01 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

2 NİSAN 2006 / SAYI 1045 11 PAZAR SÖYLEŞİLERİ Yargıç ve karikatür Ataol Behramoğlu ürkiye’de olunması en güç olan şey nedir diye sorsalar, demokrat olmak derdim... Her birimiz bunu kendi “nefs”imizde tartabiliriz... Eleştiriye dayanıklılığımız nedir? Karşı olduğumuz düşüncelere ne kadar hoşgörülüyüz? Özeleştiri yeteneğimiz ne kadardır? Düşünce (ya da anlatım) özgürlüğünden ne anlıyoruz? Özetle, ne kadar demokratız? Demokrat mıyız? Şimdilik kapanmış görünen “peygamber karikatürleri” konusu, bu anlamda bulunmaz bir deneyim ve gözlem süreci idi... Kışkırtılmış halkların tepkisini anlamak güç değildi. Beni asıl ilgilendiren, aydınlarımızın konuya yaklaşımı oldu... Görebildiğim yazıların pek azında “karikatür”ün ne olup ne olmadığına, sanat ve anlatım özgürlüğüne ilişkin değerlendirmeler bulabildim... Aydınımız sanki halkıyla ender olarak ortak bir noktada buluşmuş da bunun tadını çıkarıyor gibiydi... Ve şimdi bir yargıç, Ankara I. Asliye Hukuk Mahkemesi Yargıcı Sayın Beyhan Azman, (peygamber karikatürleriyle değil fakat Tayyip karikatürleriyle ilgili olarak) karikatürün ne olup ne olmadığını anlatıyor: Romantik aşk istilası Volkan Aran Popüler kültürün aşk tanımı kafa karıştırıyor. Dizilerde melodram tadındaki aşk öykülerine bakıp hayatının yönünü değiştirenler de var. Peki yeni yol nereye götürüyor? Yeni bir hayal kırıklığına kadar bir kaçış belki. Gerekense devrimci Beyaz Gelincik’ten bir sahne... kutsallığı üzerine yapmıştı. Kocası ne ederse etsin, evini terk eden kadın hatasını anlar ve yuvasına dönerdi (Yaşam Kavgası, Halit Refiğ, 1978), gururu yüzünden birbirini terk eden eşler ise üstelik bir de çocukları varsa sonunda hep birleşirdi (Ayşecik, Yuvanın Bekçileri, 1969; Yuvana Dön Baba, 1968; Evlidir Ne Yapsa Yeridir, 1978). Aynı eğilim Hollywood’da da kabul görmüş ve “çekirdek aile kavramını kitle haberleşme araçlarınca bir ülkü haline getirilmişti” (Denis De Reuqemont, Love in the Western World). T T elevizyon dizilerinden popüler müzik sözlerine, çok satan kitaplardan Hollywood filmlerine kadar her şey bize aşkı anlatıyor. Daha doğrusu aşkın tek bir biçimini: Batı dünyasında XII. yy’da Provanslı saz şairlerinden insanlığa miras kalan; Tristan ile Isolde’den; Romeo ve Juliet’e kadar uzanan ya da bizde Ferhat ile Şirin’de dağları delen bir tutku haline dönüşen romantik aşkı. Kulağımıza çalınan şarkı “imkânsız aşk”ı fısıldıyor; izlediğimiz dizi film, aşkı için her şeyi göze alan insanları... Üstelik aşk hikâyelerinin kahramanları neredeyse yarı tanrılaştırılmış, hep kusursuz, güzel ya da yakışıklı insanlar. Oysa salt romantik aşk üzerine inşa edilmiş birlikteliklerin, modern evliliklerin yıkıldığı bir çağdayız. Bugün romantizmin başkenti diye tarif edilen Paris’te çiftlerin yüzde 50’si evlendikten sonraki üç yıl içinde boşanıyor, Türkiye’de de son on yılda boşananların sayısı yüzde 80 dolaylarında artış gösteriyor. Uzmanlar evliliklerin sona ermesinde eşler arasındaki ilişki, sosyal ve ekonomik hayattaki değişim kadar romantik aşkın idealize edilmesinin ve kitlesel bir kültürel ürün olarak ortaya çıkmasının da payı olduğunu söylüyor. Artık aşk acısı çekenler kadar âşık olamamaktan dolayı kendisinde tuhaflık olduğunu düşünenler de var. Dahası her yerde gördükleri bu romantik aşkın kendi ilişkilerinde ya da evliliklerinde artık yok olduğunu hissedip