25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Ş İ VENÜS’ÜN DOĞUŞU BU sabah, çağrışlar, huzursuzluk, feveranla korkulu geçen gecenin ardından, yarıldı bütün deniz bir daha ve bağırdı, ve bağrış yavaş yavaş yine kapanırken ve göklerin solgun gününden ve seherinden suskun balıkların dipsiz derinine düşerken : deniz doğurdu. Şafakla ışıldadı köpük saçları geniş dalgalar hayâsının, kenarından kız ayağa kalktı, beyaz, şaşkın ve ıslak. Taze yeşil bir yaprağın kıpırdaması, gerinmesi ve sarılı olanın açılması gibi, gelişti onun bedeni serinliğin içine ve henüz el değmemiş seher yeline. Aylar gibi yekindi duru dizler ve daldı kalçaların buluttan yuvarına; baldırların ince gölgesi çekildi, ayaklar uzandı ve ışıklandı, ve mafsallar yaşadı kursağı gibi su içenlerin. iir Atlası CEVAT ÇAPAN Rainer Maria RİLKE/ Şiirler/ Çeviren: Yüksel PAZARKAYA Venüs’ün Doğuşu lk bölümünü geçen hafta yayımladığımız Cem Yayınları’nca hazırlanan Rilke’nin Bütün Şiirleri dizisinin onuncu kitabı Yeni Şiirler’den (Neue Gedichte) örnekler sunmaya bu hafta da devam ediyoruz. birbirine girip bir şey olduğunu gördün, bu nefretti ve yeryüzünde yuvarlanıyordu arıların üzerine çullandığı bir hayvan gibi; oyuncular, yığılmış abartıcılar, yıkılan azgın atlar, bakışı fırlatarak, diş takımını soyarak sanki kafatası ağızdan fırlarcasına. Artık biliyorsun ama, nasıl kendini unutur: çünkü önünde duruyor dolu gül kâsesi, unutulmazdır ve doldurulmuş oluşun ve yitişin o en uçluğuyla, uzatmak, hiç verememek, öyle durmak, bize ait olabilen: bize de en uç. Sessiz yaşam, sonu yok doğmak, mekângerekmek mekânsız o mekândan almak, etrafındaki şeylerin eksilttiği, nerdeyse hiç çerçevesiolmamak yer bırakmak gibi ve hep içlik, pek tuhaf zarif ve kendiniışıtan – kenarlarına kadar: bize bu denli tanıdık bir şey var mı? Ve sonra şöyle bir şey: bir duygunun doğması, çiçek yaprağının çiçek yaprağına dokunmasından? Ve şu: ve birinin açılması bir göz kapağı gibi, ve altında bir dolu göz kapakları, kapalı, sanki onuncu uykuda, sindirmeye, bir içgözün görüm gücünü. Ve şu her şeyden önce: bu yapraklar arasından ışığın geçmesi gereği. Bin gökyüzünden süzerler yavaşça o bir damla karanlığı, onun ateş ışığında karışık hayıt demetinin kıpırdanması ve kalkışması. Ve devinim güllerde, bak: Öylesine dar salınım açılı haller, görülmez kalsınlar diye, gitmedi ışınları dağılarak evrene. Bak şu, kutlu açan beyaza ve kocaman açık yapraklarda Venüs gibi duran dimdik kalkı içinde; ve kırmızıya çalan, şaşkın gibi bir serine doğru dönen, ve serinin duyarsız nasıl geri çekildiğine, ve soğuk olanın, kendine sarınmış duruşuna, hiçbir şeyi önemsemeyen açıklar arasında. Ve önemsemedikleri şey, nasıl hafif ve ağır, nasıl bir palto, bir yük, bir kanat ve bir maske olabiliyor, duruma göre, ve nasıl önemsemiyorlar onu: sevgili karşısında gibi. Ne olamazlar: o boş ve açık duran sarı kabuğu değil miydi bir meyvenin, değil miydi içinde aynı sarı, birikmiş, portakal kırmızı, özsu? Ve çok muydu bunun için, açılmak, isimsiz pembesinin havada acılık bırakan mora çalmasından? Ve batistsel olan, bir giysi değil mi o, içinde hâlâ narin ve nefes sıcağı gömlek bulunan, onunla birlikte aynı zamanda atılmış olan sabah gölgesinde eski orman havuzunda? Ve şu işte, opalsi porselen, kırılgan, yassı bir Çin fincanı ve doldurulmuş ufak aydınlık kelebeklerle, ve şuradaki, kendinden başka bir şey içermeyen. Ve hepsi de öyle değil mi, salt kendini içeren, demekse kendini içermek: dışardaki dünya ve rüzgâr ve yağmur ve sabrı baharın ve suç ve huzursuzluk ve maskeli yazgı ve akşamüstü yeryüzü karanlığı bulutların değişimine dek, kaçış ve uçuş, uzak yıldızların belirsiz etkisine dek içsellik dolu bir ele dönüştürmek için. İşte tasasız duruyor açık güllerde. ? SAYFA 31 Ve kalça çanağında uzanıyordu beden taze bir yemiş gibi bir çocuğun elinde. Göbeğinin dar çukurunda bulunuyordu bütün karanlığı bu aydınlık yaşamın. Altında yumruyordu ışıltılı küçük dalga ve taşıyordu durmadan bellere, orada zaman zaman sessiz bir serpinti oluyordu. Işınmış görünüyor ama ve henüz gölgesi yok, nisanda kayınların varlığı gibi, sıcak, boş ve gizlenmeden, duruyordu edep yeri. Şimdi duruyordu omuzların dinç terazisi artık düzgün bedenin üstünde denge halinde, kalçadan bir fıskıye gibi yükseliyordu ve duraksayarak uzun kollarda düşüyordu ve hızlıca saçın dolu düşüşüne. Sonra çok yavaştan yüzü geçti: kısalmış karanlığından eğiminin berrak, yatay yükselmişliğine, ve onun ardında kapanıyordu dik çene. Şimdi, boyun bir fıskıye gibi uzandığı için ve içinde özsu yükselen çiçek sapı gibi, kollar da uzanıyordu boynu gibi kuğuların, sahili ararken. Sonra geldi bu bedenin karanlık erkenliğine sabah yeli gibi ilk nefes. En körpe dallarında damar ağaçların bir fısıltı doğdu ve kan başladı derin yerlerinden şırıldamaya. Ve bu rüzgâr büyüdü: artık atıldı bütün nefesiyle yeni biten göğüslere ve doldurdu onları ve içlerine sıkıştı, uzaklıkla dolu bir yelken gibi, eğnik kızı kumsala sürükledi. Böyle ayak bastı karaya Tanrıça. Arkasında, o yürüdü genç sahillerden hızlı adımlarla, yükseliyordu bütün öğleden önce çiçekler ve saplar, sıcak, şaşkın, sanki bir kucaklaşmadan. Ve o yürüdü ve koştu. Öğle üzeri ama, en ağır saatte, kabardı deniz bir kez daha ve attı bir yunusu o aynı yere. Ölü, kızıl ve açık. GÜL KÂSESİ ÖFKELİLERİN titrediğini gördün, iki oğlanın CUMHURİYET KİTAP SAYI 1072
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear