Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 MART 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR İç savaşla kurulan monarşi Erdoğan AYDIN çüncü Halife Osman’ın öldürülmesi sonrasında idealler gerçekleşemeyecekti. Aksine İslam dünyası tam bir iç savaşlar dönemine girecek, yüzbinlerce Müslüman bu savaşların kurbanı olacaktı. Allah veya Allah kılıfı adına Müslüman kadrolar, peşlerine taktıkları halkla birlikte birbirlerini katledeceklerdi. Bu kanlı süreçte idealler veya halkın çıkarları değil, egemenler kazanacak ve adalet hukuku açısından herşey eski tas eski hamam devam edecekti. Önceden de belirttiğim gibi tek değişen şey, egemenliğin ideolojik/dinsel meşrulaştırılma aracı olacaktı. İslam’ın ortaklaştırdığı Arap enerjisi ve öngördüğü cihat/fetih savaşları sayesinde olağanüstü bir zenginleşme sağlanacak, ama bu sınırsız birikim içinde adaletsizlik azalacağına kurumlaşacaktı. Dahası bu zenginlik, onun paylaşımı ve yönetimi için savaşları daha da kışkırtan bir işlev görecekti. Öyle ki cennetlik ilan edilenler, İslam’ın kurumlaşmasında olağanüstü kahramanlıklar yapmış insanlar, kimi istisnalar hariç, gözü hiçbir değer görmez insanlara dönüşeceklerdi. Zaman zaman sınıfsal konumları aşan hizipleşmeler ve ittifaklar ortaya çıksa da, sonuçta sürecin galibi egemen aristokrasi olacaktı. Yönetmek için gerekli birikim ve sınıf bilinci yalnızca onlarda oluşmuştu. Onlar adına yönetimin kimlerce ve nasıl yürütüleceği sorunu netleşene kadar süren yönetim krizi de, bu savaşlarla aşılacaktı. Aristokrasinin o koşullardaki çıkarları ise, Şura gibi ancak örgütlü halk dinamikleri veya birbirini dengeleyebilen farklı aristokrat güçlerin varlığında yürüyebilecek olan bir yönetim tarzı yerine monarşide belirginleşecekti. C 13 AB’nin Orta Yaş Krizi Ü KÖLEYLE EFENDİ EŞİT Mİ OLACAK? A li’nin yönetim tarzı Osman’ın tersine alttakileri ve adaleti gözetmek eksenli olarak şekillenecekti. Halifeliğinin ikinci gününde vereceği hutbede; “Osman’ın şuna buna verdiği arazinin, şuna buna verdiği malların hepsi de Allah’ın malıdır, ammenin hakkıdır; hepsi bâtıldır ve hepsi BeytülMal’e (devlet hazinesine) alınacaktır. (...). Çünkü adalette genişlik vardır; adaletle hükmetmekte aciz olan kişi, cebirle hükmederse daha da aciz hale düşer” (Nehc’ül Belaga) diyecek ve keyfi dağıtılmış malları geri toplamaya başlayacaktır. SINIF BİLİNCİ Bu adaletçi tavır, sanılanın aksine onu zayıflatacaktır. Çünkü Ali’nin gözeteceği alttakiler örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun olmalarına karşın, aristokratlar ciddi bir sınıf bilincine sahip ve etken konumdaydı. Bu koşullarda Ali’nin tutumu, Ümmeyeoğullarına karşı çıkmış olan diğer aristokratların da ciddi tepkileriyle karşılaşacaktır. Talha ve Zübeyr, sadece iktidar beklentileri nedeniyle değil, Ali’nin bu tavrı nedeniyle de ona muhalefet edeceklerdir. Bir diğer hutbesinde Ali; “...Osman halife oldu, bildiğiniz işler oldu. Sonra bana başvurdunuz. Hiçbiriniz Ebu Talipoğlu bizim hakkımızı bize vermedi diyemez. Kim Allah’a inanır, dinimize girer, kıblemize yönelirse, İslam’ın vacip ettiği şeyleri kabul etmek zorundadır. Siz Allah’ın kullarısınız; mal da Allah’ın malı... Aranızdaki eşitlikle onu bölmemi emretmiştir Allah. Hiçbirinizin öbürüne üstünlüğü yoktur” diyerek, Ammar’a, Beyt’ül Mal’in, herkese eşit olarak paylaşılması emri verecekti. Bu yaklaşım Ümmeyeoğulları dışındaki aristokratlarda deprem etkisi yaratacaktı tabii. Örneğin Şam’a vali atadığı Sehl bin Huneyf; “Ey müminlerin emiri, bu dün benim kölemdi, bugün onu azat ettim; ona ne verdiysen bana da onu verdin” diye itirazını bildirecekti. Bunun üzerine Talha, Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Sad b. As, Velit b. Ukbe gibi egemen sınıftan kadrolar itirazlarını yüksek sesle dillendirmeye başlayacaktır. Onlar Osman’a düzen içi meşruiyet adına karşı çıkmışlardı; oysa Ali, ihtilale neden olan atmosferin de etkisiyle bizzat düzeni değiştirmeye yöneliyordu. ADALETSİZLİĞİN YERİNİ KAOS ALIYOR Devrilen Osman’ın şahsında aristokrasi, Müslüman mezarlığına gömülmeye bile izin vermeyen radikal bir değişimle tasfiye edilmişti. Ne ki ihtilali yapanların, Osman sonrası için nasıl ve kiminle yöneteceklerine dair bir uyumu ve programları yoktu. Ancak Muaviye, kendisine ulaştırılan Osman’ın kanlı elbisesi ve eşi Naile’nin kesik parmakları üzerinden, Osman için intikam yeminleri ettiriyor ve Şam eksenli olarak güç biriktiriyordu. Medine eksenli Halife adaylarının arasında Ali tartışmasız en güçlü olanıydı, ama ismi üzerinde tam bir mutabakat da sağlanamıyordu. Bu bağlamda Ali halife seçilecek, ama düzen kuramayacak, aksine iktidarını yürütmek için üç ayrı cephede peşpeşe savaşlar vermek zorunda kalacaktı. Osman’a karşı ayaklanıp iktidarını yıkanların doğrudan bir halife adayları yoktu. İçlerinde en sivrilmiş olanı Muhammed b. Ebu Bekir, toplumun karşısında halife adayı olarak çıkacak prestijden yoksundu. Üstelik Osman’ın öldürülmesinin yükünü sırtında taşıyordu. Ali, Talha ve Zübeyr ise, ayaklanma günlerindeki oportünist tavırları nedeniyle ayaklanmacıların tam desteğini alamadıkları gibi birbirlerine de destek olmuyorlardı. Sonuçta Ali, isminin saygınlığı ile Medinelilerin çoğunluğunca Halife seçilecekti. Ama ayaklanmacıların rezervleri bir yana, bizzat Talha ve Zübeyr tarafından benimsenmeyecek, Ayşe ise Ali’nin halifeliğini bir “felaket” olarak algılayarak, daha ilk günden itibaren onu devirmeye yönelik kışkırtıcılığa başlayacaktı. Öyle ki önceden “nasel” diye aşağılayıp, “öldürün Nasel’i, Allah öldürsün onu, O dinden çıktı” diyen, “ayağına bir değirmen taşı bağlasalar da denize atsalar; denizin dibinden bir daha çıkmasa” diyerek Osman’ı devirmek için her şeyi yapan Ayşe, Ali’nin halife seçilmesi üzerine; “keşke gökler yere inseydi de bunu duymasaydım. Osman’ı zulümle öldürdüler, vallahi onun kanını isteyeceğim” demeye başlayacaktı. (Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Tarihi, s.360) llinci yaş bir ömrün sonbaharının başıdır. Görmüş, geçirmiş, gençliğin sancılarından kurtulmuş, bazen geçmişe özlemle bakan yine de ileriye dönük projeleri olan, çalışmaya hevesli, gelecek nesillere yol gösteren olgun bir beyin…Öte yanda ellinci yaşına gelen bir kişi henüz kendi hesaplaşmasını bitirememiş, günün getirdiği hıza ayak uyduramamış ve bunun acısını çeken, geleceğe katacağı bir şey olmadığını düşünen, kimlik krizine girmiş, kendini arayan biri de olabilir. Sizce hangi durum şu sıralar ellinci yaşını kutlamaya hazırlanan Avrupa Birliği’ni daha iyi tanımlar? ??? AB kurumları 25 Mart’ta imzalanan Roma Antlaşması’nın ellinci yılını kutlamak üzere büyük bir hazırlık içinde şu sıralar. Brüksel’in AB kurumlarının bulunduğu Schuman Meydanı yaş günü kutlamalarının renk cümbüşüne bürünmüş durumda. Üstelik tüm Avrupa genelinde konferans, konser, sinema, tiyatro, festival, dans ve spor gibi bir dizi etkinlik AB’nin halkla buluşmasını sağlayacakmış. Ancak Avrupa halkı AB kutlamalarını ne kadar önemsiyor orası kuşkulu. ??? 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun kurulmasıyla başlayan Avrupa’nın birleşme süreci Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nu (Euratom) 1957’de kuran Roma Antlaşması sayesinde hukuki bir temel kazanmış oldu. Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya ve Lüksemburg arasında başlayan birleşme bugün 27 üyeli büyük bir birliğin önünü açtı. AB elli yılda kıtada barış ve istikrar sağladı, sınırları ortadan kaldırarak serbest dolaşımı getirdi, sosyal ekonomik model ile halkın refahını garanti aldı ve ortak bir pazar oluşturarak tek bir para birimi yarattı. ??? Ancak AB bunları yaparken dünya yerinde saymadı. Savaşlar çıktı ve söndü. Duvarlar yıkıldı. İdeolo E jiler çöktü. Yeni düşmanlar yaratıldı. Tek kutuplu dünyanın egemen gücü ortalığı talan etti. AB tüm bunlar olurken Avrupa ve çevresine genişleme ile barış ve istikrar getiren, kriz bölgelerine mali ve insani yardım yapan “yumuşak güç” olduğu tezini savundu. Ortak dış ve savunma politikası geliştiremedi, küreselleştikçe deliren bir dünyanın teknolojik devriminin hızını yakalayamadı, kendi içinde kapılarını açarken dış kapılarını yoksul yabancılara kapadı. Avrupa’da yaşayan göçmen vatandaşlarını ya eritti ya dışladı. AB düzeyinde ortak bir göç politikası oluşturamadı. Enerji darboğazını aşmak için çok geç harekete geçti. Yaşlanan nüfus sorununa çare bulmak için fazla hızlı genişledi ve bunu sindiremedi. Avrupa’nın sosyal ekonomik modeli yeni küresel ekonomik sistemin gerisinde kaldı. AB sosyal devlet ile teknoloji ekonomisi arasında sıkıştı. AB’nin işleyişini kolaylaştıracak anayasayı geçiremedi. Küresel ısınmayla mücadele konusunda adım atılması gerektiğini yeni anladı. Siyasi, ekonomik ve savunma konularında AB’nin küresel güç olma hedefleri suya düştü. ??? Şimdi AB geçmiş elli yılını kutluyor. Ancak önümüzdeki elli yılı yaratacak AB acaba kutlanacak bir şeyleri başarabilecek mi? Genişleme ve anayasa konularıyla gözle görülür bir duraklamaya giren AB’nin zorlu konuları arasında sosyal refahı korurken istihdam ve ekonomik büyümeyi sürdürmek, küresel ısınmayla mücadele, Avrupa’nın sınırlarının belirlenmesi ve kurumsal reformların tamamlanması sayılıyor. Kendi vatandaşlarıyla arasındaki uçurum göz önüne alınırsa yönünü şaşırmış ve kimlik krizine girmiş AB’ye yol gösterebilecek bir tek Avrupa halkı kalıyor. Bu durumda asıl soru şu olmalı; siz nasıl bir Avrupa istiyorsunuz? elcpoy?yahoo.fr Türkiye suça battı İlhan TAŞCI ANKARA CHP İstanbul Milletvekili Zeynep Damla Gürel’in kapkaççıların saldırısına uğraması ve son olarak iki kardeşin dövülerek denize atılması, Türkiye’nin her geçen gün suç toplumuna dönüştüğünü bir kez daha gözler önüne serdi. 1995 yılında 229 bin suç işlenirken bu sayı 2006 yılında yüzde 250 artarak 785 bin 510’a ulaştı. Suçların yüzde 42’si İstanbul, Ankara ve İzmir’de işlendi. Kapkaç suçu ise üç kat artarak 39 bin 766’ya yükseldi. Cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı, “Rahşan affı”ndan önceki sayıyı da geçerek 77 bin 425’e ulaştı. Göç, eğitimsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizlik suçu tetikleyici unsurlar olarak değerlendirilirken iktidarın soruna ilişkin sosyal ve ekonomik çözümler geliştirememesi, Türkiye’nin “suç dosyasının” her geçen gün kabarmasına neden oluyor. Yalnızca polis sorumluluk bölgesinde 2006 yılında 321 bin 676’sı kişiye, 463 bin 834’ü mala karşı olmak üzere toplam 785 bin 510 suç işlendi. 2005 yılında ise 197 bin 996’sı kişiye, 289 bin 765’i mala karşı olmak üzere toplam 487 bin 761 asayiş suçu işlenmişti. Verilere göre toplam suçların yüzde 42’si İstanbul, Ankara ve İzmir’de işleniyor. Dolandırıcılık, fuhuşa teşvik, yaralama, cinayet, toplam suçların yüzde 47’sini, hırsızlık ve gasp da yüzde 44’ünü oluşturdu. Bir yıl içerisinde, 2 bin 66 kişi kasten öldürülürken 40 bin yurttaş kasten yaralandı. İhmal ya da kaza sonucu öldürülenlerin sayısı ise kayıtlara 826 olarak geçti. Kayıtlara giren olaylara göre, 71 bin 564 kişi darp edildi. Verilere göre, 11 bin 509 hakaret ve sövme, 3 bin 144 müstehcen hareket, 1300 ırza geçme, 1026 ırza tasaddi, 309 evlenme vaadiyle kızlık bozma, 2 bin 329 kumar oynama ve oynatma ve 1932 fuhşa teşvikkadın ticaretiaracılık suçu işlendi. 2000 yılında 12 bin kapkaç/yankesicilik olayı meydana geldi. Her yıl artarak süren suçta 2004 yılına gelindiğinde sayı 18 bine ulaştı. 2005 yılında 25 bin 724 kapkaç kayıtlara geçerken 2006’da bu sayı 39 bin 766 oldu. Bunun 12 bin 154’ünü kapkaç, 27 bin 612’sini ise yankesicilik oluşturdu. Yalnızca polis bölgesinde, bir yıl içerisinde 85 bin 964 eve hırsız girdi. Aynı dönemde, 55 bin 967 işyeri sahibi de hırsız mağduru oldu. “Resmi kurum ve kuruluşlardan” hırsızlığın kayıtlara geçmesi de dikkat çekti. Buna göre, 4 bin 307 kurum ve kuruluştan hırsızlık yapıldı. Aynı dönemde, 31 bin 522 otomobil çalınırken otomobilden hırsızlık sayısı ise kayıtlara 68 bin 855 olarak girdi. 202 bankadan hırsızlık, 1200 hayvan hırsızlığı meydana gelirken “diğer” hırsızlık tanımlamasıyla işlenen suç sayısının da 64 bin 166 olduğu belirtildi. 2006 yılında, 7 bin 770 şahıstan gaspyağma, 192 evden gaspyağma, 428 işyerinden gaspyağma, sekiz bankadan gaspyağma, 95 adam kaldırma, 316 zorla çeksenet tahsili, 2 bin 210 kasten yangın çıkarma, 12 bin 651 dolandırıcılık, 8 bin 529 emniyeti suiistimal, 38 bin 267 mala zarar ve 299 bilişim suçu işlendi. 27 bin 384 olay “mala karşı işlenen tasnif dışı suç” diye kayda geçti. EZAEVLERİ TIKLIM TIKLIM Adalet Bakanlığı’ndan alınan bilgilere göre, dün itibarıyla cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 77 bin 425. Bunlardan 29 bin 460’ını hükümlüler, 47 bin 965’ini ise tutuklular oluşturuyor. Kamuoyunda “Rahşan Affı” olarak bilinen yasanın yürürlüğe girmesinden önce cezaevindeki tutuklu ve hükümlü sayısı 72 bin 421 olmuştu. Affın yaşama geçirilmesinin ardından ise bu sayı 49 bin 512’ye düştü. Bugün gelinen noktada, cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü sayısının aftan önceki sayıyı bile geçtiği ortaya çıkıyor. edine aristokrasisi, bu duruma son vermek üzere Ali’nin yanına giderek; “Bizim Resulullah ile yakınlığımız var; İslam’ı ilk kabul edenlerdeniz, savaşlarda bulunduk. Ne Ömer böyle verirdi ne de Osman. İkisi de bizi üstün tutardı, sense bizi herkes ile bir tutuyorsun” diyerek itirazlarını gerekçelendirir. O sırada bir işçiyle kuyu kazmakta olan Ali, onlara; “benden önce mi Müslüman oldunuz?”, “Peygambere benden daha mı yakınsınız?”, “Benim kadar mı savaştınız?” gibi susturucu sorular soracak, ardından da, “andolsun Allah’a, benimle işçim arasında bir fark gözetmem ben” diyerek söz konusu taleplerin önünü kesecektir. Bu diyalogun ardından iktidar eksenli ayrışma derinleşir. Son olarak Talha’nın Kufe, Zübeyr’in Basra valiliği taleplerini de, “size danışmam gerekebilir, benimle kalmanız daha doğru olur” diyerek reddedince, ipler kopar. (Abdülbaki Gölpınarlı, İslam Tarihi, s.358) İşte bu ayrışma içinde Ayşe, yanına Zübeyr ve Talha’yı alarak Ali’ye karşı açık savaşa girişecektir. Kardeşi Muhammet ise Ali’nin yanında saf tutacaktır. Ayşe’nin, görevden alınan Yemen Valisi Munye binYa’la’nın verdiği devenin üstünde yönettiği için Deve (Cemel) Savaşı adını alan savaşta, iki Müslüman ordusu birbirlerini kıracaklardı. Tarafların başında İslamın en saygın kadroları bulunmaktaydı ve savaşın sonucunda, Zübeyr ve Talha dahil 10 bin Müslüman ölecekti. Savaş sonunda Ayşe esir alınacak, ömür boyu siyaset yasağı karşılığında canı bağışlanacaktı. İç çatışmanın bu birinci perdesi tam aşılmıştı ki, ardından daha büyüğü gelecekti. Muaviye, başta Amr b. As olmak üzere Emevi olmayan kimi aristokratların da desteğini alarak iyice güçlenmişti ve tek başına iktidar istiyordu. Sonuçta iki güç, Hicretin 37. yılında Sıffin’de karşı karşıya gelecekti. Savaşın Ali lehine gelişmeye başladığı noktada Amr bin As’ın önerisi üzerine, Muaviye, askerlerinin mızraklarının ucuna Kur’an sayfaları geçirerek karşı tarafı şaşkına çevirir. Ali’nin askerlerinin bir kısmı, Muaviye’nin bu uygulaması üzerine, “Allah’ın kitabına kılıç çekemeyiz” diyerek savaşı bırakır. Taktiği başarıya ulaşan Muaviye, ikinci adımı atarak Ali’ye, halifelik işini barışçıl yolla Savaşlar ve oyunlar Tarihin garip cilvesi M çözmek üzere aralarında hakem seçme önerisi götürür. Ali istemeyerek bu öneriyi kabul etmek zorunda kalır. Muaviye Amr’ı hakem seçerken, Ali kendi içinde istediği hakemi seçtiremeyerek bir mevzi daha kaybeder. Ali’nin hakemi Ebu Musa Eşari, daha en başından her iki rakibin dışında üçüncü bir kişinin seçimiyle kanın durdurulabileceğini düşünür. Amr ise, Muaviye’yi doğrudan kabul ettiremeyeceğini görünce Ebu Musa’nın teklifini kabul edermiş gibi yapar. Buna göre iki taraf da temsilcilerini halifelikten azledecekler, toplanan Müslümanlar da yeni halifeyi seçecektir. Amr, “Müslümanlıkta benden üstünsün” diyerek önce Ebu Musa’nın kendi tarafına ilişkin kararı açıklamasını sağlar. Ebu Musa, “ben Ali’yi halifelikten azlettim” der. Sıra Amr’a gelince, O tam tersine, “Ebu Musa’yı duydunuz. Kendisini hakemliğe atayan Ali’yi halifelikten azletti. Ben de Halifeliği Muaviye’ye veriyorum” der. Bu açıklama tabii sorunu çözmez, ama Ali’yi çok daha geri duruma iter. Kendi safındaki en alttakiler, uzlaşmayı kabul ettiği ve bu kaosa neden olduğu için Ali’ye bayrak kaldırırlar. Hariciler denilen ve bir yandan katı bir eşitlikçilik diğer yandan da katı bir dini bağnazlık sergileyen bu en alttakilerin tavrı Ali’yi iyice güçsüzleştirir. akem olayında sonra tam bir ikili iktidar dönemine geçilir. Ancak bundan sonra Ali, sadece Muaviye ile değil, aynı zamanda sıradışı bir militanlık sergileyen Haricilerle de savaşarak iktidarını kurumsallaştırabilmenin zeminini iyice kaybedecektir. Her yerde savaşlar oluyor ve taraflar birbirlerini yağmalayıp öldürüyorlardı. Özellikle Muaviye bu saldırı ve talanları sistematik bir politika olarak yürütüyor, hem Ali’den yana olanları taciz ediyor hem de kendinden yana olanlara bu yolla zenginlik aktarıyordu. Bu arada vahşi cinayetler de birbirini izliyordu. Örneğin Ali’nin valisi olarak Mısır’a giden Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’in, Muaviye’nin valisi Amr tarafından kesilen başı, bütün şehirlerde dolaştırılarak Muaviye’ye yollanırken, cesedi ise eşek pisliği içinde yakılacaktır. H Bu iktidar mücadelesi içinde yaşanan dramlar korkunçtu; taraftar olmaktan başka bir suçu olmayan insanlarla birlikte aileleri ve çocukları da katlediliyor, soyuluyor, işkenceye uğruyor, yakılıyordu. Müslümanlar arası bu gözü kara iktidar mücadelesinde sadece Hicaz ve Yemen’de ölenlerin sayısı 30 bin kişiydi. Tüm İslam topraklarında ise bu sayı yüzbinleri aşıyordu. Ali’nin aksine Muaviye savaşı kazanmak için ne gerekiyorsa yapıyordu. Ali ise yağmadan, baskından kaçındığı için topyekün bir saldırı için gerekli güç birikimini sağlayamıyor, sonuçta içten içe eriyordu. Savaşlar sürüyor halkın çaresizliği ve acıları artıyordu. Bu koşullarda Hariciler veya Haricilerden üç kafadar, İbni Mülcem, Berke ve Temim’den Amr, “halkı kurtarmak için” Ali, Muaviye ve Amr bin As’ı aynı anda öldürmeye karar veriyorlardı. Karar Ramazan ayının 19. günü sabah namazında, uygulanacaktır. Ancak tarihin garip bir cilvesi bu üç suikastten birincisi başarılırken diğer ikisi akamete uğrayacaktı. İbni Mülcem’in, “Ya Ali, hüküm ancak Allah’ındır” diye bağırarak indirdiği kılıç camide namaz kılan Ali’nin başına saplanırken, diğer suikastçiler ise başarısızlığa uğrayacaktı; Muaviye kaba etinden yaralanarak, Amr ise, hasta olup namaza gitmediğinden, kendi yerine namaz kıldıran Harice’nin ölümüyle kurtulacaktı. C