Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
paragrafına götürür. Yazar bence burada 197074 döneminin dayattığı bunaltıcı anlamdan kaçmaya çalışmaktadır... Tam bu noktada hem biçem hem de içerik, hem de duyarlılık olarak bu ana kadar okuduğum her şeyden farklı dörtlüklerle karşılaşıyorum, “bunlar nereden çıktı, niye yazıldılar?” diye düşünüyorum. İtiraf etmeliyim ki bilemiyorum... Belki de, bu uyumsuzluktan, “Ben mi? Evet”, şiirinde, Kant ile Hegel arasında gidip gelen, “Şiir üstüne bazı düşünceler”de Aristoteles’i, Horace’ı (Arsa Poetika) ziyaret eden tartışmanın ışığında, bir iç hesaplaşmanın yaşanmakta olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Ancak, okumaya devam ettiğimizde, yazarın günlük yaşamın ayrıntılarında gizli olana daha yakından bakması, akıp giden zamanın içinde değişmenin, bir şeyleri, geride bırakmanın, Kierkegaard’ın bir ruh halini ödünç alırsak, bazı “potansiyellerini kaybetmenin” ayırdına varmanın etkisiyle, ve... ister istemez melankoliyle yine karşılaşıyoruz. Aşk ve hümanizma bir çıkış yolu olarak düşünülüyor. Ancak, “Kuşatmada” şiirinde başını kaldıran yeis (despair), hesaplaşmanın tamamlanamadan altan alta sürdüğünü düşündürüyor. Belki bu noktada, “yurt sevgisi” temasına, halk “şiiri” biçemlerine doğru bir yönelişi de tartışmak gerekir ama, belki bir başka yazıya... cisi, bu bölümde şiirlerde kafiyeye çok büyük önem veriliyor, kimi zaman şiirin müziğini bozma pahasına... KAVGAYA DEVAM ETME OLASILIĞI Ataol Behramoğlu, derlemenin geri kalanını üç bölüme ayırıyor, 19901994, 19942003 ve 2003 sonrası. Ben 19902003 arasının şiirlerini, hem duyarlılıkları, estetik özellikleri açısından, hem de dönemin sosyopolitik özelliklerini düşünerek tek bir dönem olarak değerlendirmek istiyorum. Sosyopolitik boyutla başlarsam, bu dönem, hem sosyal demokrasinin ve muhafazakar merkez partilerinin iflasına hem de Siyasal İslam’ın ve Kürt siyasi hareketinin yükselişine tanıklık eder. Dönemin sonunda son derecede şiddetli bir ekonomik kriz, 11 Eylül gibi tarih yapıcı bir olay vardır, bunlara bağlı olarak liberal entelijensiyanın da desteğiyle AKP’nin hükümete gelerek devleti ve toplumu değiştirmeye başlaması vardır. Bu anlatıdan 19942003 arasına ilişkin rahatlıkla bir süreklilik resmi çıkarılabilir. Derlemede 19902003 arası şiirlere bakınca ilk elde benim dikkatimi, aşk şiirlerinin çokluğu ve bu şiirlerde “yapının” kimi zaman (“Sevgilimsin”, “Yaz”, “On Aşk Şiiri”) kafiyenin disiplininden kurtulması, müziğin öne çıkması çekiyor. Bir hakikat yaratıcı işlem olarak aşkın gündeme gelmesi, bu hakikati anlatmaya başlayan şiirlere adeta yeni bir özgürleşme katıyor. Ancak aşkın şiirlerde daha önce hiç olmadığı kadar, adeta bir sığınak olarak öne çıkmaya başlaması, şairin, içine, bedenine ve hazlara dönmeye başladığı anlamına gelmiyor. “Günümüzde insan olmanın çok ağır bedeli” “Bu yangın yerinde insan olarak kalmak” gibi sorunlar, yalnızlıkla, ölümlü olmanın insan aklına getirdiği yüklerle bileşerek kendini anımsatan bir melankoli, yazarı hiç terk etmiyor. Gazel biçeminin bu bölümde, sıkça kullanılması da bence, bir yorgunluk, hiç olmamış bir dingin düzene yönelik nostalji, sahip olunmayan ve erişilemeyecek bir şeyin kaybına kederlenmenin ifadesi, melankolinin bir başka dışa vurumu. Son bölümde, iki kaygının, “bir felsefi arayışın” buluşması dikkat çekiyor. Birincisi, şiirin yaşamın sınırlarına, sonsuzluk algısının çağırdığı hüzne, aşktan ve yaşamdan sonra gelen bir ıssızlıkla, bireyin zamanın bu akışı ve sonsuzluk içindeki yeriyle, “Geçen”, “İnsan Kendisinin Rüyasıdır” şiirlerine damgasını vuran bir yaşam muhasebesine ve aşkın gecikmiş olabileceğine ilişkin. İkinci kaygıysa, ülkenin üzerine çökmeye başlayan karanlığın, bu karanlıkta rüzgarın getirdiği kötülüklerin, ülke yeniden biçimlendirilirken, eski dostların yeni hainlere dönüşmesiyle ilgili. Ama Ataol Behramoğlu, bu buluşmadan bir yenilgi ve teslimiyet çıkarmaz. Aksine, kitap, “Yunus gibi” şiirinde kullandığı biçem halkın enerjisini, son dörtlükle zulme karşı isyanın kaçınılmazlığını, “Metin Demirtaş” şiiriyle de dostluğun, yeri doldurulamaz dostların yokluğuna karşın kavgaya onları unutmadan devam etmenin önemini vurgulayarak biter. Bu noktada Metin Demirtaş şiirinin son dizeleri, bizi tanımlanamaz bir kaybın yarattığı, insanı sınırlayan, bazen kısırlaştıran melankoli yerine, kayıp edilen dostun yasını tutarak, o hala varmışçasına yola, kavgaya devam etme olasılığı ve gereksinimiyle baş başa bırakır. n Yarım Yüzyıldan Şiirler/ Ataol Behramoğlu/ Tekin Yayınevi/ 312 s. 1304 1 2 Ş U B A T 2 0 1 5 n S A Y F A 1 7 KAFİYEYE ÖNEM VERİLEN BÖLÜM Sonra 198084 arası yine bir “interregnum” oluşturuyor. Hem ülke ikliminde hem de fiilen, hapishane dönemiyle yazarın yaşamında... Bu bölümdeki şiirlerin, “Kızıma dörtlükler” de dahil, dönemin tüm ağırlığını, gündeme getirdiği varoluşa ilişkin kaygıları, öfkeyi ve acıyı mükemmel biçimde, hiçbir zaman lirizme, duygusallığa kaçmadan yalın ve çarpıcı biçimde yansıttığı görülüyor. O baskı ve yenilgi yıllarında ortaya çıkmaya, entelijensiyayı, sanatçıları kendine çekmeye başlayan, anlamdan kaçışa, biçimciliğe, yüzeyciliğe, sanatı siyasetten ayırma kaygısına, “içe dönük”, “pasif nihilizme” Ataol Behramoğlu’nun ilgi göstermediği, baskı ve yenilginin getirdiği anlamlara, bunlardan kaçarak değil cevap vererek direnmeyi seçtiği görülüyor. İçinde bulunduğu realiteye her zaman sıkı bir çapayla bağlı olduğundan, Ataol Behramoğlu’nun 198490 arasında şiirlerinin havası, imge sistemi, bu realitenin değişmesine bağlı olarak değişmeye başlıyor. Artık “çekip gitmek”, “yalnızlık” metaforlarına rastlamıyoruz, “tren” yalnızca bir kez ve o da yazara değil zaman ilişkin olarak geçiyor. Çünkü, Paris şiirlerinin sergilediği gibi yazar artık gerçekten çekip gitmek zorunda kalmıştır, sürgündedir, gerçekten yalnızdır, şiirlerinin kaynağı olan ülkesinden ve kavgadan koptuğunu düşünerek şiirden de kopabileceğine ilişkin kaygılar yaşamaktadır. Ancak okudukça görüyoruz ki bu kaygıya hiç gerek yokmuş, “Bir Mavi Çiçek”, “Tek Başınalık”, “Ölüm ve Genel Kurmayı” şiirlerinin gösterdiği gibi yazar, sürgüne giderken, ülkesini ve kavgayı geride bırakmamış, kendisiyle birlikte götürmüş. Bu dönemin şiirleri, ülkenin, 8490 arasında hızla değişerek adeta tanınamaz bir hale gelmesinin yarattığı kaygıyı, ürküntüyü, kaçınılmaz nostaljiyi de iki biçimde yansıtıyorlar. İlk kez yazar, “İneklere Övgü” şiirinde durağanlığın güvencesinden söz ediyor; her değişimin illa ileri doğru olmayabileceğinin bilinciyle... İkinC U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I