hayatlarını değiştirme kararı verenler de. Hasan Alkan mutsuz sürdürdüğünü söylediği 15 yıllık bir evliliğin sonunda geçen ay eşinden ayrılma kararı verdi. Üç yıl önce eşinin ihanetiyle tüm değerleri sarsılmıştı, ama iki çocuğu için hayatının bundan sonraki bölümünü eşinden sevgi beklemeden ve ona karşı eski “temiz” duygularını hissetmeden yaşamaya devam etmişti. Ona ayrılma kararını aldıran “Beyaz Gelincik” dizisindeki aşk hikâyesiydi. “Dizide yaşanan aşkın insana ne büyük güç kattığını, bir kadını yürekten sevmeyi ve bir kadın tarafından büyük bir aşkla sevilmeyi ne kadar büyük bir özlemle istediğimi bu diziyi izlerken fark ettim” diyordu. Dizi sayesinde üç yıl önce verdiği kararla kendisini mahrum bıraktığı duygularla yüz yüze gelmişti... Bu farkındalık pek çok insanın ilişkilerden beklentisini de arttırıyor, ama kitle iletişim araçlarından yayılan aşk melodilerini insanların yükselen beklentilerinden ya da son bulan evliliklerden sorumlu tutmak ne derece doğru? Aynı iletişim araçları üstelik en kitlesel oldukları dönemlerdeYeşilçam senaryolarıyla romantik aşka en görkemli dönemlerini yaşatmıştı. Ancak, Yeşilçam bunu ailenin bir aşk. sız yeni istek karşısında kalan bireylerin karşılıklı cazibeye dayanan basit bir ilişkisine indirgenmiştir” demişti ünlü toplumbilimci T.B.Bottomore. Boşanmalardaki artış, kişisel mutluluk tutkusunun zorunlu bir sonucuydu ve romantik aşk tutkusu bu nedenle bu kadar kitleselleşmişti. Üstelik özlemle peşinden koşulan o aşkın tamamen hayal ürünü olmadığı da açık. “Romantik Aşkın Psikolojisi”nde Robert A. Johnson’un anlattığı gibi “Romantik aşk ideali ne kadar yanlış anlaşılmış ve yanlış uygulanmış olsa da onda gerçek ve doğru bir şey vardır. Bizi heyecanlandıran yüce romantik aşk masallarında en iyi yanlarımız ortaya çıktığında, bütünleştiğimizde nasıl olduğumuzu gösteren, ruhumuza yansıyan derin bir psikolojik gerçek vardır. Eski romansları dinleyip de duygulanmayan kimse yoktur, çünkü bu aşklar, maceralar, bağlılıklar, kendi içimizdeki en yüce hasreti, soyluluğu, sevecenliği ortaya çıkarır”... Yine de aşk söylemine dair şöyle bir temennimiz olmalı: Popüler kültür ürünleri; romantik aşk kadar, başka değerlerin de evlilikte gerekli olduğunu anlatmalı. Bir birliktelik için arkadaşlığın ve paylaşımın, başlangıçta duyulacak bir aşk kadar, hatta daha fazla gerekli olduğunu. Bu anlatımı, aşk üzerine yazdığı kitabıyla (Batı Dünyasında Aşk) pek çok bilim adamını etkilemiş Denis de Rougemont’un “Aile’nin Doğuşu ve Çöküşü” adlı eserinden alıntılayalım: “Gençlere romantikliğin değerli olduğu halde, uzun bir evlilikte temel özelliği gereği yetersiz bulunduğunu açıklamamız gerekir. İki ay süren ateşli bir hastalık yüzünden bir insan ile ölene kadar evli kalmak saçmalığının, bir kahramanlık eylemi olmadığını anlatmalıyız. Yazarlarımızdan da bir süre için aşk üçgenlerini bir yana bırakmalarını ve yalnızca iki rüyanın şüpheli gerçeği ve aşk üzerinde değil de iki eşit insanın yeminli sadakati üzerine kurulmuş çağdaş evliliklerden söz etmelerini isteyelim.” Şüphesiz bu istek, senaryo yazarlarınca hemen karşılanmayacak. Ama toplumsal yapı büyük çoğunluğun romantik aşkın peşinden gitmesine izin verdiğinde, tüm çekiciliğine karşın Kafdağı’nın ardında vaat edilenlerin olmadığını daha çok kişi görecek. O zaman gösterimdeki romantik aşk ya gerçek bir ilişkiye dönüşecek ya da yok olup gidişini izleyeceğimiz yeni senaryolar gelecek. KİŞİSEL MUTLULUK TUTKUSU... Popüler kültür ürünlerini toplumsal değerlerin değiştiricisi olmaktan çok modern insanın yalnızlığının yatıştırıcısı olarak tanımlamak daha doğru belki. “Romantik aşk mitini en az bedelle yaşamak için yoğun bir istek var ve bu istek tamamen sanattan uzak duygusal filmlerle karşılanıyor” diyordu Denis de Rougemont 1970’lerin Amerikası’nda. Bugün ülkemizde olan da bu. Sınıf farklılıklarıyla, üçüncü kişilerin ortaya çıkışıyla ağır “aksak” ilerleyen aşk üçgenleri, melodramı tüm öğeleriyle izleyiciye sunuyor; kutsanan aşk, pek çok şeyi kabul edilir kılıyor. Tüm bunlar, toplumsal olmasa da iç dünyalarımızda romantik aşka ve duyguların ifadesine duyduğumuz bir özlemin karşılanması değil mi? Prof. Dr. Nilgün Abisel’in bu soruya yanıtı şöyle: “Bu melodramlar, çalkantılı toplumsal yapıda bir tampon, bir dile getirme olarak adlandırılabilir belki. Ama bunu akıl, düşünce üzerinden değil, tamamen duygulara yönelerek yapıyor. İzleyici neyin eksikliğini duyuyorsa –ki neredeyse hiçbir şeyi kontrol edemediğimiz bu hayatta çoğumuz bir kaçış arıyoruz o boşluğu dolduruyor. O yüzden hiçbir zaman devrimci olamıyor. Yeni değerler, ancak toplumda yerleşik bir hal aldıktan sonra filmlerimize aktarılabiliyor.” Öyleyse değerleri oluşturan ne? “Günümüzde evlilik, ekonomik birim görünümünden çıkıp geniş akraba gruplarının desteğini yitirmiş ve sayı “....Karikatür, kişilerin ya da olayların gülünç, çelişkili yanlarını yakalayarak abartılmış çizgilerle mizaha dönüştürme sanatıdır. Karikatürün ele aldığı unsur esasında insan değil, onun davranışlarıdır. İnsanlar karikatürler nedeniyle gülünç duruma düşebilir ve kişilik haklarının ihlal edildiğini her zaman ileri sürebilir. O zaman da karikatürün aslında bir sanat türü olmadığı, sadece hakaret etmenin bir yolu olduğu sonucu çıkar ki bu sonuç da karikatürü tamamen yasaklamayı gerektirir...” Yargıç Azman, içerdiği her kavram üzerinde önemle durulup düşünülmesi gereken bu gerekçeyle ve “tazminatın silah olarak kullanılmasının” anlatım özgürlüğünü yok edici bir tehdide dönüşeceğini belirterek, Başbakan’ın Penguen dergisine karşı açtığı davayı reddediyor... Haber ve (ülkemizde anlatım özgürlüğü savaşımının kilometre taşlarından biri olduğuna inandığım) gerekçeli karar özeti, 24 Mart tarihli “Cumhuriyet” ve “Radikal” gazetelerinde aynı ölçüde önemsenerek ve benzer başlıklarla verildi: “Tazminat silah olmamalı” (“Cumhuriyet”) “Tazminat silah gibi kullanılırsa aydınlar susar” (“Radikal”) Yine 24 Mart tarihli “Radikal”de, ilginç bir rastlantıyla, Zeki Coşkun’un köşe yazısının başlığı şöyleydi: “Tayyip fıkrası duydunuz mu?” Ve yazar, “Dikta şefi Evren Paşa dahil, bütün liderlerine fıkralar üreten toplumda” tek bir Tayyip fıkrası duyulmayışını, ülkede durumun komikten de öte oluşu, bu nedenle de fıkraya gerek bulunmayışla açıklıyordu... Ülkede durumun komikten de öte olduğu gerçek. Bunun yanı sıra, günümüz Türkiye başbakanının insanda kişi olarak da en ufak bir gülme duygusu uyandırmadığı, uyandıramayacağı, bu konuda da herhangi bir yeteneğe sahip olmadığı bir başka gerçek... Onu konu edinebilen karikatüristlerimizi belki sırf bu başarıları nedeniyle bile kutlamak gerekebilir... Yargıç Sayın Azman’ı ise, yargının (Van örneğindeki gibi) böylesine yıpranıp “şaibe” altında kaldığı bir dönemde, anlatım özgürlüğü ve yargı adına yükselttiği çağdaş, aydın, demokrat ses için içtenlikle kutluyorum... [email protected] , Ayşecik ın Yuvan ri Bekçile Bahar sizi yormasın! Esra Açıkgöz U zayan gündüzler, artan hava sıcaklığı, açan çiçekler... Baharın getirdiği değişimler sadece doğa ve bitkilerle sınırlı değil. İnsanları da biyolojik ve ruhsal olarak etkiliyor. Baş ağrısı, sürekli yorgunluk, uyuma isteği, eklem ağrıları... Eğer değişen mevsim sizde de bu etkileri gösteriyorsa, bahar yorgunusunuz demektir. Yapmanız gereken iki şey stresten uzak durmak ve beslenmenize dikkat etmek. İşte beslenme ve diyet uzmanı Şehnaz Hergün’ün bahar yorgunluğu ile ilgili anlattıkları ve önerileri... Nedir bahar yorgunluğu? Bahar yorgunluğunu, özellikle bahar mevsiminin başladığı günlerde birçok kişide görülebilen, genel bir bitkinlik, güçsüzlük ve enerji eksikliği, isteksizlik ve uykusuzluk gibi belirtilerle seyreden bir rahatsızlık hali olarak tanımlayabiliriz. Peki bu rahatsızlığın belirtileri neler? En önemli belirtileri, fiziksel yorgunluk, eklem ağrıları, yataktan kalkamama ya da gün içerisinde çabuk yorulma, ruhsal ya da psikolojik yorgunluk. Bu rahatsızlık, mide ve bağırsak hastalıkları, koroner arter hastalıklar, depresyon ve panik atak gibi pek çok hastalığı tetikleyebilir. Kas, omuz, sırt ve boyun ağrıları, konsantrasyon bozukluğu, aşırı sinirlilik, hafıza zayıflaması, uyku bozuklukları, uykuya dalma güçlüğü veya aşırı uyuklama hali, baş ağrıları da bu rahatsızlığın semptomları arasında. Bahar yorgunluğunun nedenleri hakkında bilgi var mı? Bahar yorgunluğunun ortaya çıkışını etkileyen faktörler ara sında metabolizmada oluşan değişiklikler, hormonel değişiklikler, terleme ile oluşan su ve elektrolit kaybı, alerjik bünyelerde enfeksiyona yatkınlık ile psikolojik faktörleri sayabiliriz. Vücutta oluşan su ve elektrolit kaybını gidermek için günde 23 litre su içilmeli. Enfeksiyon hastalıklarının arttığı bu mevsimde, tansiyon, kalp hastalığı, alerji, nezle ve bazı ağrı kesici ilaçlar beraberinde yorgunluk belirtilerini getirir. Fazla kafein, yoğun sigara kullanımı, aşırı alkol ve madde alışkanlıkları da yorgunluğu tetikleyen durumlar. Bu yorgunluktan kurtulmak mümkün mü? Bahar yorgunluğu ve diğer yorgunluk durumlarına eşlik eden sebepleri belirleyip ona karşı önlem alınmalı. Yorgunluk yaşayan kişilerde, durumu tetikleyici hastalıklar tespit edilerek, onları önleyici tedaviye başvurulmalı. Kansızlık durumu varsa sebep belirlenip önlem alınmalı. Yorgunluk sebebi psikolojik de olabilir. Diğer yandan dikkatli beslenme bu yorgunluk halinden kurtulmak için önemlidir. Mesela nasıl bir beslenme şekli izlenebilir? Yorgunluk sorunu olan hastalarda B ve C vitaminlerinden, magnezyum, potasyum ve çinko açısından zengin bir beslenme planı önerilir. Meyve ve sebze ağırlıklı beslenmeye önem vermek, günlük içilen su miktarını üç litre civarında tutmak, sigara, alkol ve kafeinden uzak durmak hastalık semptomlarını azaltır. Diyetin magnezyum, çinko, demir, C vitamini ve diğer antioksidant vitaminler içeriği zengin tutulmalı. Bu yüzden bol sebzemeyve özellikle koyu yeşil yapraklı sebzeler ve turunçgiller tüketilmeli. Ceviz, badem, fındık gibi yağlı tohumlar da mineral zenginliği nedeni ile sık sık tüketilmeli. Bağırsak hareketlerini hızlandırması ve toksinleri atıcı özelliği nedeni ile lifli besinler alınmalı. CUMHURİYET 11 CMYK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear