Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K Melih Cevdet Anday, “Mâmelek” başlıklı ilginç denemesinde “ortak mal” kavramına açılım getirirken “Biz gerçekte ülkemizin ortak malı nedir, onu kavramaya varmamışız daha. Çünkü ‘ortak’ sözcüğü tüylerimizi ürpertiyor. öylece de taşımıza, suyumuza, ağacımıza ve… insanımıza kimse sahip çıkmıyor...” deyip şunları ekliyor hepimizi silkelercesine: “Yurdumuzun tarihini bir türlü kendi tarihimiz sayamıyoruz. O tarihi bizden önce, bizden sonra diye ayırıyoruz. Bizans surları mı? Yıkılsın gitsin. Bergama’daki Zeus Sunağı mı? Bırak götürsün gâvur./ Neden? Yanıt: ‘Bizim değil de ondan.’ Peki. K.Humann, Zeus Sunağı’nı Alman malı olduğu için mi götürdü ülkesine?” “Bir yurt; taşı, toprağı, suyu, denizi, yeraltı varlıkları, tarihsel kalıntıları, hayvanı, bitkisi ve… elbet insanı ile sevilir… ‘Acaba biz toprağımızı, ağacımızı seviyor muyuz?’ diye sorsak, buna olumlu bir yanıt verebileceğimizi sanmıyorum.” “İkide bir yere tükürmemiz, denize çöp atmamız, bir ağacın dalını koparıvermemiz, köpeği, kediyi tekmelememiz, toprağın altından çıkan taşı gâvura satmamız… (…) Gençlerimizi hapishanelerde ölümle başbaşa bırakmamız, kimi yurttaşlarımıza ikinci sınıf muamelesi yapmamız, ‘Asmayayım da besleyeyim mi?’ diye sorulunca ‘As! As!’ diye bağırmamız, taşı toprağı bırakın bizim daha insanımızı benimsemediğimizi göstermez mi?” (Geleceği Yaşamak, Adam Yayınları, s.106 vd.) Anday’ın bu denemesi bir biçimde Gezi Direnişi’nin manifestosu olarak tasarlanıp kitabeye dönüştürülerek üçüncü köprünün ayakları dibine dikilse yeridir. Ne var ki kendi payıma bu sözleri, çocuk gençlik yazınımızda bir biçimde işlenen, işlenmeye çalışılan kentlilik, kent kültürü, antik kültür, antik kentler, kentli birey, kentlilik bilinci, sivillik vb. anlam çoğulluğuna yol açar bağlamda alarak konuyu bu kanaldan sürdürelim istiyorum. itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com Çocuk genç yazınında kentlilik bilinci… çocuk, serüven duygusunun kışkırtısında antik kentle ilgilenirken bekçinin anlattıklarını dinler: “Devlet burayı kaderine terk etmiş, iyi koruyamamış… [K]ötü niyetliler geçmişte kazı yapmışlar. Ülkemizin değerli eserlerini yurt dışına kaçırmışlar. (Bunun) gibiler, bu eserlere ‘cavur malı’ diyor. Cavur dedikleri de Hristiyanlar. … [O] yıllarda daha Hristiyanlık yoktu ki. Bana kalırsa bu topraklarda yaratılan her türlü eser, bu ülkeye aittir. Bu ülke de bizim olduğuna göre o eserler bize aittir.” (33) Melih Cevdet Anday’ın denemesindeki kimi sözlerle Ahmet Zeki Muslu’nun, roman kişisi bekçiye söylettikleri arasındaki örtüşmeye ne demeli? Oysa kendisini kaçırıp ölümle tehdit eden kaçakçılara karşı söylediği nasıl da insancadır bekçinin: “Devlet bana öreni koru diye maaş veriyor.” (48) Herhangi roman karakterinin insan olduğu unutulmamalı. Nitekim çocuklardan biri de bulduğu altın sikkeyi satmıştır (39) ama, sonradan bunun pişmanlığını yaşar yine de. Antik Kentin Yeni Sahipleri’nde yazar, gerçektenliği yüksek, ötesinde sıcak, içten bir roman evreni kurarken Türkmen Yörük yerleşmesi köyün yaşayanlarını da buna uyar doğallıkta yapılandırdıkça roman çabucak yükseklik kazanıyor ama kitabileştikçe de çıktığı yüksekliği yitiriyor hemence. Bu çerçevede tıpkı kurulan evren gibi karakterlere dönük olarak da görevci/söylemci anlayışın ötesine geçilerek yüksek bir soyutlayım, dönüştürüm getirilebilmeli… Çocuk genç yazınına dönük daha önceki kalem oynatmalarımda tarihsel arka planıyla birlikte Anadolu uygarlıkları odağında verimlenen öyküler, romanlar üzerinde dururken bu konuya değinmemiş değildim. Gerçekten bir çağın, dönemin, olayın, kavrayışın, kişinin vb. ele alınıp işlendiği yapıtlarda geçmişteki evren kurulurken bunun öyküde romanda nasıl yapılandırılması gerektiği konusunda bir sıkıntı yaşıyor yazarlar kanımca. Nereden varıyorum bu yargıya? Çünkü okurun, öyküde romanda çocuk genç karakterler aracılığıyla geçmişe, tarihin sayfaları arasına nasıl girdirileceğine yönelik hem arayış hem kararsızlık gözleniyor yazarlarda. Genelde tarihsel geçmişe ya da bilimkurgusal geleceğe yönelirken yazarlar kameraların “kaydırma” yöntemine benzer geçişlerden yararlanıyor. Bu bağlamda “zaman tüneli” olgusu pek çok yazarın başvurduğu bir yol… Bunun için geçmişle şimdinin arasına kalın duvarlar örerek belirli geçeneklerde kapıyı aralayıp iki farklı zamana gidiş geliş yapıyor yazar veya aralarında geçirgenlik olan sanal bir duvar kurup diyelim sarmal bir anlatı geliştiriyor. İlki bir düz değiştirmeye dayanıyor belki, ama ikincisinde oldukça karmaşık yapılar çıkarabiliyor yazar. Sözgelimi iki farklı roman zamanı arasındaki geçişte Mustafa Hakkı Kurt, “Geçmiş Zaman Gezginleri” başlığı altındaki roman 2013 biçiminde almamak gerekiyor. Çiğdem Özelsancak Ataş’ın romanlarına değinmiştim daha önce “Kitaplar Adası”nda. Bu kez Anıl Tortop’un resimlemesiyle Top’un yayımladığı dizideki iki romanını daha okudum yazarın: Dikenli Ok Uçları (2012), Medusa’nn Gözyaşları (2013)… Yazar, anlatısını roman evreni içinde yer alan öyküler arasında kesikliğe yol açmadan, geçişleri birbirine ilmekleyerek kuruyor. Böylelikle anneannetorun ilişkisi de tam bir dramatik bütünlük temelinde roman evrenine yayılıp sağlam bir yerleşmeyle okur önüne geliyor. Bu bütünlük, dikkat çekici ivme kazandırıyor anlatıya. ÇOCUK GENÇ YAZININDA YENİ ALGI YÖNSEMESİ… Bunların ötesinde alana özgü ürünlerin bir bölümünde farklı zenginliklerden yararlanarak yazarlığı deneysel boyutlara taşıma çabası da görülmüyor değil. Nitekim azımsanmayacak bir yazar kesiminin bu doğrultuda kendilerini geliştirip ürün verdikleri söylenebilir pekâlâ. Sözgelimi Bilgin Adalı’nın, yukarıda sözünü ettiğim kimi yapıtları dışında çok daha farklı yapıda kaleme aldığı metinler de var. Muslu’nun biçemiyle örtüşen, Kutlay Sındırgı’nın resimlediği Kariye Hazinesi’ni (Can, üçüncü basım, 2009) değil ama, Dünyamızın İlk Şafağı’ndaki anlatısını örnekleyebilirim burada. Bilgin Adalı’nın yazarla okur arasındaki sınırı kaldırmaya dönük tutumunun altını çizmek gereği duyuyorum özellikle. Yapmacıksız, üstelik oyunsu süreçlere dayalı, gösterişsiz içtenlikli tutum, doğrusu göz alıyor. Kitaplarda dikkati çeken bir yan buysa ötekiler için de bir iki not düşmek gereği duyuyorum: 1.Yazar, bu metinlere kendini katmakla birlikte anlatan, hele kendini bir tepeye koyup vaaz eden tutum sergilemiyor hiçbir zaman. 2.Tarihsel öyküleri sağlam dramatik omurgalar üzerine oturtarak okur ilgisini sürekli ayakta tutmayı başarıyor, böylelikle anlatısını bu omurga üzerinde kolaylıkla kaydırabiliyor. 3.Yazar, kitaplarında oyunsu süreçlere yer açarken bir açıdan çocuk, genç okurla birlikte bir yaratıcı drama çalışmasına katılıyormuş havası da yayıyor ayrıca. Gerek yazarlık hüneri gerekse tarihsel kişiler olarak seçtiği kadın portreleriyle, Mustafa Delioğlu’nun resimlediği Mina Tansel’in Büyüyünce Ne Olacaksın? (Can, 2013) adlı yapıtının da dikkat çekici yüksek bir ivmeyle okuru kuşattığını söylemeliyim. Canan Barış’ın resimleyip Özlem Tokman’ın kaleme aldığı Rasathane’de Bir Gece’yi de (Kelime, 2012) buna eklemek gereği duyuyorum… Ancak tarihsel dönüştürümü bir belgesel düzlemine taşıdıkları, bunun altından başarıyla kalktıkları için, ilerleyen haftaların birinde ayrıca duracağım bu iki roman üzerinde, önemseyişimin gerekçelerini de getirerek. Yazının girişine dönersek, dogmalardan arınıp tabuları aşmış çoksesli kent bireyinin önünü açacak kitaplara, “insanımızı benimseme”de gelişmiş bir sivilleşmeye, bugün her zamankinden çok daha fazla gereksinim duyulduğu açık… Gezi Direnişi’nin o zengin gönüllü gençleri, bütün bu olumsuzlukları aşarak kentli birey oldular, kentlerine, ülkelerine, bağımsızlıklarına, özgürlüklerine sahip çıkıyor… Benden sonra tufan, onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine demeyeceksek eğer, şimdinin çocuk genç yeni kuşakları için de bu doğrultuda kolları sıvamamız gerekmiyor mu? n K İ T A P S A Y I 1227 B dizisinde bilgisayarı, Çiğdem Özelsancak Ataş “Tarih Aynası” başlıklı roman dizisinde aynayı kullanıyor. Bu örneklerden kalkarak ortaya çıkan tabloya bir kez daha göz atabiliriz… KARMAŞIK YAPIYLA GELEN GERÇEKTENLİK DUYGUSU Bilgin Adalı, İsmet Berkan vb. yazarların kimi romanlarında anlatı zamanı, doğrudan geçmişe, tarihsel çağlara özgülenebiliyor. Böyle olduğunda yazar, bunun roman kuramı bağlamında soyutlayımıyla, dönüştürümüyle tam doygunluk yansıtmasını amaçlarken gerçektenlik açısından da yükseklik yaymasını arzuluyor, yapıtının ötekilerine göre özgünlük sergilemesi için çabalıyor sonuçta… Bu açıdan bakıldığında karakterlerin çizgisellikten uzak tam bir roman kişisi olarak yaratılması zorunlu elbette. Hem kurulan evrenin hem yapılandırılan kişilerin yansıtacağı karmaşık yapı, okur yaş eşiklerine göre ancak böyle gerçeklik kazanacaktır çünkü. Bu açıdan bakıldığında tarihsel çocuk genç yazını alanında kalem oynatan yazarların da, tıpkı yetişkin yazınının yetkin örneklerindekine benzer biçimde özen gösterilmiş, çıtanın altına düşmemiş düzeyli ürünlerle okur karşısına çıkması beklenmez mi? Yapıtlarında doğrudan tarihsel roman evreni kuran yazarların değil yalnız kaydırmalar yoluyla geçmişle bağ kuran ya da günlük yaşam içinde geçmişin canlı damarlarına ilmek atan yapıtların da bu kurala uyması gerekiyor kuşkusuz. Mustafa Hakkı Kurt’un andığım diziden Orta Çağın Ortasında (Resimleyen: Reha Barış, Kelime, 2012) adlı romanını okudum yalnız. Serüven duygusunun tetiklendiği, geçmişin anlatısında okurun enikonu özdeşleyim yaşaması için kışkırtıldığı gözlenen kurmaca egemen kılınmış romanda. Ne var ki karmaşa derken serüven değil söylemek istediğim, roman kişilerinin sergilediği karakteristik özellikler, bu bağlamda yansıttıkları derinlik, hem kendi aralarında hem olaylarla ilişkilenişlerinde ortaya çıkan katmanlaşma, yayılma… Diyeceğim, yalınlığı basitlik, karmaşayı eylemlilik, hızlı tartım BİRE BİR ANLATIMDA SÖYLEMCİ SAKINCALAR… Ahmet Zeki Muslu, Antik Kentin Yeni Sahipleri (Koza, 2011) adlı kitabında antik kentle iç içe geçmiş bir köyü alıyor roman evreni olarak. “[E]ski kent kalıntılarının taşları sökülerek yapılmış” (7) bu evlere dayalı günümüz köyü ile antikçağ kenti harmanlamasıyla ortaya çıkan roman evreni kurma düşüncesi elbette göz okşayıcı… Bir köylünün bekçilik yaptığı korumasız antik kentin yine aynı köyden çalıcıları, tarihi eser kaçakçılarının da işbirlikçisidir. Bir grup S A Y F A 14 n 22 A Ğ U S T O S C U M H U R İ Y E T