25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

14 Derin dönüşüm MEHMET ZAMAN SAÇLIOĞLU Bir sabah mutlu düşlerden uyanan Hamza Geridur, gözlerini açtığında, evinde, yatağında değil de düşünde gördüğü deniz kıyısında, kumların üstündeki şezlongda sandı kendini bir an için; ama yatağının karşısındaki duvarda asılı, bilardo oynayan köpeklerin resmini görünce kendi yatak odasında olduğunu anladı. Yatakta yalnızdı. Karısı önceden kalkmış ve her günkü gibi çocukları uyandırıp okula göndermiş, şimdi de kendi kahvaltılarını hazırlıyor olmalıydı. Yatağın içinde iri bir kedi gibi gerinirken bir gariplik hissetti Hamza. Her zamankinden farklı bir şey vardı bedeninde. Biraz daha gerindi; ama sanki bu gerinen kendisi değil de başkasıymış duygusuna kapıldı. Ayaklarını yataktan sarkıttı, terliklerini giydi, doğrulurken iyice duyumsadı farklılığı. Dünyaya her zamankinden daha alçaktan bakıyordu sanki. Eskiden, dün geceye kadar dünya bu açıdan görünmüyordu Hamza’ya. Ellerine takıldı gözü, şaşırdı. Ne kadar narinlerdi bunlar böyle!.. Telaşla pijamasını sıyırıp kollarına bakınca soluğu daraldı. Başkasının kollarıydı bunlar. O güzelim iri kolları incelmiş, pazıları yok olmuş, kılları dökülüp birkaç tüy kalmıştı derisinde. Soluk soluğaydı. Telaş içinde yatak odasının bitişiğindeki banyoya gitti, karısı gelip girmesin diye kapıyı kilitledi. Korka korka aynanın önüne geçti ve orada donakaldı. Evet, aynada gördüğü adam kendisine benziyordu ama çok da farklıydı. Küçülmüş, incelmiş, narinleşmiş bir ‘‘kendisi’ydi bu. Telaşla: ‘‘Allahım, Allahım, ne oldu bana böyle?’’ diye yüzünü, ellerini, tüm bedenini yokladı. Ter içinde kalmıştı. Heyecandan göğsü inip kalkıyor, kalbi yerinden fırlayıp gidecekmişçesine çarpıyordu. Hiç hava alamıyor gibiydi. Kapıyı açmak için eli kilide gitti; ama karısının gelebileceğini ve kendisini, daha kendisinin bile anlayamadığı bu durumda göreceğini düşünerek vazgeçti; uzandı, klozetin üstündeki küçük havalandırma penceresini açtı. Burnunu pencereye doğru yaklaştırıp karanlık havalandırma boşluğundan gelen serin, nemli, kirli havayı içine çekti derin derin. Baş döndürücü kokusuyla bu karanlık boşluk, çok eski zamanlardan kalan bir şeyleri kıpırdattı içinde. eniden aynanın karşısına döndü. Yüzü incelmişti, kendisinin sakal ve bıyık dediği, ama yakın arkadaşlarının ayı kılı diyerek şakalaştıkları kıllar gitmiş, ince, cılız bir bıyık; seyrek, ince kıllı sakallar gelmişti yüzüne. Saçları eskisi gibi gür değildi. Uykuda karışmış, başına yapışmıştı. Derin bir soluk daha aldı, ‘‘Sakin ol Hamza’’ dedi kendi kendine. ‘‘Bu bir düş olmalı. Aslında uyanmadın, hâlâ uyuyorsun, derin bir uykudasın. Şimdi kendini uyandır.’’ Önce dilini ısırdı, olmadı. Sonra sıkı bir tokat attı yanağına, yine olmadı. Uyanamıyordu. Bir yerimi kessem, diye düşündü ama cesaret edemedi. Pijamasını ve külotunu sıyırıp klozete otururken bakışları bacaklarının arasına takıldı. O anda yine sıkıştı soluğu. Hayır bu olmamalıydı. Bu kadar küçük olamazdı. Eliyle tuttu, çekiştirdi, neredeyse ağlayacaktı. Kadınları acıdan inletmekle övündüğü kalın, iri organı gitmiş, bir erkek çocuğun pipisi gelip oturmuştu oraya. Üstelik bunun da kılları azalmıştı. Pijaması dizlerinden kayıp yere inince bacak kıllarından da çok azının yerinde durduğunu gördü. Bu hayatındaki en büyük karabasandı. Yaşamı boyunca sahip olmakla övündüğü her şey, ona ve başkalarına nasıl bir erkek olduğunu gösteren her şey kaybolup gitmiş; dalga geçtiği salon erkeklerinden biri olup çıkmıştı. ‘‘Nasıl olsa düşteyim, gidip yatayım bari’’ diye geçirdi içinden. ‘‘İdrara sıkışıp kalktım sabahın bir saatinde, kâbus görüyorum mutlaka. Uyursam, uyandığımda bunlardan kurtulurum’’ dedi banyonun kapısını açarken. Gitti yatağına yattı, sağına soluna döndü, uyumaya çalıştı; ama uyuyamıyordu. ‘‘Ne biçim şey bu yahu!’’ dedi kızgınlıkla. ‘‘Nasıl bir düş ki bu, ne uyandırıyor ne uyutuyor?’’ Yatağın yanı hâlâ boştu. Karısına seslendi içeriye doğru; ama hiçbir yanıt gelmedi. Bir daha seslendi, yine yanıt alamadı. ‘‘Ne olursa olsun, kalkacağım’’ dedi kızgınlıkla; kalktı, mutfağa yöneldi. Kimse yoktu. Ne çay vardı ocakta, ne de masada kahvaltı. Yine şaşırdı. ‘‘Allah Allah, çok garip, nerede ki bizim hanım?’’ dedi yüksek sesle. Bir an durdu, sonra; ‘‘Herhalde çocuklarla okula gitmiştir, belki bir toplantı filan vardır’’ deyip yine banyoya yöneldi. Duvar saatine baktı, şoför birazdan gelirdi kendisini almaya. Demek çalar saat çalmamıştı, üstelik önemli bir şey olmuştu ki, karısı da uyandırmadan gitmek zorunda kalmıştı. Tıraş bıçağını aldı, sakallarını köpürttü, her zamankinin yarısı kadar sürede işini bitirdi. ‘‘Demek bu ince sakallıların işi böyle kolay oluyormuş’’ dedi içinden. Hemen oradaki gülsuyunu aldı, kapağını açtı, tam avcuna dökecekken canının bu sabah bu kokuyu istemediğini fark etti. Aynanın önünde duran, oğlunun henüz sakalları bile çıkmadığı halde her sabah süründüğü losyona gitti gözü. Aldı, kokladı, kokusu gülsuyundan daha güzel geldi burnuna. Avcuna boca etti, yanaklarına, gerdanına, ensesine bol bol sürdü. Ayda yılda bir yaptığı bir işi yapmak istedi. Diş fırçasını aldı aynanın önünden, dişlerini fırçaladı. Ağzındaki ferahlık hoşuna gitti. ‘‘Zevklerim de mi değişti benim yoksa?’’ diye sordu kendine. Üstünden o ilk şaşkınlığı atmış gibiydi. Banyodan çıktı, mutfağa gitti. Canı bir şey yemek istemedi. Her sabah boğalar gibi acıkmış olarak uyanırdı ve karısı önüne yağa kırılmış dört yumurta ile bir ekmeğin değişmez olduğu zengin kahvaltısını koymadan keyfi yerine gelmezdi. Buzdolabına baktı. Süt şişesini çıkardı. Bir bardak süt koydu, soğuk soğuk içti. Duyduğu ferahlık artmış, bedeni dinçleşmişti sanki. Daha hafif hissediyordu kendini. ‘‘Demek kilolarım fazlaymış’’ dedi, gülümseyerek. Sabah ilk uyandığında duyduğu kısa mutluluk geri gelmiş, bedenindeki bu değişimi nedense hemen benimsemişti. ‘‘Bu da güzelmiş’’ dedi keyifle. Gardırobu açtı, yalnızca birkaç parça giysi duruyordu askıda. Onlarca koyu renk takım elbisesi, renkli geniş kravatları nereye gitmişti? Şu kısacık sürede şaşırtıcı o kadar çok şey yaşamıştı ki, bunun üzerinde durmadı bile. Pantolonu, gömleği ve kısa ceketi aldı, orasına, burasına baktı, bir çırpıda giyindi. Bir gün önce olsaydı, karısına bağırır, ‘‘Benim şu gömleğimi çıkar, kravatımı ver, bu gömlek neden ütülü değil, ceketimi tut, çoraplarım nerede’’ gibi birbirinin ardına sıralanmış sorularla ve isteklerle kadının iki ayağını bir pabuca sokardı. Teşekkür etme alışkanlığı hiç yoktu. Sanki tüm çevresi ona hizmet etmekle, onun yaşamını kolaylaştırmakla yükümlüydü. Hiçbir hizmetten memnun kalmadığını her durumda göstererek yanındakilerin, en başta da karısının ona sürekli kendini beğendirmek için çalışmasını sağlardı. Karısı aklına gelince gülümsedi. Merakı azalmıştı, aslında umursamıyordu. Yalnızlık hoşuna gitmişti. Başucundan kol saatini aldı, işe gitme zamanı geçmişti neredeyse; ama şoför gelmemişti. ‘‘Belki gelmiştir de aşağıda bekliyordur’’ dedi, içinden. Nedense bu sabah işe gitmek de istemiyordu. Koskoca Hamza Geridur, İçişleri Bakanlığı’nda genel müdür, yılların bürokratı, bakanlığın vazgeçilmez yöneticisi Hamza Geridur, sabah olsun da işe gitmek istemesin! Buna kendisi de şaştı. Evden çıktı, asansöre bindi, aşağı kata indi. Kapıdaki bekçi, Hamza’nın yüzüne baktı; ama tanıyamadı. Sonra, ne olur ne olmaz diye selam verdi. Hamza Bey’in bir yakını olabilirdi. Yüzü onu andırıyordu. Hamza da başıyla selamlayarak bekçinin yanından geçti, dışarı çıktı. akam otomobili yoktu ortada. Buna da aldırmadı. İşe gitmeme isteği, içinde daha da büyüyordu. Apartmanın yanındaki pastanenin önünde duran komşusu kendisine bakmamıştı bile. Daha doğrusu görmüş ama selam vermemişti. ‘‘Beni tanıyamadı, nereden tanısın, ben bile kendimi tanıyamadım ki’’ dedi, kıs kıs gülerken. Yolun karşısına geçti, bir taksiye bindi. ‘‘Limana çek’’ dedi şoföre. Der demez de aklına para geldi. Elini iç cebine attı, cüzdanı yerinde duruyordu; içinde de hatırı sayılır para vardı. Rahatladı. Aklına bu kez kimliği geldi. Cüzdanın her zaman koyduğu gözünde kimliğini buldu. Çıkardı, gözü kimlikteki fotoğrafına takılınca şaşırdı. Bu kendisiydi. Ama eski kendisi değil, yeni kendisiydi. İşte o zaman başı dönmeye başladı. ‘‘Deliriyorum galiba’’ dedi. ‘‘Bu nasıl olur? Bu ben miyim, değil miyim, değiştim mi, değiştiğimi mi sanıyorum? Bu fotoğraf bensem, eskiden ben olduğumu sandığım kişi kim? Ben buysam beni neden tanımıyorlar?’’ Kafasının içinde sinekler vızıldıyordu sanki. Kimliğe bir daha baktı, o zaman adının da farklı olduğunu gördü. Adı aynıydı ama soyadı başkaydı. ‘‘Hamza Gidedur’’. Şaşkına dönmüştü. Adını Hamza Geridur olarak anımsıyordu. Sabah uyandığında değiştiğini düşünürken aslında değişmediğini ama kendini bir başkası sanıyor olabileceğini düşünmek, onu bir yandan rahatlatmış, bir yandan da aklını yitirdiği kuşkusunu doğurmuştu. e yapacağını bilemiyordu. Bakanlığa gitmeyi düşündü bir an, hemen vazgeçti. Sandığı gibi bakanlık genel müdürü olmayabilirdi. Polise mi gitmeli acaba, yoksa muhtara mı diye düşünürken otomobilin yavaşladığını fark etti. Limana yaklaşmışlardı. Birkaç yüz metre ileride, kente birkaç gün için uğramış olan yabancı bandıralı gemiler, tel örgülerin ardındaki iskelelerde bağlı duruyorlardı. Gemilerden birinin adı dikkatini çekti Hamza’nın. ‘‘Eterne’’. Gemi, hiç tanımadığı bir bayrak taşıyordu direğinde. Bayrağın üzerindeki renkler ve şekiller rüzgârın her hadı Hamza’yı. Parasını ödeyip taksiden indi, limanın gümrük kapısına doğru ilerledi. Elini ceketinin sağ iç cebine soktu. Ne de olsa eski bir alışkanlıktı. Sol iç cebinde her zaman cüzdanı, yurtiçinde gereken en önemli belgeleri ve kimlikleri, sağ iç cebinde de pasaportu olurdu. Pasaportu eline geldi, çıkardı, aralayıp resmine baktı. Yine aynı resmi ve aynı yeni adı gördü. ‘‘Hamza Gidedur’’. Kapıya yaklaşmıştı. Ceketinin sağ dış cebine soktu elini, bileti buldu. ‘‘Liberte’’ yazıyordu üstünde. Pasaportunu kapıdaki memura uzatırken, ‘‘Benim biletim Liberte’ye idi ama gelirken göremedim, ne tarafta acaba’’ diye sordu. Memur pasaporta bakmadı bile. ‘‘Liberte yerine Eterne demir alacak bugün, yeriniz onda ayrıldı’’ dedi, iyi yolculuklar diledi. Hamza, sabah uyandığı zaman yaşadığı şaşkınlıktan hızla uzaklaşıyordu. Artık her şey ona olağan geliyordu. Hatta olağandan da öte, sanki biraz sonra olacakları biliyordu. Çok ileriyi değil ama biraz sonra olacağı. Buna tam olarak bilmek de denmezdi aslında. Duygularıyla ve duyularıyla bir düşün içinde yol alıyor gibiydi. Yazgı, onun bir adım önünden yürüyor, onu olayların içinden öylesine geçiriyordu ki Hamza hiçbir şeye şaşmıyordu. er şey olması gerektiği gibi oluyordu. Uyandığı sırada gördüğü düşe doğru gittiğini, bilmeden biliyordu. Gemiye girerken kapının yanında duran ilginç adamı tanır gibi oldu. Yakasındaki etikete baktı, ‘‘Franz Butterbaum’’ yazıyordu etikette. ‘‘Bir yerden anımsıyorum bu adı’’ dedi içinden Hamza; ama üstünde durmadı. Sanki geminin içini biliyormuş gibi, alışkın adımlarla üst kata çıktı. Lüks kamaraların olduğu koridora girdi. Bir kamaranın önünde durdu. Kapıyı çaldı. Güzel bir kadın açtı kapıyı. Gizemli bir sesle: ‘‘Giredur Samsa’’ dedi. Hamza: ‘‘Sevgilim, sonunda?’’ diyerek içeri girdi, kapı arkalarından kapandı. Hamza’nın Froylayn Bürstner’in kollarında ‘‘Samsa’’ olduğu sırada, gemi, içinde o sonsuz özgürlüğe giden sayısız insanla limandan demir aldı yavaş yavaş. Limanın büyük ağır kapısı bir başka gemiye kadar kapandı. Hamza Geridur’un bakanlıktaki odasının önünde hemşerileri bekliyordu. Memleketten iş takibi için gelmişlerdi. Özel kalem müdürünün söylediğine göre genel müdür Hamza Bey, eski genel müdür ile görüşüyordu. Sabah erken saatlerde bakanlığın kendinden önceki genel müdürü ile bir başka bakanlığın kendinden hayli yaşlı ama hâlâ görevdeki genel müdürü gelmişler, Hamza Bey ile derin bir konuşmaya dalmışlardı. Hemşeriler beklemekten sıkılmışlardı ama yapacak bir şey yoktu. Aslında beklemelerinin boşa gitmeyeceğini biliyorlardı. Ne zaman gelseler Hamza Bey sorunlarını çözmüştü. Kaç yılın bürokratıydı tabii. Bürokrasiyi, tüm bakanlıklardaki bürokratları ve işlerin nasıl yürüdüğünü ondan daha iyi bilen bir başkası yoktu. Uzun yıllardır bakanlıktan kaç bakan, kaç müsteşar geçmiş ama o hep yerinde kalmıştı. Bakanlığın yalnızca işlerini değil, en derin köşelerindeki saklı, eski dosyaları bile bilirdi Hamza Bey; ne zaman hangi dosyanın işe yarayacağını da? Genel müdür odasında Hamza Bey, arkasına yaslanmıştı. Maroken koltuğunu dolduran iri bedeniyle, kapitone bordo panonun önünde bütün haşmetiyle oturuyordu; ama karşısındaki eski genel müdürden gözlerini kaçırıyor, yere bakıyordu. Çift kapı olduğu halde, ses odadan dışarı sızmasın diye fısıldayarak konuşuyorlardı. Derin devlet sorunlarıydı konuştukları. Eski arkadaşlardı hepsi. Konuk genel müdürler, koyu renkli parlak giysileri içinde, Hamza Bey’in karşısındaki geniş siyah koltuklara gömülmüşlerdi. Onlarda da yılların devlet adamlığının getirdiği ağırlık vardı. Yavaş konuşuyorlar, söyledikleri en önemsiz sözü bile yılların onlara verdiği birikimle önemli bir hale getiriyorlardı. ‘‘Bak Hamza, eski günleri hatırla’’ diyordu emekli genel müdür, kısık ve Hamza’nın ciğerlerinde titreşim yaratan bir sesle. ‘‘Ölmek üzereydin, seni kim kurtardı? Herkes seni öldü bilirken yaralarını iyileştirip kabuklarını kim sertleştirdi? Seni tabiatına en uygun loş koridorlarda, tozlu dosya depolarında, eski memur masalarının çekmecelerinde kim besleyip büyüttü? Kâbuslar içinde yaşıyordun, çevrenle uyumsuzdun, intihar etmeye kalkmıştın. Seni nefret ettiklerinle, korkularınla kim barıştırdı, kim seni korkunla, nefretinle uyumlu böyle bir işe yerleştirdi? Kıytırık bir pazarlamacı böceğiyken kim senden koskoca bir genel müdür yarattı? Söylesene Hamza, kim?..’’ H amza Bey yutkunarak yanıtlıyordu: ‘‘Siz efendim? Size çok şey borçluyum. Emin olun bir daha olmayacak.’’ ‘‘O zaman beni dinleyeceksin. Âşık olmak bize yaramaz Hamza. Aşk insanı yumuşatır. Aşk insanı acizleştirir. Acizleşen memur görevini iyi yapamaz, bakanlığa yararlı olamaz. Aşk insandaki sertliği alır götürür. Biz bu sertliği kolay elde etmedik. Ne kadar sert olursan o kadar derin delikler kazarsın. Derinlik en önemli meziyettir. Ser verip sır vermemek, devletin ağırlığını, önemini her sözde, her davranışta göstermek en önemli meziyetidir bir genel müdürün. Kapılar çifttir ama sizin dilinizin kapıları çift kere çifttir. Gönlünüzün kapıları ise çift kere çift kere çift olmalıdır. Ancak o zaman devlet emniyettedir. Bak, bunu bir söz olarak alıyorum Hamza? Bir daha âşık olmak yok!.. Sen evli adamsın. Evli olmasan da âşık olmak yok, evli olsan da karına bile âşık olmak yok. Aşk tehlikelidir, anladın mı? Söyle, anladın mı?..’’ ‘‘Evet anladım, emin olun bir daha olmayacak’’ diye yanıtladı Hamza Bey, kısık bir sesle. O yüce görünüşü kaybolmuş, kendinden daha ufak tefek eski genel müdürün karşısında boynu bükülmüştü. Neredeyse yerin dibine girecekti. Eski genel müdür bir daha sordu: ‘‘Eminsin değil mi? Geri gelmeyecek içindeki şu yumuşak âşık bir daha. ak, âşık olduğun gün pencerelerini açmıştın bu odanın. Işık giriyordu içeri. Işığın fazlası bize iyi gelmez. Sonra, yıllarımızı verdiğimiz, yavaş yavaş oluşturduğumuz bu loş ve ağır, devlete layık bakanlık binasının havası değişir. Bu güzel bürokrasi güçsüzleşir. Oysa senin görevin bunları korumak. Gönderdin gitti o âşığı, eminsin değil mi?’’ ‘‘Eminim efendim. Eski bir dostun gemisinde yer ayırttım, sevgilisiyle birlikte gönderdim. Birkaç dakika önce hareket etti gemi, size söz veriyorum bir daha olmayacak. Gittiği yerden geri dönmeyecek.’’ ‘‘O zaman bize müsaade’’ dedi, yaşlı genel müdür ayağa kalkarken. Hamza Bey de hemen doğruldu, koşup eski dostunun ellerine sarıldı, eğilip öpmeye başladı. Yaşlı genel müdür, elini defalarca öpmesine izin verdi Hamza’nın. Eli öpüldükçe, sırtı seğiriyor, kolları sallanıyor, sırtında kabuk gibi duran koyu renk elbise hareketleniyordu. Genel müdürlerin giysileri, kalın perdelerin arasından güçlükle giren ışıkta, üç dev kara böceğin kanatları gibi parlayıp sönüyordu. C öykü HAZİRAN CUMA ESİNTİLER ZEYNEP ORAL Mutluluk Anları S N K İ M Y Mehmet Zaman Saçlıoğlu 1955 yılında doğdu. TED Ankara Koleji’nin ardından, 1977’de Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nu bitirdi. Aynı yıl başladığı akademik yaşamını Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör olarak sürdürüyor. Saçlıoğlu, Gent Kraliyet Akademisi’nde (Belçika, 1992) ve Wollongong Üniversitesi’nde (Avustralya, 1994) kısa sürelerle konuk öğretim üyeliğinde bulundu. Saçlıoğlu’nun ilk şiir kitabı Günden Önce, Yazko Yayınları’ndan çıktı (1985). Çeşitli dergilerde şiirleriyle ve öyküleriyle yer alan Saçlıoğlu, 1993’te Vüs’at O. Bener ile birlikte Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne, Yaz Evi adlı kitabıyla (1994) Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görüldü. İkinci öykü kitabı, Beş Ada adıyla yayımlandı (1997). Topaç adlı öyküsüyle Haldun Taner Öykü Ödülü’nde 1. oldu (1998). İkinci şiir kitabı Sarkaç ile üçüncü öykü kitabı Rüzgâr Geri Getirirse 2002’de yayımlandı. Yazarın ayrıca Prof. Dr. Türkân Saylan ile yapılmış “Güneş Umuttan Şimdi Doğar” adlı uzun söyleşi kitabı bulunmaktadır. H KİMDİR? reketiyle değişiyordu. Biraz dikkatli bakınca bayrağın üstünde, tarihteki, şimdiki ve büyük olasılıkla gelecekteki tüm devletlerin bayraklarının görünüp kaybolduklarını fark etti. Bu şaşırtma B M anatın büyüsünü insanın bedeninde, ruhunda, iliklerinde hissetmesi herhalde yeryüzünün en büyük mutluluklarından biri... Dün sizleri Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’nde Lorca ve Beckett arasında bir gezintiye çıkarmıştım. Bugün bir an için festivalden ayrılıp, geçen haftanın benim için unutulmaz anlarına götürmek istiyorum hepinizi... İstiklal Caddesi’ndeyim. Ah hayır! Bitmek tükenmek bilmeyen kazıları, toprak yığınlarını, her bir taşı sökülüp yeniden yerine konan, yeniden sökülen yeniden konan, Çin graniti olmadı gelsin daha pahalı daha Türk granit fasıllarını, canım caddenin rezilliğini görmeyin, kapayın gözlerinizi! Kör kör ilerleyip engelleri aşın ve atın kendinizi St. Antoine Kilisesi’nin oraya. Girin avluya. Çepeçevre ‘St. Antoine Kilisesi Apartmanları’ diye bilinen yapının ikinci katına çıkın. Ansızın kendinizi bambaşka bir dünyada bulacaksınız. Burası Dolorez Sanchez ve İskender Çayla’nın evi. İçinde yaşadıkları ev... Onları tanımasanız da fark etmez. Oradasınız, çünkü bir ‘ev konseri’ için bilet almışsınız. Önce evin terasına çıkıp, bir yandan şarabınızı yudumlarken bir yandan da sizin gibi ev sahibini tanımayan ama konser dinlemeye gelmiş insanlarla birlikte, gün batımında, yeryüzünün en güzel kentinin, en güzel mimarisiyle büyüleniyorsunuz... Konser saati geldiğinde, içeri girip salona yerleştirilmiş iskemlelerde yerinizi alan 70 kişiden birisiniz. Karşınızda ‘Hermitage Solistleri’. Adlarına bakmayın Moskova’dan gelmişler... Usta sanatçılardan flüt, keman, viyola ve viyolonsel dörtlüsünün yorumladığı Mozart parçalarını dinlerken, sizi bilmem ama, ben ‘Hiç bitmesin, hiç bitmesin’ diye dua ediyordum... Bu başka dünya, Hakan Erdoğan’ın bir prodüksiyonuydu. Müzik tarihinde önemli bir yere sahip olan ev konserleri geleneğini, ilk kez 2004 yılında, ‘İstanbul Bach Günleri’ kapsamında uygulamıştı. O günden sonra pek çok sanatsever evini bu konserlere tahsis etmeye aday olmuştu... Bu kez, Mozart yılı nedeniyle ‘KayraIch Liebe Amadeus’ başlığı altında (Amadeus’u seviyorum demek... Neden Almanca, bilemiyorum...) farklı mekânlarda Kayra Şarapları’nın desteği ile üç ev konseri ve Arkeoloji Müzesi’nde Gala Konser düzenlenmişti. Yukarıda sizlerle paylaştığım ilk konseri, Müjde Mısırlı ve Kasım Zoto’nun Sultanahmet’teki evinde ve Aydın Kandemir’in Tünel’deki evindekiler izledi. Ben yalnızca ilkine gittim ve büyülendim... Mozart eve, ev Mozart’a müthiş yakışmış ve bu ‘yakışıklılık’, bu uyum, Hermitage Solistleri’nin duyarlığıyla taçlanmıştı. ??? Geçen haftanın mutlu anlarından bir başkası Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali çerçevesindeki Zeynep Tanbay Dans Projesi’nin sunduğu ‘4 Ayak’ adlı eserdi. Koreograf, dansçı, eğitmen Zeynep Tanbay, kendi alanında benim için öncü sanatçılardan biri. Akbank Sanat’la buluşması, Akbank’ın desteğiyle kendi yerleşik topluluğunu kurabilmiş olması, hepimiz için müthiş bir nimet! Hemen belirteyim, geçen sonbaharda seçtiği on dansçıyla, bunca kısa zamanda böylesine güçlü bir ‘ensemble’ yaratabileceğine pek inanmıyordum. Yanılmışım. ‘4 Ayak’, yani biz iki ayaklıların yaşamımızın çoğunu geçirdiği iskemleler, masalar, banklar... Zeynep Tanbay, koreografisinde 4 ayaklılarla 2 ayaklıların ilişkisini irdelerken insanoğlunun bin bir halini de gözler önüne seriyor: Dört ayak üzerine düşenler, tutunamayanlar, kenarda kalanlar, dışlananlar, üste çıkanlar, altta kalanlar, ezenler, ezilenler... Özetle, bedencisim ilişkisi diye başlayan olay bir bakıyorsunuz insaninsan ilişkisine dönüşüvermiş... Ancak Zeynep Tanbay yaptığı seçimlerde (müzik seçimi, ışık, renk, aksesuvar, ritim, devinim seçimlerinde) öylesine titiz ve bilinçli ki, bir yandan çok katmanlı izlenimlere açılırken bir yandan da ne anlattığıyla, nasıl anlattığını eşsiz bir biçimde bütünlüyor. Bu bütünlükte asla izleyiciyi sınırlamıyor, denetlemiyor, tam tersine izleyicinin düş gücüne, çağrışımlarına sonsuz bir özgürlük tanıyor. Her biri hem tek başına, hem de bütün bir parçası olarak, sonsuz disiplinli on dansçısının hiç olmazsa adlarını belirtmeliyim: Alper Marangoz, Ayşegül Güryüksel, Ece Gözmen, Esra Yurttut, Evrim Akay, Gizem Erdem, Gizem Erden, Korhan Başaran, Önder Çevik, Pınar Güremek... Türkiye’de bir tek isim üzerine kurulu bu ilk modern dans topluluğu yaşamımıza başarılı bir sınavla girdi. Uzun ömürlü olmasını diliyorum. www.zeyneporal.com faks: +900212 257 16 50
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear