25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Selim leri’den ‘Yağmur Akşamları’ Sükut cinayetleri Öykücülüğümüzün önemli dönemeçlerinden biri Selim İleri. Yeni öykü kitabı Yağmur Akşamları‘yla okurlarına bir kez daha kendi yazı evreninin kapılarını aralıyor. İleri, kitabında edebiyat ve sanat için direnmeyi de sürdürüyor. Ë Birsen FERAHLI elim İleri’nin son kitabı Yağmur Akşamları’nı okudum. Kolay bir okuma olmadı. Zamana yaymak gerekiyordu. Akışa kaptırarak, sonucun peşinde koşarak değil, tek tek her cümleyle vakit geçirerek okumaya çalıştım. Türk edebiyatının son yüz yılını hiç bilmiyorsanız sorun yok; isimlere ve olaylara “öykünün içeriği”, “kurgu” ya da yazarın “kapalı anlatım tercihi” filan der, çıkarsınız kitabın içinden. Geçmişin edebiyat dünyası hakkında aşağı yukarı bir bilgi sahibiyseniz, kendinizi bir labirentte bulacaksınız. Bir ismi tanıyacak, bir diğeri için türlü tahminlerde bulunacaksınız. İnternette kimi isimlerin izini süreceksiniz; eserlerini, hayatını arayacak, bağlantıları kurmaya çalışacaksınız. Ama eğer edebiyatımızın geride kalan yüz yılını biliyorsanız, işte o zaman edebiyatımızda işlenen ve hâlâ sürmekte olan seri sükut cinayetleri bütün acısıyla önünüze serilecek. Çünkü Yağmur Akşamları, “Kral Çıplak!” diyen bir kitap. Perdeleri yırtıyor. Sevgisizlik jilet gibi… ÖZGÜNLEŞEN ANLATIM DİLİ Öykülerde “sükut cinayetleri”nin mağdurları, failleri, yataklık edenler, görüp de görmezden gelenler kol geziyor. İleri’nin edebiyata dair donanımı dıştan içe değil, yani okumak ve bilmenin ötesinde bir bilinç hali. İşte o bilinç olay mahallinde geziniyor. Somut verileri bağdaştırarak kırk tilkinin tur attığı zihin köşelerinde fısıldanan iç sesleri konuşturuyor. O sesler apaçık söylüyor zaten: Kral Çıplak! Sekiz öykü. Öykü mü? Türü belirsiz. Yazara göre, “tür”, “üslup”, “bütünlük”, “okur kitlesi” gibi unsurların söz konusu edebiyat ortamında pek anlamı yok. Kitabın hiçbir yerinde böyle bir şey yazmıyor elbette ama anı gibi başlarken öyküye dönen, denemeden rüyaya geçen, günlüklerde hayat izi süren, tarihin içinden bir yalnızlığı alıp başka, çok başka yalnızlıklara ekleyen kesintili anlatıma bakarak yazarın kitâbî tanımları çoktan es geçtiğini görebiliyoruz: “(…) Ortak dili kapı dışarı etmiştim. İyice kapanık, iyice dikenli. Herkesten kaçarcasına. Söz dizimini değiştirmeye çalışıyordum, çapaklı. Kimsenin okumasını istemiyordum sanki. (…) Uzunöykü diyorum ama; türler önemini kaybetmişti. Önemli olan sadece yazıydı, yazmaktı. Ne roman, ne hikâye, deneme, oyun, şiir, anlatı. Bana öyle geliyordu ki, dünyada tek bir kitap vardır, hiçbir zaman noktalanmayacak tek bir kiSAYFA 16 30 HAZİRAN S tap. Bütün yazılar, bütün yazdıklarımız o kitaba aittir” (s. 21). Bu alıntı “Nerval Diye Biri” adlı öykü ilerlerken bir yazınsal manifesto olarak çıkıyor okurun karşısına. Selim İleri ilk yapıtlarından itibaren giderek iyice özgünleşecek olan bir anlatım dili oluşturmuştur. Yarın Yapayalnız (Doğan Kitap, 2004), İleri’nin yazınsal yaşamında çok önemli bir dönemeç. Sonrasında, dil, kurgu ve anlatımdaki özgünlük dozu gittikçe artarak, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum (Doğan Kitap, 2006), Hepsi Alev (Doğan Kitap, 2007), Bu Yalan Tango (Everest, 2010)… Şimdi de Yağmur Akşamları… Savruk, kesintili, ironi hattının da ötesinde ama yine zarif ve edebi olan… Anlam, salt sözcüğün içeriği ile değil, cümlenin biçimsel özellikleriyle de iletiliyor. Biçim, metnin atmosferini kuruyor. Öykü oluşturma çabası yok artık Selim İleri’nin. Öykünün zamanı değil, hayatın zamanı da değil, “ruhun zamanı”nın peşinden gidiyor. “Bütünlük” denir öyküde, Çehov öylesini yeğler. Edgar Allan Poe “etki”yi önemser. Ama artık bütün bu niteliklere sahip olsa da “susku cinayetine kurban giden edebiyat” devrinde, adeta değeri bilinmeyen ürününü yakan, sütü asfalta döken toprak emekçisi benzeri bir tutumla özneyi, fiili, sıfatı, zamiri, dünü, bugünü ustaca bir karmaşa içinde bilinçli olarak savruk kullanıyor Selim İleri:“O genç adama, veremden ölen, büyük olasılıkla canına kıymış, Paris’e gönderdiği delikanlısına, cenaze namazı hangi camide kılındı, gitmiş olmalısınız, ona küçücük bir yaşama sevinci bile sunamayan coğrafya, kültür, her şey, dün ve bugün” (s. 130). Başka bir öyküde, “Hamdi” diyor örneğin. Okur, onun Ahmet Hamdi Tanpınar olduğunu biliyorsa ne âlâ, hayır, bilmiyorsa ve merak da etmiyorsa yazarla okurun dünyası ayrıdır zaten. İletişim olanaklarının bugünden farklı olduğu dönemlerde, Rusya ile ilgili tek bir görüntü görmeden Rus edebiyatı okurken bile meraklısı için çeşitli kodlar vardı. Seviyorsak araştırır öğrenirdik, “step” ne demek, “kolhoz” neresi, “Borş Çorbası” nasıl bir yemek? Yağmur Akşamları’nda öykülerde gerçek yaşamdan tanıyıp bildiğimiz kimlikler ve onların temsil ettiği kodlar var. Kimisi iç dünya ekseninde (Fikret K. yani, Dr. Fikret Ürgüp), kimisi misyonunun gerektirdiği gibi (Kemal Tahir) yaşamış kimlikler. Misyonla iç gerçeklik arasında kalan mesafede ki bu can yakıcı bir alan itiraflar, belki pişmanlıklar ve hiçlik… Yazar kâh ruh ortaklığı yaparak, kâh bu zihinlere karşıdan bakarak zor, çok 2011 zor sahneleri yaşatıyor okuruna. “YALNIZ YAŞAYANLAR, ÇOKTAN İKİ KİŞİ” İlk öykünün adı “Mahpes” kitabın kilit sözcüğü aynı zamanda. Çünkü Selim İleri iç ve dış engellerle hapsedilmiş hayatlara dair; şiir düz yazı gelgitinde dolaşan bir anlatı kaleme almış. Mahpes, “Deli Mustafa” da denilen devrik padişah I. Mustafa’nın saray hapsinde geçen ömrünün iç konuşmaları. Selim İleri, Mustafa’ya “Yalnız yaşayanlar, çoktan iki kişi” dedirtiyor. Osmanlının cellat tehditli tenha saraylarına denk soğuk, yalın sözcüklerle kurulmuş bir öyküdeyiz. Mustafa’nınki delilik mi, vahşet tanıklıklarından acılaşmış bir zihin mi bilinmez. Hepsi Alev’de İrene’nin iktidar tutkusu yüzünden Bizans Konstantinapolis’indeki hapsi, Mahpes’te “Herkesi sevmek istiyordum” diyen, I. Mustafa’nın kubbeli, çinili, suskun saraylardaki İstanbul hapsi… İlk bölüm bu tek öykü ile bitiyor. İkinci bölümün ilk öyküsü “Son Sayı”yla 2000’lerin Türkiye’sine geliyoruz. Yazan çizen insanların dünyası. Üçlü bir yapı: Gerçek yaşamdan yazar bir arkadaş, o arkadaşın yazdığı bir öykü ve yazarın çağrışımları. Üç ayrı iç hapishane. Kalabalık sokaklarda, insan dolu odalarda herkes kendine kelepçeli. Edebiyat ortamının nedense hep aynı olan soruları, sorunları ve bir soru: “Kimiz biz?” Kitabın üçüncü öyküsü “Nerval Diye Biri”, anı gibi başlıyor. Eski bir uzun öyküsünü yirmi beş yıl sonra yeniden gözden geçiriyor yazar. Yirmi beş yılın uzaklığından eski heveslerini, didinmelerini, yazma heyecanını seyrediyor. Nerval’in yaşamı başlı başına bir öykü. Yazarın ilk yola çıktığı o çılgın okuma dönemlerinde Nerval’in yapıtları, genç yazarın yazma bilincinde derin etkiler bırakmış; öğreniyoruz ki Proust da etkilenmiş Nerval’den. Selim İleri müthiş birikimiyle okuruna yürek sızlatan ama bir o kadar da zevkli bir edebiyat sörfü yaptırıyor. “Gökyüzü Yıldızlarla Dolu” dize yoğunluğunda bir isim. Bu öykü Füsun Akatlı’ya ithaf edilmiş. Akatlı güçlü bir önsezi ve duyarlıkla şöyle demiş Selim İleri için: “(…) Selim İleri edebiyat ortamımızdaki hadi yozlaşma demeyelimyoksullaşmanın acısını en çok duyan ve duyuran yazardır (…) kim bilir ne acılar pahasına, hiç tavizsiz, adeta Don Kişot’ça, romanını, öyküsünü yazmaya devam ediyor.” Yıldızlarla dolu gökyüzünde gençliğin bitimi, sonbaharla tanışma ve kabul var. Hayatı kabul etme. Şişli’de antenler ve çatılar arasında bütün çabalara karşın çiçeklerin bir türlü açmadığı çatı terasında artık canlı renklerle bezenmiş bir bahçenin yeşertilemeyeceği gerçeğinin kabulü. Yarım bırakılmış cümleler olan bitenden çok, niyetleri iletiyor okura. Hepimizin, ne kadarı gerçekleşeceği belirsiz niyetlerden medet umarak olmayacağını bile bile, kovuğumuza çekilip yeniden başlama gayretlerimiz. Nafile olduğunu bile bile… ‘GEÇMİŞTEKİ GELECEK’ Yazmanın zamanla ilişkisi sorgulanıyor bir yandan da. Karşı balkonda çiçeklerin arasında bir kadın silueti var. Gerçekten var mı, bilmiyoruz; bir kurgu, bir düşlem de olabilir. O kadın dün mü vardı, bu gün mü, yoksa yarın mı var olacak? “Genç kadınla göz göze geleceğimi de henüz bilmiyordum. Geleceği bilmiyorsunuz. Sonra, geçmişi yazarken, ‘geçmişteki geleceği’ bilerek yazıyorsunuz.” Tutankamon’un alnında renkleri bile kaybolmamış kır çiçekleri ki teras bahçesinde çiçekler açmamıştı zamanın ipini bir kez daha çekip alıyor elimizden: “Tüylerim ürperiyordu, çünkü bin yılın yalnızca bir ‘an’ olduğunu hissediyor, daha dün mezara bırakılmış bu matem çiçeklerinin solmamışlığına esriyip gidiyordum, daha dün, daha demin, Tutankamon’un bedeni mumyalanmış.” Öykünün sonunda yazarın sesi gerçek bir acıyla yıldızları gökyüzünden geri alıp, öyküsünün adını “Ölü Yıldız Yansıları” olarak değiştiriyor. Refik Halit Karay’ın “Kirazlar” öyküsünü anımsayan var mı? Komşu evin metruk bahçesinde kiraz ağaçları vardır. Çocuk fakir fukara arkadaşlarına sepet sepet dağıtmak için ağaçlara tırmanır. Bahçıvan yaklaşırken, çalma¥ nın utancına dayanamayıp atlar ¥ ağ ku Sırma s alnına y unutam şındaki okumu bir mey şım ana dır, sın neanne şam bo dır. Ed hayata İşte “ rilmiş ö var hay yen yaz bakıma tak soru ten yaşl “umutl ri’nin y lekler b anne üz ruz ki, dır ama mak da dar evs “...Ö hırpala mudur? üçüncü len res öyküde sinden var: “G “Yağm Ne Şark Selim aldırma halde b gelinen re, kısa ratça yo yazardı sel bir f isimleri ler, o h yatların bu gün meyece öykü ve mayan ve yaza konuk, na görü nesi, ki lünü ve terir. M nik teri dönüşt neğini t Öykü oluşturma çabası yok artık Selim İleri’nin. Öykünün zamanı değil, hayatın zamanı da değil, “ruhun zamanı”nın peşinden gidiyor. BİR Y Hand ta kırkı ni Konu zısında anlatır hızlı ve den çar Türk ed den çep yazarlar kendisi bir ede “Gün kret K. konyak ve otuz Az kon ler yırtı yırtmak “Sen “…Â “Âva yazdı.” CUMHURİYET KİTAP SAYI 1115 CUMH
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear