Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
4 2 NİSAN 2006 / SAYI 1045 Demet Evgar zamanı... Esra Açıkgöz emet Evgar, “Beyza’nın Kadınları”nda dört kişiliğe sahip bir kadını canlandırıyor. Bir karede dindar, bir karede hafifmeşrep, bir karede kırık bir çocuk, bir karede mutlu evlilik süren bir kadın... Demet Evgar, konservatuvar mezunu bir oyuncu. İki reklam filmi, üç de dizide oynadı. Sinemaya Mustafa Altıoklar’ın “Banyo” filmiyle girdi, şimdi de “Beyza’nın Kadınları” ile beğeni topluyor. Ona göre herkesin bir zamanı var ve şimdi zaman onun için işliyor. D Mustafa Altıoklar’ın yönettiği film, bir polisiye gerilim. Türkiye yapımı polisiye gerilim olur mu diye tartışıladursun, herkesin hemfikir olduğu nokta Demet Evgar’ın iyi rol çıkardığı. Üstelik bu Evgar’ın ikinci sinema filmi. Ona göre bir oyuncudan pek çok kişilik çıkabilir, yeter ki, iyi gözlem yeteneği ve hayattan beslenme gücü olsun. O yüzden mümkün olduğu kadar hayatın içinde olmayı seviyor. Bir de başarı ya da başarısızlık, hırs gibi kavramlara çok takılmadan anı yaşamayı. İşte Demet Evgar’ın son filmi ve hayat üzerine anlattıkları... Bir aydır hemen hemen her gazetede yüzünüzü görüyoruz. Yine de bütün bunların arasında “Demet Evgar kimdir?” sorusunun yanıtı pek yok. 19 Mayıs 1980 Manisa doğumluyum. Liseye kadar Manisa’da okudum. Ondan sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nü bitirdim ve Kenter Tiyatrosu oyuncusu oldum. Konservatuvardayken Haldun Dormen’in desteği ile kurduğumuz Tiyatro Kılçık’ta hem yazarlık, hem de oyunculuk yapıyorum. Yedi yıldır da barda oynuyoruz. Nedir oyunculuğa başlama hikâyeniz? Bu çok insiyaki bir şeydi. Anne ve babam çok geç çocuk sahibi olmuşlar. O yüzden ben doğunca birden şöhret edinmişim. Daha çocukken, içine girdiğim her durumda kendime bir rol seçerdim. Zamanla baktım ki, rolüne girdiğim her şeyi olmak istiyorum, biri olmak bana yetmeyecek, oyuncu olmaya karar verdim. Bir röportajda “Artık zamanım gelmişti” demişsiniz. İki reklam filmi, üç de dizide oynadınız. O zamanlar sizinle ilgili pek bir şey konuşulmadı. Sonra birden yıldızınız parladı. Ne oldu da zaman sizin için işlemeye başladı? Okuldayken fazla iş yapmadım, çünkü çok seçiciydim. Önce kendimi donatmam gerekiyordu. Mustafa Altıoklar beni Digitürk reklamlarında izlemiş. Çınaraltı dizisi için beni aradı. Dizi birkaç bölümden sonra kaldırıldı, ama biz birlikte çalışmaya devam ettik. Bence herkesin bir vakti vardır. O yüzden ben hiçbir zaman biri, bir iş yaptığında “neden yokum, ben de olmalıydım” demedim. Söylediklerinize bakılırsa, oyunculukla ilgili bir hırsınız yok... Kendi başarılarımı aşmak en büyük hırsım. Herkesin yeri başkadır, ama kimse vazgeçilmez de değildir. ediyorsa, ben de işimi iyi yaptığımda, kendimi sinemada gördüğümde öyle bir tatmin alıyorum. Aslında ikisi çok farklı değil. İlk sinema filminiz “Banyo” tutmadı. Filmle ilgili beklentileriniz var mıydı? Film çekilirken aslında ne beklediğini çok da bilmiyorsun. Bir filmde oynamak sinema ile ilgili ahkam kesebileceksin anlamına gelmiyor. En fazla iyi oyun sergilemeyi, fark edilmeyi bekleyebilirsin. “Banyo”, benim için sahip olunan ilk çocuk gibiydi, çok da farkında olamadım. Yine de yaptığım işleri karşılık bekleyerek yapmıyorum. Önemli olan yaparken aldığım zevk. Sonrasını çok da kurgulamam. Böyle düşündüğünüzde hayal kırıklığına da uğramıyorsunuz. Eğer elimden geleni yapmasaydım üzülebilirdim. “Beyza’nın Kadınları” hakkında iddialı şeyler söylendi. Sizin bu filme dönük de bir beklentiniz yok mu? Daha önce oynadığınız iki dizinin de yönetmeni Mustafa Altıoklar’dı. İki sinema filminizin yönetmeni de o. Bunlar “Mustafa Altıoklar”ın gözdesi diye tanımlanmanıza neden oldu. Bu, sizi rahatsız etmiyor mu? İlk sinema teklifim Mustafa Altıoklar’dan geldi, ben de değerlendirdim. Bu benim için bir rahatsızlık değil, o kadar kişi arasından beni Mustafa’nın fark etmesi, bana gurur veriyor. Biz birbirimizle çalışmaktan zevk alıyoruz. Ayrıca ben Tiyatro Kılçık ve Kenter Tiyatrosu oyuncusuyum. Sonuçta başka bir yerden teklif gelirse onu da değerlendiririm. KURBAN DUYGULAR... Popülerlik hayatınızı nasıl etkiledi? Popülerlik, yapacağımı hissettiğim şeyleri yapmakta bir araç sadece. Ben yine önüme geldiği gibi, kendim gibi yaşayacağım. Zaten oynarken duygularımı kurban ediyorum, bir de hayatımı kurban edemem. Bir mimarın işinde başarılı olması onu ne kadar tatmin Fotoğraf: VEDAT ARIK Oynarken aldığım tat çok güzeldi. Benim için iyi bir tecrübe oldu. Kendimi ve içimde biriktirdiklerimi gösterebileceğim bir fırsattı ve bunu bir şansa dönüştürdüğüme inanıyorum. Ben de beklerken boş durmadım, kendimi donattım. Bir bedenden dört kişilik nasıl çıktı, nasıl hazırlandınız bu role? Onun için karakterleri tam oturtmanız gerekiyor, yoksa geçişler rahatsız edici olabilirdi. Bir karakteri yaratabilmek için hayata onun gözünden bakmaya çalışıyorum. Ne kadar çok insan tanıyorsan, o kadar çok karakter çıkarabilirsin. Bu rolde sizi en çok ne zorladı? Stalinslavski’nin bir lafı vardır, “Zoru alın güzelleştirin, o zaman ondan daha basit bir şey olamaz”. Bu rol de öyleydi. Özellikle Rabia ile Dilara’nın kavga sahnesi çok zorladı, ama çok da zevkliydi. “Herkes bu filmden kendi payına düşeni alacak” diye bir sözünüz vardı. Sizin payınıza ne düştü? Hayatta en büyük çaresizliğin ölüm olduğunu düşünüyordum. Filmden sonra ölümü, doğmak gibi doğal bir şey olarak görmeye başladım. Asıl çaresizlik hatırlamamak, unutmak, geçmişini bilememekmiş. Geçmişini bilemeyince, geleceğini yazamıyorsun, hatta geleceği bırakın, anı yaşayamıyorsun. KENDİNDEN SIYRILMAK Filmi 18 yaşından küçükler izleyemiyor... Filmde açık sahne yok. Şiddet diyorlarsa, önce Kurtlar Vadisi’ne baksınlar. Filmden, sinemada Türkan Şoray gibi birtakım kurallarınızın olmadığı anlaşılıyor. Peki, sizin için sınır ne? İçimden çıkarabileceğim her karakteri oynamak istiyorum. Eğer o rolün içimde olduğuna inanıyorsam oynarım. Benim için kıstas budur. Oyunculuk kendinden yola çıkarak yine kendinden sıyrılma halidir. Kendinden sıyrılmayı başaramazsan ortaya şizofrenik bir durum çıkar. Bedenin röntgen filmi Özlem Altunok , bir baba, bir köpeği var, elbette pek çokları gibi albümünde sünnet fotoğrafları yer alıyor, askerliğini yaptı, korkuları, kederleri ve sevinçleri oldu. Soru işaretleriyle yaşasa da “Ümidimi hiçbir zaman kaybetmedim” diyor insan olmanın değerini bilerek. Ali Düşenkalkar, “İnsan nedir ki?” sorusunun yanıtını insanları birbirine yakınlaştırarak arayan “Korkuyorum Anne” filminin de başrol oyuncusu. Düşenkalkar’la filmi, filmin kahramanlarını, korkularını konuştuk. Bugüne kadar pek çok oyunda rol almış, 24 yıllık bir oyuncu olarak bu filmle ilgi görmek, ödüller almak ne hissettiriyor size? Sonuçta 24 yılda pek çok iş yaptım, kendimi geç fark edilmiş bir oyuncu olarak görmüyorum. Reha bu rolü benimle paylaştı, ben de oyunculuğumu daha geniş bir kitleye gösterebildim. Filmin içinde bir “İnsanlık anke O ti” var, “Nasıl ölmek istersin, en sevdiğin yemek ne?” gibi sorular soruluyor. Sorulardan biri de “Ümidini kaybettin mi?” Ben bu soru için, “Ümidimi hiç kaybetmedim, ama hep soru işaretleriyle yaşıyoruz” diyorum. Bir röportajınızda “Artık evladıma vereceğim bir hediyem var” demişsiniz. Bu cümlenin içinde hem serzeniş hem de coşku var. Filmdeki babaoğul ilişkisine de atıfta bulunuyor gibi... Evet, bu bir gerçek. Oğlum Derin ben sahnedeyken doğdu. Şimdi 6 yaşında ve bu zamana kadar sadece bir oyunumu izleyebildi. Reha çekim sürecinden önce filmde kullanmak için çocukluk fotoğraflarımı almıştı, bu fotoğrafların arasında oğlumun da bir fotoğrafı var. Filmi gösterime girdiğinde beraber izledik, jenerikte adını görünce çok sevindi... Bu ilk sinema filminiz değil ama... Reha Erdem filmlerinden önce de birkaç film var... Şimdiye kadar Mavi Sürgün, İstanbul Kanatlarımın Altında, Çamur filmlerinde rol aldım. TRT’ye Deniz Bekliyordu diye bir film çektik, bir de çeşitli diziler var. Reha’yla ise “A Ay” filmiyle tanıştık, ardından bir reklam filmi ve Kaç Para Kaç geldi. Kaç Para Kaç’ın bittiği gün Reha, “Bundan sonra beraber çalışacağız” dedi. Sonra 4.5 yıl boyunca hiçbir şey bilmeden bekledim... YALNIZ, AMA BENZER... Bu bekleyişin sonunda da sizinle aynı ismi taşıyan, ama bambaşka bir Ali karakteri geldi. Çünkü film için kilo vermiş, peruk takmış, bedeninizle bir hayli uğraşmışsınız... Reha önce bana dört yıl süresince zayıflamamamı, aksine kilo almamı söylemişti.Çekimler yaklaşınca da zayıflamamı istedi. Böylece diyetisyen eşliğinde 11 haftada 17 kilo verdim. Her zaman kilo vermeliyim diyen bir oyuncu olarak yaşamımda kendimi ilk kez disipline soktum. Bir yandan bedeninizi kontrol ederken, bir yandan da fotoğraflarınızla, geçmişinizle dahil olduğunuz filmden size neler kaldı? Filmde hep yalnız insanlar var, Ali’nin annesi yok, birinin babası yok, biri hamile ve çocuğunun babası yok... Herkesin tek tek, ama benzer dramlarını görüyoruz. Reha benden çocukluk fotoğraflarımı istediğinde sünnet davetiyesiyle açılan albümümden bir iki sünnet fotoğrafını kahkahalarla ona vermiştim. Belki de acının bugüne bir şekilde tezahür etmesiydi o davranışım. Filmdeki askere gitme, doğum, deprem gibi sahneler de yine belli, ortak travmaların tezahürüydü... Biraz da erkek filmi diyebilir miyiz, bu tür konuları ele aldığı için... Ben kadınların daha fazla kurcalandığı bir film olduğu fikrindeyim. Çocuğunu yalnız Ali Düşenkalkar, 24 yıldır oyunculuk yapıyor... büyüten bir anne, Almanya’ya dönmemek için mücadele eden genç bir kadın, yalnız çocuk sahibi olmaya çalışan hamile bir kadın... O zaman şöyle diyelim; erkeğin travmalarını açıkça ele alan, nadir filmlerden... Evet, mesela sünneti bir çocuk gözü ve nahifliğiyle görüyoruz. Filmdeki o çocuk oyuncu, filmden sonra sünnet oldu. “Korktun mu” dedik, “Korktum” dedi. Neden kaçabilirsiniz ki? Hatırlamak istemediklerinizden mi, yoksa unutmak istediklerinizden mi? Bu yüzden mi Ali filmde hafızasız biri olarak karşımıza çıkıyor? Ali’nin bunların hiçbirini bile isteye yaptığını sanmıyorum. Ben gerçekten hatırlamadığı kanaatindeyim, oradaki hafıza kaybı bir simge sadece. Sonuçta hatırlamak da, unutmak da çok zor. Filmin bir yerinde “Ayın arkasındaki karanlık daha korkunç” diyorum. Bu travmaları, vurgunları yavaş yavaş öğreniyoruz, yaşadıkça da söküp duruyoruz. Nasıl bir erkeklik hali yaşanıyor sizce, yani o karanlık yan nedir? Sanırım bunu filmdeki AytekinZambak ilişkisiyle açıklayabilirim. Erkek, kaçamak, ayakları yere basmayan, ama gizemli ve güdük mutluluklar peşinde. Zambak’sa onun hayatında çok az yer kaplamasına rağmen, bir yapı olarak çok daha sağlam ve farkında. Filmin hem oyunculuk hem de yaşamsal anlamda size pek çok şey kattığını söyleyebiliriz o zaman... Elbette. Bir kere güzel bir coşku, tekrar yaşama sarılma isteği, yeni bir soluk bu film. Düşünsenize, sol dizi ağrıyan, kalp ilaçları kullanan, bebek bekleyen, ayağı kırılan insanlar var filmde. Bir röntgen filmiyle bu kadar aşk ilan edilebilir mi ya! Filmi tekrar tekrar izlemekten bıkmıyor, her izlediğimde bir yerleri kazıyorum. Bir tek burukluk var, o da 2003’te çekilmesine rağmen, popüler sinemanın bombardımanı yüzünden çok beklemesi ve seyirciyle tam olarak buluşamaması. Reha Erdem’in ilk filminden beri birlikte çalıştığı oyuncuların bunda payı ne? Taner Birsel, Bülent Emin Yarar, ben... Kimimiz bir filmde lokomotif figür oluyoruz, kimimiz yan karakter. Rolün derecesi yerine filme dahil olmak önemli oluyor. Mesela şimdi film festivalinde yarışacak 5 Vakit filminde Bülent başrol oynuyor, bense yoldan geçen biri kadar bir rol, o kadarcık. Ali Düşenkalkar, “Korkuyorum Anne” filminin Ali’si. Hafızasız, 17 kilo zayıflamış ve daha gür saçlı bir Ali bu. Değişim boşuna değil. Zaten film de eti kemiği, korkuları, sevinçleriyle insanın röntgenini çekmeye çalışıyor. CUMHURİYET 04 CMYK