23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

9 ŞUBAT 2007 CUMA tarihçe BRÜKSEL GÜNLÜĞÜ ELÇİN POYRAZLAR Çağları aşan bir hak mücadelesi İ slam peygamberi Muhammed’in torunu Hüseyin’in, dönemin İslam egemenliği tarafından Kerbela’da vahşice öldürülmesinin yıldönümü olan Hicri takvimle 10 Muharrem (M. 8 Ekim 680), İslam tarihinin şekillenmesindeki temel sorun alanlarından birini oluşturuyor. Bugün, İslami devlet kurumsallaşmasının temel ismi Muaviye ve oğlu Yezit’in lanetlendiği, bu özgülde Sünni Şii ayrılığını sağlayan teolojik argümanların yinelendiği bir özellik taşıyor. Tarih, teoloji, sosyoloji, siyaset ve kültürel düzlemde yoğun tartışmalara konu olan Kerbela, aynı zamanda bir saflaşma nedeni oluşturuyor. C Terkediş 13 Ç Erdoğan AYDIN eçen hafta içinde İslam coğrafyasının önemli bir kesiminde Kerbela matemi yaşandı. Bu matem çerçevesinde paneller, TV programları, gösteriler yapıldı; kimi insanlar kendilerini zincirlerle dövdü, karalara büründü, oruç tuttu. Dünyevi bilince sahip olanlar ise Kerbela’dan hareketle bugün de süren hak ihlallerine ve haksızlığa karşı direniş bilincine vurgular yaptı. Kerbela, İslam coğrafyasının kolektif hafıza oluşturan temel anılarından birini oluşturuyor. Ne ki Onu, İslam coğrafyasında yaşanan Hac, Ramazan, Kandil veya Kurban bayramı gibi bütün Müslümanların ortak anmalarından ayıran temel bir özelliği var. Kerbela, tüm bu kolektif hafıza oluşturan anmaların aksine İslam dünyasının tarihsel bölünmesini temsil ediyor ve her yıl bu bölünmeyi güncelleştiriyor. İslam peygamberi Muhammed’in torunu Hüseyin’in, dönemin İslam egemenliği tarafından Kerbela’da vahşice öldürülmesinin yıldönümü olan Hicri takvimle 10 Muharrem (M. 8 Ekim 680), İslam tarihinin şekillenmesindeki temel sorun alanlarından birini oluşturuyor. Bugün, İslami devlet kurumsallaşmasının temel ismi Muaviye ve oğlu Yezit’in lanetlendiği, bu özgülde Sünni Şii ayrılığını sağlayan teolojik argümanların yinelendiği bir özellik taşıyor. Tarih, teoloji, sosyoloji, siyaset ve G kültürel düzlemde yoğun tartışmalara konu olan Kerbela, aynı zamanda bir saflaşma nedeni oluşturuyor. Kerbela, özellikle 16. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun Batınî inançlı insanları nezdinde de kimlik kurucu bir misyon yüklenmiştir. Nitekim bu zamandan beri Anadolu Alevileri, Kerbelayı 12 günlük Muharrem orucu ve matem olarak anıyorlar. ALTTAKİLERİN DİRENİŞİ Söz konusu katliamı arka planıyla irdelediğimizde, Şii literatürde rastlamadığımız bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Sorunu halifeliğin kimin hakkı olduğu şeklindeki bir yüzeysellikle tartışan ve kendi meşruiyetine araç yapan Şii şeriatçılığın aksine Kerbela, gerçekte sınıflar mücadelesinin trajik sahnelerinden biridir. Sonu katliamla sonuçlanacak olan Kerbela yürüyüşü, gerçekte alttakilerin, adaletsizliğe, eşitsizliğe ve monarşiye karşı kendi talepleriyle örtüşecek bir İslami kurumsallaşma arayışının sonucudur. Tam da bu nedenle çağları aşan bir hak mücadelesinin semboldür. Muaviye ve oğlu Yezit, talan ve ticaret zengini bir aristokrasinin monarşik ve despotik egemenliğini temsil ediyor. Bu iktidarı alttakilere karşı güçlü kılan ise, Mısır’ın Irak’ın Suriye’nin, İran’ın fethinden elde edilen talan gelirleriyle olağanüstü bir zenginliğe kavuşmuş olan Arap aristokrasisinin, her türden ideolojik ve siyasal denetime karşı kendini güvence altında tutma iradesidir. Dinin bunlar için anlamı, gerek kutsal savaş (fetih, gaza, cihat) gerek ticaret ile hızla genişleyen bu zenginliğin alttakiler nezdinde tanrısal meşruiyetidir. İktidardan beklentileri de bu durumu ideolojik ve silahlı olarak güvence altında tutmasıdır. Ali Muaviye çatışmasından başlayıp Hüseyin Yezit çatışmasıyla süren mücadelede egemenlerin hep ikincilerin ardında saf tutması da bunun yansımasıdır. Buna karşın Ebu Zerr’lerin, Hüseyin’lerin, Selman Farısi’lerin, Ali’lerin ve tabii Ali’yi (yoldan saptığı gerekçesiyle) öldüren Haricilerin temsil ettiği şey ise, İslami siyasetin, alttakilerin hak talepleriyle görece örtüşecek bir yorumla adaletle uyumlulaştırılmasıdır. Ancak egemenlerin yorumu, egemenlerin gücünü tamamlayan bir realite olarak 14 yüzyıllık tarih içinde hep mutlak bir üstünlüğe sahip olacaktı. Bu sınıfsal bölünmeden üreyecek ve meşruiyetini buraya dayandıracak olan Şiilik de gerçekte bu birinci yorumdan farklı bir program ve teoloji üretemeyecek, giderek köklü Fars kültürünün İslamcı yüzüne dönüşecekti. Buna karşın yine Hüseyin’i kendilerine bayrak yapıp, onun üzerinden eşitlikçi yaklaşımlarını meşrulaştıranlar ise, kâh İslam içinde şekillenen tasavvuftan kâh zorla Müslümanlaştırılan halkların eski inançlarından üreyecekti. ok yakın bir zamana kadar hayatımızdaydı AB. Her ne kadar çalkantılı olsa da haber gündeminin olağan bir parçası haline gelmiş, Türkiye’de gelişen olaylarda “acaba AB ne diyecek?” diye bekler olmuştuk. Üyelik müzakerelerine başlama yolunda Türk halkının genelinde bir umut kıvılcımı belirmiş, AB desteği yüzde 70’lere çıkmıştı. Avrupa Parlamentosu 17 Aralık 2004 kararı öncesi “Türkiye’ye evet” pankartları açmıştı salon sıralarında. Hiçbir şey tozpembe değildi ama umut, bir dinamizm, bir devinim berekete gebe bir hareket getirmişti. Ta ki Kıbrıs önkoşulu dayatılana kadar. ??? Bugün ise AnkaraBrüksel arasında bir terkedilmişlik var. AB sessiz, umursamaz, kendini beğenmiş, bencil, mesafeli bir tutum içinde. Türkiye ise düş kırıklığına ve haksızlığa uğramış, kızgın, isyankar, inancını yitirmiş ve terkedilmiş durumda. AB içinde Türkiye ile müzakereleri askıya alma kararı verenler “bu geçici bir süreç, ilişkiler yine filizlenir” dese de yeni umutlara demir atacak bir halk çıkmayabilir AB’nin karşısına. AB Kıbrıs’la ilgili büyük bir hata yaptı bunun faturasını Türkiye’ye çıkarması ise hatanın daniskası oldu. ??? İlişkiler böylesine soğumuş, AB yolunda harcanan çaba yerlerde sürünürken ve iki taraf birbirine sırt dönmüşken hala, yine de, bu küslükte bir dostluk iması aramak ne kadar boş. AB sadece Türkiye’yi değil KKTC’yi de bıraktı. Ocak ayında yapılan AB dışişleri bakanları toplantısında neredeyse üç yıl önce verdiği izolasyonu kaldırma sözünü oturup yeniden yazdı. Üstelik bu sefer “doğrudan ticaret” ifadesi olmaksızın. Kıbrıslı Türklerle bir çeşit ticaret geliştirilecekti ama nasıl ona Rumlar karar verecekti. Türkiye AB’nin gündeminden kaydıkça kendi çıkarlarını savunması da olanaksız hale geldi. ??? Rumlar arkalarına Türkiye’yi istemeyen bazı büyük ülkeleri alarak “varolabilme” politikalarını yü rütmeye devam ediyorlar. Doğu Akdeniz’de petrol arama amacıyla Mısır ve Lübnan’la yaptıkları anlaşmalar Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin çıkarına uygun değildi. Türkiye tutumunu açıkça ortaya koydu. Rumlar bu tutumu alıp AB’ye şikayet ettiler. Rum dışişleri bakanı Yorgo Lilikas genişleme komiseri Olli Rehn’e gönderdiği “protesto” mektubunda “aday bir ülke bir AB üyesini tehdit ediyor” dedi. Mektup yalnızca Rehn’e gitmedi, tüm üye ülkeler, Avrupa parlamentosu, AB Dönem Başkanı Almanya bizzat haberdar edildi durumdan. AB ve Türkiye bir kez daha Kıbrıs yüzünden karşı karşıya getirildi. AB’nin Lilikas’ın mektubuna yanıtı ne oldu dersiniz? Sözcüğü sözcüğüne şöyle: “Lilikas’ın mektubunu aldık. Komisyon konuyu yakından takip ediyor. Kıbrıs Cumhuriyeti yapacağı uluslar arası anlaşmalar konusunda bütünüyle egemendir ve bu sorgulanamaz. Üçüncü ülkelerle yapılacak anlaşmalar AB yasalarına uyumlu olmalıdır. Komisyon bu meselede ılımlı ve ölçülü olma çağrısı yapar”. ??? Komisyon’un resmi açıklamasının son bölümündeki çağrının Türk tarafına olduğunu söylemeye gerek bile yok. Açıklamadaki asıl çarpıcı nokta ise AB’nin Güney Kıbrıs’ı uluslararası anlaşmaları düzenleyebilecek adadaki tek egemen güç olarak görmesi. “Doğal” diyeceksiniz “bu sebeple Rumlar üye oldu”. Bu durumda AB’nin belgelerine giren BM çatısı altındaki Kıbrıs çözümüne yönelik ifadeler pullu bir yalandan ibaret. Adanın tümüne ait kaynaklardan sadece güneyin yararlanmasına göz yummak AB’nin de böylesi bir bölünmeyi alttan alta desteklediğini ortaya koyar. AB Kıbrıs sorununu çözecek güce sahip olmadığını gördü. Birliğin içindeki Türkiye karşıtı dinamikler ise mevcut durumla Ankara’yı Brüksel’den uzakta tutacaklarını pek ala biliyorlar. Öyleyse bu hesaplı bir terkediş değilse nedir? elcpoy?yahoo.fr İKİ ÖLÜM ARASINDA Sürece Muaviye’den yana bakanlar, onun “dindar önderlerin faziletlerine” sahip olmasa da, “İslam’ın gazvelerini enerji ile devam ettiren” niteliğiyle, “Arap imparatorluğunu sağlam temeller üzerine kurmuş”, “Arapları siyasi olduğu kadar sosyal bakımdan da hakim millet haline getirmiş” bir önder olarak yüceltirler (S. F. Mahmut, İslam Tarihi, Varlık Y., s.60). Esasen Muaviye’nin bu zaferi, gazveler ve fetihlerle gelen sonsuz zenginliğin ve bunun yeniden üretilmesi için gerekli dünyevi yaklaşımın zaferi olacaktır. Ali bu savaşı, geçmişten gelen büyük prestiji ve iki arada tutumuna karşın kaybetmişti. Bu noktada çocukları Hasan ve Hüseyin’in, peygamberin torunları olmaktan öte bir avantajları yoktu. Üstelik büyük oğul Hasan, adeta geçimliği karşılığındaki uzlaşıcı tutum sergileyerek babasının gerisine düşerken Muaviye iktidarının daha da kurumsallaşması ve meşrulaşmasını sağlayacaktı. Tabii buna rağmen potansiyel bir rakip olarak zehirletilerek öldürülecekti. Bundan da trajik olanı ise, dedesi Muhammed’in yanında gömülmesi vasiyetinin, yine dedesinin eşi Ayşe ve onu zehirleten Muaviye tarafından silahlı saldırganlıkla engellenmiş olmasıdır. Bu durum, Peygamberin torunlarının İslam’ın muktedirleri nezdinde ne denli ciddi bir zemin kaybı yaşadığının göstergesi olacaktı. İşte böylesi bir atmosferde Muaviye’nin (M. 680) ölümü, Hüseyin’i, Muaviye’nin oğlu olmaktan öte hiçbir meziyete sahip olmayan Yezit karşısında boyun eğmek veya itiraz etmek gibi, biri manen diğeri madden ölüm olan iki keskin seçenekle karşı karşıya bırakıyordu. Tabii salt siyasal toplumsal atmosfer değil, bizzat Yezit’in kendisi de, babasının uyarısı çerçevesinde Hüseyin’e başka bir seçenek bırakmıyordu. Muaviye, Hasan ile yaptığı anlaşmaya rağmen tahtını oğlu Yezit’e bırakırken, Onu, Ebubekir’in oğlu Abdurrahman’a, Ömer’in oğlu Abdullah’a, Abbas oğlu Abdullah’a, Zübeyr oğlu Abdullah’a, ama özellikle kendisine de biat etmemiş olan Ali oğlu Hüseyin’e karşı uyarıyordu. Bununla da kalmayıp egemen odakları sağlığında Yezit’e biat ettiriyordu. İşte kendisine hiçbir temsiliyet boşluğu bırakmayan bu tarihsel ortamda mağrur, eşitlikçi ve idealist Hüseyin, kendi şahsında toplumu da boyun eğdiren dayatmaya karşı (abisinden farkla) başkaldıracaktı. bırakan hesaplaşmasına tanıklık edecekti. Bu tarihten itibaren İslam egemenliği, iktidar sorununu monarşik bir kurumsallaşma olarak çözerken, günümüze uzanan mutlak bir bölünmeye uğrayacaktı. İslami egemenliğin bu kurumsallaşma ve bölünme dönemeci ise, kurucu peygamberinin soyunu katletmek gibi meşum bir operasyonla şekillenecekti. Kurucu peygamberinin torununu ve ailesini öldürmekle sağlanacak ‘başarı’ ise İslam’da monarşiyi resmileştirecekti. Hüseyin’in kuşkusuz şeriatçı bir mantalitenin sınırları içinde, ama eşitlikçi ve idealist bir yönelimle açtığı direniş bayrağının, hem halkın örgütsüzlüğü hem de devasa güçleriyle ciddi bir sınıf refleksi geliştirmiş egemenlerin temsilcisi Yezit karşısında hiçbir şansı yoktu. Ancak buna kuşatmayla onun hem ilerlemesini hem de geri gidişini engelleyecekti. Susuzlukla biata zorlanan Hüseyin ise, direnme kararlılığını sürdürecekti. Güray Öz ve Gürsel Köksal, Stuttgart’ta KIZLARIN ESİR, ZÜRRİYETİN MAKTÜL Bu Emevi kuşatması, (Peygamber tarafından cennetle müjdelenmişlerden Sad bin Ebi Vakkas’ın oğlu) Amr komutasında 4 bin kişilik ek bir güçle desteklenerek arttırılacaktı. Muharrem ayının 10. günü ise savaş fiilen başlayacaktı. Güçler arasında her ölçünün ötesinde bir eşitsizlik vardı. Hüseyin’in güçleri, bir kısmı çocuk ve kadın olmak üzere sadece 155 kişiden ibaretti (A. Gölpınarlı, İslam Tarihi, Der Y., s.452); bunların içinde savaşçı konumunda olanlar ise 32 süvari, 40 piyade olmak üzere 72 kişiydi. Karşılarında ise tam teçhizatlı, karnı tok 6 bin askerden oluşan bir ordu bulunuyordu. Sabah tan ağarırken başlayan savaş, bu eşitsizliğe karşın akşam gün batımına kadar sürer. Hüseyniler ruh hallerinin sonucu olarak adeta mucize örneği sergilerken Emevi ordusu, hem yaptıkları işe inançsızlık hem de savaştıkları kişinin Peygamberlerinin torunu olması nedeniyle tanrısal bir müdahale olabileceği korkusuyla savaşıyorlardı. Ancak her iki tarafın da umut ve korkuyla beklediği göksel yardım gelmeyecek ve akşam üzeri Hüseyin’in de ölümüyle savaş sona erecekti. Amr aldığı emir üzerine başta Hüseyin olmak üzere ölülerin başlarını keserek Kufe valisi Ziyad’a gönderecekti. İçlerinde Hüseyin’in tek sağ kalan hasta oğlu Zeynel Abidin ve kadınlar da bu paramparça cesetler arasından geçirilerek, boyunlarına takılmış zincirlerle önce Kufe’ye, ardından Şam’a Yezit’e götürüleceklerdi. Hüseyin’in kızkardeşi Zeynep, bu korkunç tablo karşısında kendini kaybetmiş şekilde, “Ya Muhammed, sana semanın melekleri salat ve selam götürsün. İşte Hüseyin’in kanlara bulanmış, uzuvları kesilmiş, kızların esir, zürriyetin maktül” diyerek çığlıklar atıyordu. (Mahmut Esat, İslam Tarihi, s.369) Yapılan vahşetin bilgisi yayıldıkça, iyice korkutulmuş halktan sessiz bir protestolar yükseliyor, “bu işte payı olanların asla cennet yüzü görmeyeceği” söyleniyordu. Kadınların Hüseyin için yaktığı ağıtlar, İslam coğrafyasını dolaşıyor, Yezit’in sarayında bile herkes yapılan haksızlığı kınayan yaklaşımlar sunuyordu. Öyle ki tepkilerin bu yaygınlığı Yezit’i bile korkutacaktı. Bunun üzerine, Hüseyin’in tek sağ kalan oğlu ve diğer esirlere olan davranışını değiştiren Yezit, onları giydirip doyurup, her isteklerinin karşılanacağı sözü vererek asker refakatinde Medine’ye uğurlayacak, bütün suçu da Kufe valisi olarak bu katliamla görevlendirdiği İbn Ziyad’ın üstüne atarak sorumluluktan kurtulma yoluna gidecekti. ‘Avrupa, medya ve Türkiye’ STUTTGART (Cumhuriyet) Stuttgart Alevi Kültür Merkezi (SAKM) tarafından düzenlenen bir toplantıda, savaş sürecindeki Avrupa’dan görünüm, medyanın rolü ve Türkiye kökenli insanların tavırları masaya yatırılacak. Kısa bir süre önce Irak savaşı sürecini işleyen “Salı Sabaha Karşı” başlıklı kitabı yayımlanan Cumhuriyet Gazetesi Sorumlu Yazıişleri Müdürü Güray Öz ile Avrupa Türk Gazeteciler Birliği (ATGB) Başkanı Gürsel Köksal (Milliyet) ve Avrupa’da yayımlanan Cumhuriyet Hafta gazetesinin Yazıişleri Müdürü Osman Çutsay, kısa birer sunum sonrasında okurlarla Türkiye, Avrupa, medya ve Avrupa’daki Türkiye kökenli toplumun tutumuna yönelik gelişmeleri tartışacak. 11 Şubat 2007’de ve “Glockenstr. 10, 70376 StuttgartBad Cannstadt” adresindeki SAKM’de gerçekleştirilecek olan toplantı saat 15.00’te başlayacak. Toplantıyla ilgili ayrıntılı bilginin 0711 42 9142 numaralı telefondan alınabileceği bildirildi. Öte yandan aynı gün ATGB’nin Baden Württemberg örgütlenmesine ilişkin olarak saat 11.00’de de bir toplantı gerçekleştirilecek. Ulmerstr. 241, StuttgartWangen adresindeki Arena Kültür Merkezi’nde yapılacak toplantıda ATGB Başkanı Gürsel Köksal derneğin son dönemdeki atılımları ve Türk medyasındaki gelişmelerle ilgili bilgiler verecek, katılımcılarla görüş alışverişinde bulunulacak. Bu toplantıyla ilgili olarak da 0174 9100936 numaralı telefondan bilgi edinmek mümkün. Kerbela, özellikle 16. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun Batınî inançlı insanları nezdinde de kimlik kurucu bir misyon yüklenmiştir. Nitekim bu zamandan beri Anadolu Alevileri, Kerbelayı 12 günlük Muharrem orucu ve matem olarak anıyorlar. rağmen sergilediği ölümüne kararlılık, İslam kültürel coğrafyasının sonraki şekillenmesine damgasını vuracaktı. Önce Medine’de biat etmeye zorlanacak olan Hüseyin’in çevresinde, etkin bir baskı çemberi oluşturulacaktı. Giderek daraltılan bu çember, savaşlardan, bölünmelerden, hayal kırıklıklarından yorulmuş halkın Hüseyin’e verdiği desteğin de azalmasını sağlayacaktı. Bu nedenle Mekke’ye göçecek olan Hüseyin, süren baskılar nedeniyle orada da tutunamayacaktı. Nihayet Kufe şehrinden destek bulunca yakın çevresini alarak yollara düşecekti. Ancak Yezit, Hüseyin’in bu yönelimi üzerine Basra valisi Abdullah bin Ziyad’ı Kufe’ye vali atayıp onun aracılığıyla terör politikası uygulayarak Kufe’de kontrol kuracaktı. Hüseyin’in Kufe’ye yolladığı temsilcisi Müslim bin Akl’i yakalatıp işkenceyle saf değiştirmeye zorlayacak, başaramayınca da kafasını kesip cesedini Kufe’de dolaştırarak halkı yıldıracaktı. Böylece Hüseyin’in şehirle bağlantısı da kesilmiş olacaktı. Diğer yandan Kufe yolundaki Hüseyin’i, Kerbela denilen yerde, Fırat’ın kenarında ama suya ulaşmasını olanaksızlaştıran bir kuşatma içine alacaktı. Hurr bin Yezit komutasındaki 2 bin kişilik Emevi ordusu, bu Frankfurt 2008 hazırlıkları ilerliyor Kültür servisi Türkiye’nin konuk ülke olarak katılacağı 2008 Frankfurt Kitap Fuarı için hazırlık çalışmalarını sürdüren yayıncılık ve yazar örgütleri Türkiye Yayıncılar Birliği’nin İstanbul Cağaloğlu’ndaki merkezinde yaptıkları toplantıda bazı ilke kararları alırken düzenleme ve yürütme kurullarını belirlediler. Düzenleme Kurulu’nda çalışmalara katılan tüm örgütler ile Kültür Bakanlığı temsilcisi yer alacak. Türkiye Yayıncılar Birliği’nden Çetin Tüzüner ile Müge Sökmen, Basın Yayın Birliği’nden Münir Üstün, Türkiye Yazarlar Sendikası’ndan Enver Ercan, PEN Yazarlar Derneği’nden Sezer Duru, Edebiyatçılar Derneği’nden Yaşar Bodur, Çevirmenler Birliği’nden Mehmet Moray, Çocuk ve GençlikYayınları Derneği’nden Nur İçözü, BESAM’dan Egemen Berköz, EDİSAM’dan Metin Celal, İlesam’dan İhsan Işık, Yayıncılar Meslek Birliği’nden Tuğrul Paşaoğlu, Basın Yayın Meslek Birliği’nden Ahmet İyioldu ve TEYD’den Niyazi Şimşek’in katıldığı toplantıda yürütme kurulunda Müge Sökmen (TYB), Münir Üstün (BYB), Enver Ercan (TYS), Vecdi Sayar (PEN) ve İhsan Işık’ın (İLESAM) yer alması, kurulun başkanlığını da Müge Sökmen’in üstlenmesi kararlaştırıldı. Toplantıda alınan diğer iki önemli karar; bütün örgütlerin etkinlik önerilerini kısa süre içinde düzenleme kuruluna iletmeleri ve TÜYAP ile İTO’nun da hazırlık çalışmalarına katılmaya davet edilmeleri oldu. MEŞUM BİR OPERASYON Bu bağlamda 680 yılı, İslam tarihinin, daha Peygamberin ölümüyle başlayan merkezdeki iktidar kavgasının en önemli ve en çok iz
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear