Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Ayşegül Devecioğlu’ndan “Ara Tonlar” ‘Toplumdan bağımsız birey tasavvuru mümkün değil’ “Ara Tonlar”, zamanı anlamlandırma çabasının, kapatılamayan bir hesabın hikâyesi; anımsanamayan, paylaşılamayan bir resmin çerçevesi. Ayşegül Devecioğlu ile romanını konuştuk. r Seda BABANUR adece romanlarınız değil öyküleriniz de yabancılaşma, kayıp, yokluk, eksiklik, yara gibi temalar etrafında şekilleniyor. Halbuki geçmişte devrim, onur, kurtuluş, zafer gibi kavramları ağzından düşürmeyen kahramanların öykülerini anlatıyorsunuz. Bu nedenle diğer metinlerinize olduğu gibi Ara Tonlar’a da bir yas ve melankoli duygusu hâkim. Ne dersiniz? 12 Eylül’le ilgili roman ve öykülerde anlatığım insanlar, anlaşılabilir ve değiştirilebilir bir dünya tanımı yapıyorlardı; devrim, onur, kurtuluş, zafer, dünyayı değiştirme, yeniden yaratma umudu ve mücadelesinin hayat verdiği kavramlardı. Bir noktada halelerini kaybettiler, olgulardan kopup kabuk söylemlere dönüştüler, belki hâlâ işlevseldiler ama temsil güçlerini yitirmişlerdi ve bu halleriyle yaklaşan yenilginin de habercisiydiler. 12 Eylül’le birlikte bu kavramların anlam taşıdığı toplumsal zeminin kaybolması, anlaşılabilir ve değiştirilebilir dünyanın yerini kaotik, anlaşılması ve dolayısıyla değiştirilmesi mümkün olmayan bir dünya tasavvuruna bırakması melankolik bir ruh hali yaratıyor ki bunu epeyce geniş bir toplumsal çerçeve içinde düşünebiliriz. Hesaplaşılmamış, kayıplarının hesabı sorulmamış, yüzleşilmemiş 12 Eylül için yastan değil yastan mahrum bırakılma halinden söz edilebilir daha çok. Olan bitenin hacmi ve yarattığı yıkımın büyüklüğünü göz önüne alalım. Toplum yas sürecini yaşayamadı. Düşe kalka 12 Eylül travmasını atlatmaya çalışıyor, bu toplumsal talebi iktidarına payanda olarak kullanan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) de 12 Eylül’le hesaplaşmak bir yana, bütün karanlığı ile sürmesi için elinden geleni yapıyor. Yabancılaşma, kayıp, yokluk, eksiklik, yas anlatılarımın hep ekseninde olacak, metinlerde bütünlük kurma arzusu ile parçalanma arasındaki çatışma her zaman olacak. Dünyanın bana yansıması böyle. Politika dünyayı anlamlandırma yollarımdan etmemesine aldırmaksızın yerli yerinde duruyor. Özellikle bir travmatik unutma ki 12 Eylül söz konusu olduğunda böyle, bir büyük unutma söz konusuysa karakterlerimin nefes alıp vereceği atmosferi kurmak, kuşatıldıkları toplumsal koşulları anlatabilmek için daha çok çaba sarfetmem gerekir. Kuş Diline Öykünen’de yaptığım buydu. Aslında 12 Eylül’den sonra toplumsallıktan neredeyse yalıtılmış bireyi öykülerinin merkezine koyan yazarların kitaplarını da sosyolojik okuma içine dahil etmek yerinde olur. Çünkü bu görmezden gelmenin kuşkusuz yazarların da dâhil olduğu travmatik unutmanın 12 Eylül’ün sosyolojisi içinde çok özel bir anlamı var. Ara Tonlar için bir 12 Eylül romanı demek yetersiz olacaktır herhalde, ama sol hareketin içinden gelen bir özeleştiri romanı dersek hata yapmış olur muyuz? Özeleştiri kavramının hakkını vererek konuşacak olursam kitabın bir özeleştirel niyeti yok. Fakat dönemi anlatırken tekil olandan ziyade yaygın refleksler ve ruh hallerini yansıttım. Bunların içinde övünülesi olduğu kadar yerinilesi şeyler de vardı. Hayat da bunları eksiksiz barındırır. “KAVRAMSALLIKTAN UZAK, SİYASET DİLİNDEN FAZLASIYLA ŞİKÂYETÇİYİM” Ara Tonlar’da bir kuşağın ana tonlarda takılıp kaldığından ve ara tonları kaçırdığından bahsediyorsunuz. Bu nedenle romanın ana damarında eleştiri zaten var, ancak Türkiye’deki sol hareketlere daha spesifik eleştiriler getirdiğiniz bölümler var. Bunu, önceki yapıtlarınızda da gördük. Ara Tonlar’da ise şöyle bir örnekler var buna: Emekçi kökenli bir aileden gelmeyen bir devrimciye yoldaşlarının nasıl baktığı, iki devrimcinin yakınlaşmasına diğerlerinin nasıl baktığı ya da bir devrimcinin kılık kıyafetinin bile belirli bir standartının olması gibi ince detaylar. Bunlara değinmiş olmanız nedeniyle sol çevrelerden eleştiri alıyor musunuz? Aslında ara tonlara takılıp kalmaktan ziyade önceleri duyumsadığı ara tonları görmezden gelmeye başladığını söylüyorum; ana tonların güvencesine sığındığını… Hayatı bütün vecheleriyle anlatmaya çalışıyorum, romanla ya da yazdığım öykülerle benim siyasi tutumum arasında kaçınılmaz bir bağ olsa da, siyasi eleştirileri siyasi kavramlarla yapmayı tercih ederim. Kavramsallıktan uzak siyaset dilinden fazlasıyla şikâyetçiyim. Bu kargaşaya katkıda bulunmak istemem, yani 12 Eylül öncesi ve bugünkü solun kimi yönelimleri edebiyat içinde kabul edilebilecek ara tonlar ana tonlar mecazıyla anlatılmaktan ziyade siyasi kavramlarla tartışılmaya muhtaç. Bu yüzden romana taşıyamayacağı yükler yüklememek istemiyorum. Sol çevreler geniş bir tanım, kimileri hayatın eksikli anlatılmasından medet umacak kadar ki edebiyat kadar siyaset de bunu reddeder, özgüvenlerini yitirmiş olabilirler, bunu tahmin edebilirim. Kendi sol çevrem diyeyim, özellikle birlikte devrimci mücadele içinde bulunduğumuz arkadaşlarım, benim anlatımımdan şikayetçi olmak bir yana bana yansıdığı kadarıyla gayet memnunlar. Kahramanlarınız kendi içlerinde yeniden kurulacak, onarılacak bir şeyin kalıp kalmadığını, ardından gidilecek bir amaç kalmadığını tartışıyor. Sizce kaldı mı? K İ T A P S A Y I 1 3 1 3 S Ayşegül Devecioğlu’nun ilk romanı “Kuş Diline Öykünen” ve son romanı “Ara Tonlar”, tematik olarak paralellik taşımakla kalmıyor, aynı zamanda birbirini tamamlıyor. biri ve bakışımı da şekillendiriyor ki bu doğaldır. Ben dünyayı başka türlü anlatamam. Hikâyenin ve hayatın sürtüşmesini, hangisinin daha tuhaf, hangisinin daha hakiki olduğunu tartışıyorsunuz Ara Tonlar’da. Sizce nihai cevabı olan bir soru mu bu? Hikâye mi galip yoksa hayat mı? Romanda da söylendiği gibi hayat ve hikâye arasındaki sınırlar çok uzun zaman önce kayboldu, yaratılan hikâyeler hayata hayat hikâyelere karıştı. İyisi mi kaybolan sınırları bulmaya yeni sınırlar çizmeye çalışmayalım. N İ S A N 2 0 1 5 “TEKİL OLANDAN ZİYADE YAYGIN REFLEKSLER VE RUH HALLERİNİ YANSITTIM” Eserleriniz her ne kadar sosyolojik okumaya oldukça müsait olsa da, bireylerin, hatta üç romanınızda da olduğu gibi, özellikle kadın kahramanların öykülerini anlatıyorsunuz. Sizce terazinin hangi tarafı ağır basıyor; birey mi yoksa toplum mu? Toplumdan bağımsız bir birey tasavvuru mümkün değil. Hikâyelerini anlattığım insanlar bir toplumsal durumun içinde. Zamanın içindeler ve politik olandan ayrılamayacak bu toplumsal durum yazarların görmezden gelmeyi tercih edip S A Y F A 2 6 n 1 6 C U M H U R İ Y E T Fotoğraflar: Kaan SAĞANAK