa Silahsızlanma Konferansı'nda Avrupalı meslektaşlanndan demokrasi ve insan haklan konularında "yalnızca eleşüri" duymuştu. Avrupa ile Uişkilerin düzelmesi isteniyorsa, öncelikle Avrupa İnsan Haklan Komisyonu'ndaki başvuru, bir şekilde çözüme bağlanmalıydı. Bunun sağlayacagı psikolojik etkiyle ilişkilerde "açılma" sağlanabilirdi. İnatlaşmaya gidildiği takdirde komisyonun açtığı dava, "mahkumiyet" aşamasına kadar gidebilir, bu da Türkiye'nin Avrupa'da zaten olumsuz olan görüntüsünü daha da vahimleştirmekten öte bir işe yaramazdı. O zaman ne yapıp yapıp "dostane bir çözüm" zorlanmahydı. Halefoğlu, işte bu düşünceyi daha 1984 oeak ayında Stockholm'de görüştüğü Avrupalı bakanlara açtı. EKO.NOMtK SİLAH DEVREDE Şikâyetçi beşleri "dostane çözüm" e çekmek için bütün silahlar kullanılmalıydı. Bir yandan diplomaıik kanallardan ikna yöntemine girilirken, diğer yandan da "ekonomik silah"a basvuruldu. Şikâyetçi ulkeler. açılan milyarlık projelere ilişkin ihalelere sokulmayacaktı. Bu ekonomik ambargo, şikâyetçilerin bir bölümünü "acıtmaya" ve sonuçlarını vermeye başladı. Turkiye gibi her gün yeni ihaleler açılan cazip bir pazarı Avrupalılar göz ardı edemezlerdi. GEÇMİŞLE GELECEĞİN FARKI Halefoğlu, şikâyetçi beşlere ayrıca şu mesajı vermekteydi: "Başvuruya konu edilen olaylar 198082 yıllan arasında olağanüstü bir dönemde meydana gelmiştir. Biz seçimJe gelmiş bir hükümetiz, demokratikleşme suretı doğnıltusunda büyük mesafe kaletlik. Eğer bu süreee katkıda bulunmak istiyorsanız. dostane çöziimü bcnimsemeniz gerekir. Davada ısraıiı olduğunuz takdirde, bir sonuca ulaşamazsınız." Beş ülke, süren olumsuzluklara rağmen Türkiye'de eskiye kıyasla önemli bir dönüşümün meydana geldiğini yadsımıyordu. Türkiye'yi "geçmişinden dolayı mahkum etmek" yerine "gelecegi iyileşlirmek" duşüncesı bcş ülke hükümeti nezdinde ağırlık kazanınca, dostane çözüm görüşmeleri de başladı. Halefoğlu'nun ovsıane çözüm için yalnızca şikâyetçi beşleri değil, Tür kiye'deki üst makamlan da ikna etmesi gerekmekteydi. Başından sonuna olayın içinde yaşamış bir teknisyenin ifadesine göre, "Bu noktada ciddi bir piiriiz çıkmadı. Bir iki toplantıda üst makamlann da onayı alındı." GLÇLÜK AF KONL'SL'NDA ÇIKTJ "Doslane çözüm" pazarlığında en ciddi pürüz af konusunda çıktı. Beşler "af" konusunda ısrarlıydılar ve özellikle Barış Derneği ve DiSK davalannın bir an önce "oltımlu" bir sonuca bağlanmasını istiyorlardı. Turk tarafı ise af ve davalar konusunda bağlayıcı bir laahhude giremeyeceğıni belirtiyordu. Halefoğlu, son olarak geçen temmuz ayında Helsinki'de yapılan AGIK toplantısı sırasında yapıığı ikili temaslarda hükümet programında "af konusuna yer verildiğini, aynca Başbakan Turgut Özal'ın da birçok açıklamasında " « r ' m çıkanlacağından söz eîtiğıni belirtmekteydi. Bunun ölesinde x bir güvence verilemezdi. İşte geçen ayın sonunda Paris'te beşİerle yapılan son toplantı bu konuda büyük bir krizle açıldı. Çünkü Başbakan Özal. toplantıdan birkaç gün önce bir Fransız gazetecisıne "Türkiye'de daba dörtbcş yH af çıkmaz" yolunda bir demeç vermişti. Bu, "talihsiz bir beyandı". Dolayısıyla şikâyetçi ülkeleri Özal'ın sözlerinin "yanlış anlaşıldıgı" yolunda ikna etmek gerekti. Çetın pazarhklar sonunda "dostane çözüm"e varıldı. Ancak taraflar daha ilk günden bulunan çözümü farklı bir şekilde yorumlamaya giriştiler. Halefoğlu'na göre, "çözüm" Türk demokrasisınin Avrupa dereokrasilerine "uygunluğunu" kanıtlamaktaydı. Şikâyetçi beşlere göre ise "Türkiye'nin atması gereken daha, çok adım vardı'', Mimar îçminıar 163 23 16
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle