Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
6 TEMMUZ 2007 CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN az günleri Oyuncak Müzesi’nin ziyaretçilerinde belirgin bir farklılık gözlemleniyor. Sıcak günler, Anadolu’nun değişik kentlerinden gelen insanların müzeye gösterdiği ilgiyle serinliyor… Türkiye’nin dağlarındaki, ovalarındaki, kıyılarındaki duyarlık bir rüzgâra dönüşüp müzenin odalarında geziniyor… Konuklar arasında ziyaretçi defterine duygularını yazanlardan biri de Adana’dan gelen Ahmet Kürklü: “İstanbul’a gelirken burayı görme isteğini taşımam emeklerin boşa gitmediğini gösteriyor. Müzeyi görmek isteyen uzaklardan benim gibi insanların çok fazla olmasını umut ediyorum. Müzecilik oyununa katıldık. Müzeyi gezerken ‘vay beee!’ dedim. Bu bile yeterdi…” Oyuncak Müzesi’ne bisikletle gelmiş Eva ve İlker Burgaç çifti. Onların ziyaretçi defterine yazdıkları şu sıcak yaz günlerinde yüreğimi serinletti: “Uzun bir bisiklet turundan sonra, aylardır aklımda olan, ancak bir türlü gelemediğimiz oyuncak müzesine gelmiş ve gezmiş bulunuyoruz. Aylardır aklımız nerdeymiş? Sunay Akın beklediğimizin ötesinde bir zaman makinesi yapmış. Ben Almanya’da büyüdüm, eşim Türkiye’de büyüdü. İkimiz de çocukluğumuza geri döndük. Japon bir kuzenimiz olsaydı eminim o da dönerdi. Müzedeki her şey çok ince düşünülmüş. Odaların tasarımı inanılmaz!..” Çocuklukları iki ayrı ülkede, iki farklı kültürde geçmiş ve hayatlarını birleştirmiş iki insan… Bir gün, hem de “sıcaklığın mevsim normallerinin” çok üstünde olduğu bir gün, bisikletle yola çıkarak oyuncak müzesine geliyorlar ve burada birbirlerine çocukluklarını tanıştırıyorlar… Onlar sıcaktan şikâyetçi değil, ama bir ziyaretçimiz şunları yazmış defterimize: “Benim adım Çisem Çimen. Müzenizi gezdim ve çok güzel… Yalnız klima eksik, olsa daha iyi…” C ‘Aylardır aklımız nerdeymiş?’ 15 Enis BATUR Dil Bükeyleri I Y S özlüklerde, etimolojik kaynaklarda, ansiklopedilerde yaptığım araştırmalar, kişiler düzlemindeki yoklama ve soruşturmalarım sonuç vermedi: Bir ay boyunca başvurduğum noktalardan eliboş çıktım: Saatın ibrelerine neden “akrep” ve “yelkovan” denmiş olduğunu öğrenemedim. İngilizcede “el”, Fransızcada “iğne” kullanılıyor. Akrep, besbelli benzetme esasına dayalı olarak seçilmiş. Kuyruktaki iğneyi anıştırıyor gerçekten de, saatı gösteren tıknaz kol. Başlangıçta, dakikayı gösteren ibreye “akrebek” adının (küçük akrep) uygun görülmüş olması da tutarlı bir yaklaşım. Bir biçimde tutmamış, yerleşiklik kazanamamış akrebek, bilmem hangi aşamadan sonra, kim(ler)in önerisiyle “yelkovan” öne çıkmış? Yelkovan, bir tür rüzgâr gülü. Fırdönüş hızına bakarak benimsenmiş olması olasılığı büyük. (Fırdöndü de denilebilirdi, denilemez miydi?) Rüzgâr, öte yandan, “zaman” anlamı taşıyor zaten. Adlandırmada bu ve benzeri etmenler ağır bastıydı belki. Ne olursa olsun, “neden” sorusuna sözlük ve ansiklopedilerin karşılık verememesi hafifletici yanını göremediğim bir eksiklik. Burada, en şaşırtıcı konu, saatın gündelik yaşamda herkesin gördüğü bir nesne oluşu. Bir de, saniye ibresine "pire"nin yakıştırıl mış olması üzerinde durulabilir. Sıçrama, esas alınmış. Akrebin seçimini eğretileme bağlamında değerlendirirsek, Zaman'a nesnel yaklaşılmadığını, onun öldürücü yanının vurgulandığını ekleyebiliriz: İlerleyen saat bizi sokuyor mu? Yel kovmak, Tarama Sözlüğü gösteriyor, XV. yüzyılda “abesle iştigâl etme”, “beyhude hareket” anlamına geliyormuş. Dakika boşu boşuna saatla yarışta. leştiren kişi tam anlamıyla aynı işi yapıyordur diyebilir miyiz? Diyemiyorsak, farklı bir ad arayışına girmek gereksiz çaba ya da işgüzârlık sayılmamalı. III “Amele”den “işçi”ye geçiş yalnızca bir özleşme sorunu değildi galiba. Gerçi Osmanlı sosyalistleri elbette “amele” kavramını kullanıyorlardı ama, sonrasında, burjuva sosyalistleri o kelimede aşağılayıcı bir vurgu görür oldular, gerçekten de sosyalist olmayan küçük burjuvaların “amele” derken, bir bakıma, nitelikli işçiden de öte, 'kaba köle gücü'ne gönderme yapan bir edâ kullandıkları söylenebilirdi. “Amele”, sonuçta yürürlükten kalktı. “İş” kelimesine çok bağlı olduğum için sanırım, “işçi”nin yüce bir görevi üstlendiği duygusunu taşıyorum öteden beri benimkisi şüphesiz alabildiğine öznel bir uç yorum. “Hamele”, farklı bir kökenden geliyor. Gelgelelim, burada da “yük taşıma” konusu esası oluşturuyor. “Hamele”, acaba, “Hermesler”in bir değişkeni midir? Hamal ve Hamile için de “yük taşıma”yla bağlantılı anlam alanı geçerli aslında. Hammal'ın sırtında yük taşımak için kullandığı araca “semer” deniyor olması, eşek ve katır türü yük hayvanları ile özdeştirilmesi sonucunu getiriyor. Geçenlerde Sirkeci'de, kumaşçılar çarşısında çalışan hamallarla konuştum: “Semer”e eskiden “akra” derlermiş, baktığım yazılı kaynaklarda rastlayamadım. O gün aklıma gelmedi: Nerede, kim yapıyor acaba “semer”leri? II “Çeviri” kelimesini Ataç 1949'da önermiş. “Çevirmen”i 1956'da bir denemesinde kullanıyor. Oysa, gene 1949'da, “tercüman” yerine “dilmaç”ı yeğlediği görülüyor. Sözlüklerde hâlâ yeri var da “dilmaç”ın, kullanıldığına rastlamadım pek. Ataç'ın bir önerisi miydi, yoksa daha önce de devrede miydi, izini bulamadım. “Çevirmen” oturdu; Adnan Benk'in zekâsı sayesinde, çevirdiği metnin canına okuyanlara “çevirgen” deme olanağımız da var artık, dolayısıyla bir zorlama peşinde değilim. “Dilmaç”, acaba, “eşzamanlı çeviri yapan kişi” için kullanılamaz mı? Yiğit Bener'le konuşuyordum, “simültane çeviri yapan” gibi upuzun bir deyiş yerine pekâlâ dilmaç kullanılabileceği görüşündeydi; paylaşıyorum. Eşzamanlı çeviri bambaşka iş. Her çevirmenin o konuda yeteneği olduğu söylenemez. Oturup sessizce bir metni bir dilden ötekine, emeğini zamana yayarak çevriren kişiyle, eşzamanlı olarak sesli çeviriyi gerçek Beni buraya teyzem getirdi. Keşke her ilde böyle bir oyuncak müzesi olsa! Sizi kutluyorum.” Evet, müze sevgisi büyüyor küçük yüreklerde. Bunun, müze ziyaretçi defterinde yüzlerce belgesi var. Hele bir de Hülya Tok’un yazdıkları var ki!.. Sevgili Tok’un yazdıkları, Kız Kulesi’ni “Şiir Cumhuriyeti” ilan ederek İstanbul’un göz bebeği olan bu anıt eserin müze yapılması için çaba harcarken benimle alay etmeye çalışanların uykularını kaçıracak cinsten. Varsın kaçsın o uykular: “Ankara’dan bir ciddi, bir ciddi gelip ‘Oleeey!’ diye çıkıyoruz müzeden! Ayrıca, uzun bir süredir sizi her şeyinizle takip ediyoruz. Lütfen siz hiç vazgeçmeyin. Çünkü sizi takip eden bir nesil geliyor.” Yalnızca çocuklar mı?.. Onların yanındaki yetişkinlerin duygularıyla dolu müze defteri… Cemre Soysal şunları yazmış: “Anne ve kız beraber geldik. İkimizde çocukluğumuzu bulduk. Annem 50, ben 23 yaşındayız. Toplamadaki sabrınız, sunumdaki güzelliğe hayran kaldık…” İstanbul Oyuncak Müzesi’ni gezmek için ne kadar zaman ayırmak gerekir?.. En az sürede çıkan ziyaretçimiz için bu sorunun yanıtı 45 dakikadır!.. Normal sürenin ne kadar olduğunu ise emekli tarih öğretmeni İrfan Yazıcı’dan öğrenelim: “Sizlere, böyle bir eser kazandırdığınız için sonsuz teşekkür ederim… Burada tam 2.5 saatimi hiç sıkılmadan, birçok şey öğrenerek geçirdim. Mutluluk duydum. İstek ve çabalarınızın artarak sürmesini diliyorum. Her kat ayrı bir anlam, değer ve güzellik taşıyor. Her vitrin yine öyle…” ‘FOSİL NEDİR?’ Lale Roche, oyuncak müzesinin aslında bir hayat müzesi olduğunu anlatıyor: “Şu ana kadar olan yaşam, ancak bu kadar farklı, gerçekçi ve çok içinde olarak anlatılabilirdi. Kurduğunuz bu dünyayı yaşam boyunca kaybetmemek ve hep içimizde taşımak gerekir. Elinize, yüreğinize sağlık. Türkiye için kalıcı olması gereken bir yer…” Sayın Roche kaygılarında ne yazık ki haklı!.. Türkiye’de bir müze kurmak ve onu yaşatmak hiç ama hiç kolay değil!.. Akdeniz’in bir koyuna otel yapmak isteseydim devletten “turizmi teşvik primi” de alır, oteli açtıktan sonra beş yıl vergi ödemezdim!.. Ne yazık ki kendime ait bir köşkten “kira stopaj vergisi” dahi alıyor devletimiz!!!.. Hem de açıldığı ilk günden beri!.. Ve daha nice vergiler!!!... Hayır!.. Asla ağlamıyorum… Gülüyorum, sadece gülüyorum bu duruma!.. Çocuklarımız için “geleceğimiz” demek çok kolay… Peki, ne yapıyoruz geleceğimiz için?.. Biz, yeni bir etkinlik düzenledik müzede: Çocuklara bir kum havuzu içinde fosil aratacağız. Bilim insanlarının yöneteceği etkinlikte çocuklar “Fosil nedir? Neye benzer? Nerede bulunur” sorularının yanıtını öğrenecekler. ETİŞKİNLER DE MÜZEYİ GEZİYOR İstanbul Oyuncak Müzesi yüz yıllık bir tarihi konakta yer alıyor… Bu yüzden, binanın dış görünümünü bozacak klima koyamıyoruz. Yazısından ilkokul öğrencisi olduğu anlaşılan Sevgili Çisem’in şikâyetini okuyunca bir şeyi fark ettim!.. Aslında, konağın giyotin gibi çalışan dev pencereleri var… Ve biz, camları açsak da, çocuklar düşmesin diye panjurları kapalı tutuyoruz… Oysa, panjurları açarsak binanın içinde yelkenli gemi bile yüzdürürüz!.. Sevgili Çisem, sen “Neyse, klimayı salla!..” diyerek, müzenin güzelliği karşısında klimanın eksiklik sayılamayacağını belirtecek kadar zengin bir yüreğe sahip olsan da, bil ki, çocukların düşmesini engelleyecek seyyar korkuluklar yapılarak pencereler sonuna kadar açıldı. Müzeden içeri giren her esinti bize seni anımsatıyor!.. Uzaklardan gelen bir ziyaretçimiz de Begüm Taşçıoğlu: “Ben Manisa’dan geldim. Y DÜZELTME: Geçen Haftaki sayımızın kapağında yayımladığımız resin, değerli ressamlarımızdan Yüksel Aydın’a aitti. Yanlışlıkla Yüksel Aslan adı kullanılmıştır. Sayın Yüksel Aydın ve okurlarımızdan çok ama çok özür dileriz. Dünyayı Sömüren Amerika/ John Tirman/ Çeviren: Füsun Doruker/ Altın Kitaplar/ 336 s. George W. Bush, WalMart, Halliburton çetesi ve arazi araçlarının ortak noktaları nedir? Hepsi çeşitli şekillerde dünyayı sömürmekte. XX. yüzyılda tümü değilse bile hemen hemen birçok bilim ve teknolojik gelişmelere ev sahipliği yapan ülke, XXI. yüzyılda bilim adamlarını, düşünürlerini şeytan gibi gösterip Darwin karşıtı bir tutum ve akla destek propagandası ile gençliği de aşağılıyor. Uzun yıllar en büyük erdemleri olan bireysel özgürlükler şimdi işkenceyi, telekulak gibi yasadışı olayları destekleyerek prensiplerini ve politikalarını silah zoruyla tüm dünyaya yayıyor. Tüm dünyayı Big Mac ve Mickey Mouse kulaklarıyla acımasızca bombardımana tutuyorlar. John Tirman’ın “Dünyayı Sömüren Amerika” adlı kitabı, Amerika’nın kötü beslenme alışkanlıkları, insan sağlığını tehdit eden çevre kirliliğine saygı göstermemesi, dünyanın jandarmalığına soyunması ve buna benzer sayısız faktörleri gözler önüne seriyor. Damla Damla Günler (İki Kitap)/ Adalet Ağaoğlu/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 1140 s. “Damla Damla Günler”in ilk kitabında, 19691983 yıllarını içeren I ve II nolu metinler, ikinci kitabında ise 19831996 yıllarını içeren III nolu metinler yer alıyor. “Damla Damla Günler III (19691983)”, 1969’da Adalet Ağaoğlu’nu TRT’den istifaya doğru götürecek bir “karar zamanı” ile açılan ve günler boyu Türkiye’nin ‘68 sonrası yakın tarihi ile yazınsal tarihine birinci elden ışık düşüren yetkin bir tanıklık. 1983 seçimleri sonrası günleriyle başlayan “Damla Damla Günler III (19831996)”ın tanıklığı ise 1996 yılının 22 Temmuz sabahı Adalet Ağaoğlu’nun uğradığı trafik saldırısıyla noktalanmak durumunda kalıyor. “Damla Damla Günler”, yazınsal duyarlılığı ile toplumsal duyarlılığı hep el ele gitmiş bir Cumhuriyet aydınının gözünden, o hareketli ve hararetli günlerin soluk soluğa izleri... Sinekli Bakkal/ Halide Edip Adıvar/ Can Yayınları/ 420 s. Yazar, düşünür ve tarihsel kişiliği ile Türk kadınına önderlik etmiş eylem kadını Halide Edip Adıvar’ın bugüne kadar defalarca basılmış romanı “Sinekli Bakkal”ı, bu kez Can Yayınları’ndan okuyucuya sunuluyor. Kitabın “Sonsöz”ünde Selim İleri: “Defalarca basılmış, kuşaklardan kuşaklara ulaşabilmiş ‘Sinekli Bakkal’, II. Abdülhamid dönemini bir geçmiş zaman dekoru önünde yansıtarak, eskiden yeniye devralınması gereken kültür, sanat ve töre değerleri üzerinde durur. Bir anlamda, yazar ve eseri, tarihi süreklilik arayışı içerisindedirler” diyor. Can Yayınları, Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye” ve “Ateşten Gömlek” adlı ya pıtlarını da okuyucuyla buluşturdu. ABD ve AB Belgeleriyle Türk Ordusu/ Hasan Bögün/ Kaynak Yayınları/ 320 s. Bu kitapta, son 15 yılda, başını ABD’nin çektiği Batı’nın, TSK’nin direnişini kırarak Türkiye’yi teslim almayı amaçlayan eylemlerinin bir dökümü yer alıyor. Kitaptaki bölümler: 1 Genel Çerçeve, 2 Eylül’den Eşref Bitlis Suikastı’na, 3Türkiye ABD’nin Nüfuz Alanına Girdi, 4 Avrupa Kapısında Parçalama. Kitapta ayrıca; 1994 sonbaharından sonra ABD’den ve AB’den Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelen saldırılar ve sürecin dönemeçlerini anlamaya olanak veren Genelkurmay istihbarat belgeleri, Türkiye’yi parçalanmış gösteren CIA haritaları, ABD’nin Kıbrıs’ı işgal planı bulunuyor. Yazarların İstanbul’u/ Hazırlayan: Barbaros Altuğ/ Merkez Kitaplar/ 174 s. Bu kitapta on iki yazar, İstanbul’un on iki farklı köşesini, on iki farklı yüzünü anlattı. Hepsi de İstanbul’da yaşadı; kimi bu şehrin büyüsünden kurtulamayıp burada kaldı, kimiyse ayrılma zamanının geldiğine karar verip ya da zorunlu olarak gitti buralardan. Kimi kaçsa da dönüp geldi yine. İnci Aral, Çengelköy; Kürşat Başar, Bebek; Naim Dilmener, Şarkıların İstanbulu; Nazlı Eray, Şişhane; Aslı Erdoğan, Galata; Ayşe Kulin, Teşvikiye; Perihan Mağden, İstanbul’un Sokak Kızları; Petros Markaris, Heybeliada; Celil Oker, Kapalıçarşı; Mehmet Murat Somer, Sultanahmet; Latife Tekin, Gecekondular; Buket Uzuner, Moda. Türk İnkılabının Karakterleri/ Sadri Etem (Ertem)/ Kaynak Yayınları/ 138 s. Türk Devriminin önemli düşünürlerinden Sadri Etem’in (Ertem) bu kitabı, genç Cumhuriyet’in hangi ilkelerle inşa edildiğini ele alan bir inceleme. Ertem’in amacı, yıkılan padişahlığın ideolojisiyle ve Tanzimat’la hesaplaşmak, toplumda Cumhuriyet’in ideolojisini hâkim kılmak, dinin ‘tabiattan uzaklaştıran’ fikirlerinden kurtularak tarihin sosyolojik yasalarını kavratmak ve halkçıdevletçi fikirleri temellendirmek. Elmanın Suçu/ Cem Selcen/ Sel Yayıncılık/ 316 s. Uluslararası bir suç örgütü, yaşlı bir adam, bir tecavüz zanlısı, kaybolmuş bir çete üyesi, akıntıya kapılmış iki sevgili ve Havana'dan Paris'e, oradan İstanbul'a kadar uzanan bir soygun... “Elmanın Suçu”, suç ve vicdan kavramlarını, aşk, tutku ve masumiyeti de sorgulayan iç içe geçmiş öyküler aracılığıyla mercek altına alıyor. Nâzım Hikmet’i Bremen’deki liseliler andı Murat AKAR BREMEN – Türk şiirinin büyük ustası Nâzım Hikmet, ölümünün 44’üncü yılında Bremen’de liseli öğrencilerinin düzenlediği bir okul etkinliğiyle anıldı ve tanıtıldı. Hamburg’da yaşayan sinema ve tiyatro oyuncumuz, şiir yorumlarıyla da tanınan Demir Gökgöl, toplantıda, şairin 20 kadar şiirini Almanca ve Türkçe olarak sundu. Bremen’deki değişik liselerde okuyan ve ikinci yabancı dil olarak Türkçe dersine katılan öğrenciler, çağdaş Türk şiirinden örnekleri çeşitli sunumlarla tanıtmışlardı. Öğrenciler, en son, Nâzım Hikmet’in yaşamı ve yapıtlarını ders konusu olarak işlediler. Silviya Solakoğlu ile Duygu Samancı adlı öğrenciler şairin yaşamını kronolojik bir biçimde ve Türkçe olarak sunarken, Demir Gökgöl, şairin yaşamına paralel olarak şiirlerinden iki dilde örnekler verdi. Öğrencilerin sınıf korosu, şairin şiirlerinden Zülfü Livaneli’nin bestelediği şarkıları birlikte söylediler. Sinem Karagöz, Benet Erkün ve Hilal Yıldırım adlı öğrencilerin de şairimizin yapıtlarından örnekler sunduğu toplantıyı, gençler büyük bir ilgiyle izledi. Liseliler, “Türkçe derslerimiz böylece hem daha ilginç geçiyor, hem de çok şeyler öğreniyoruz” diyerek, derslerin bu tür canlı ve ilginç projelerle gerçekleştirilmesini istediler. Türkçe öğretmenleri İmdat Ulusoy da, öğrencilerin bu projedeki başarısını överek, şunları söyledi: “Öğrencilerim çok haklı. Böyle projelerle dersleri zenginleştirmek çok hoşlarına gidiyor. Bu nedenle yaz tatilinden sonra doğumunun yüzüncü Sabahattin Ali başka olmak üzere, öykücülüğümüzün yüz akı Sait Faik’i de tanıtan yeni projeler gerçekleştireceğiz. UNESCO’nun 2007’yi ‘Mevlana Yılı’ ilan etmesi nedeniyle de, evresel barış, sevgi ve hoşgörü deyince akla gelen Mevlana ve Yunus Emre’yi de tanıtma ve anma toplantılarıyla yeni projelerle etkinliklerimizi sürdüreceğiz. Bu tür öğrencileri kendi yetenekleri doğrultusunda geliştiriyor ve eğitiyor. Kendilerinde ne tür yeteneklerin saklı olduğunu fark ediyorlar ve anadillerine karşı sevgilerdi, kendi kültürlerine karşı ilgileri ve daha da artıyor.” Okuma gününün “Karlı Kayın Ormanında” adlı parçayla başlatan liseli gençler, etkinliğe yine aynı şarkıyı hep birlikte söyleyerek son verdiler.