25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Affedersin La Fontaine’e dair Mustafa Balbay’dan çağdaş öykünceler Ezop bir öykücü, La Fontaine bir ozan, Balbay bir mizah sanatçısıdır. Sözcüklerin sesleriyle oynayarak komiklikler yapıp bizi eğlendiriyor; burası doğrudur; ama salt “Lâlâ Paşa eğlendiren” bir mizahçı değildir o. Soyut bir işlem olarak mizah, kendi içinde bir söylem türü gibi düşünülebilir ve ille de herhangi bir yararcı işleve bağlanmayabilir, “Niçin mizah?” sorusuna da “mizah için mizah” karşılığı verilebilir. Tıpkı, “sanat için sanat” denildiği gibi. Ama bu, mizahın da sanatın da toplum için olmasını önlemez. Affedersin La Fontaine kitabıyla Balbay bunun güzel bir örneğini veriyor. Ë Mehmet YALÇIN ffedersin La Fontaine Mustafa Balbay’ın, ilk baskısı 2000 yılında Çınar Yayınları’nda yapılan kitabı (1). Daha sonra üç baskısının daha Cumhuriyet Kitapları’nda çıktığını öğrendim. Burada tüm göndermeleri ilk baskıya yaptım, çünkü okuma notlarımı oradan almıştım. Bu kitabında Balbay, La Fontaine’in “Fables” adlı öyküleriyle verdiği derslerin bize “ters” geldiğini görünce, oturmuş onları “tersine” çevirmiş. Ondan af dilemesi bu yüzden. Balbay da beni bağışlasın, çünkü burada “masal” yerine “öykünce” diyeceğim (2). Bu, salt öz Türkçe düşkünlüğümden değil, La Fontaine’i bir masalcı gibi görmediğimden: Olay kurgusunda insanların yerine hayvanları koyması simgesel. Bu açıdan gerçekçi bile sayılır. Oysa aynı kaynaktan (Ezop’tan) esinlenen çağdaşı Charles Perrault bir masalcı. Onun öykülerini masal yapan şey, kurduğu serüvenlerin insanüstü, kimileyin de doğaüstü nitelik taşıması. ÖYKÜNCE, MİZAH VE ŞİİR Öykünce genellikle hayvanların insanlara öykündürüldüğü bir anlatı türü. Eğlendirirken eğitmeyi amaçlar. O nedenle La Fontaine öyküncelerini “mizah” ya da “gülmece” sınıfına sokanlar oluyor (3). Öyle bile olsa, bu yapıtın özgünlüğünü sağlayan şey, eğitim ya da mizah niteliği taşımasında değil, yazış yordamında. Balbay’a gelince, onun da 2000’li yılların La Fontaine’i olduğu söylenemez: O, öyküncelere öykünürken, mizah yapar, çünkü mizah, herhangi bir öykü türü de(!) karşılar ve “Olur” der. Sırtını boş gören halk şaşkına döner, bunu bir kötülük belirtisi olarak yorumlar. Ne yapalım, ne edelim derken, uyanıklardan birisi araya girer. Kutsal nesnelerin dile geldiğini ve kendilerine “Sizler Zavallı Eşeği karşılıksız yoruyor ve üzüyorsunuz, onun için inmek istiyoruz’ biçiminde yakındıklarını söylediler, biz de indirdik” der. Burasını da Balbay’ın son dizeleriyle aktaralım: “Putlar’ demişler/ Eşeğe yapılan haksızlığa çok üzülmüşler/ Kahırlarından ezilip büzülmüşler/ Dua etmeye geldiğinizde/ Eşeğe de bir şeyler verirseniz/ Boynuna altın takıp, sırtına halılar sererseniz/ Yeniden Eşekle gelmeyi kabul ederler belki.” Halk buna yürekten inanır; herkes, nesi var nesi yok, eşeğin boynuna takar, sırtına yükler. Uyanıklar tüm bu değerli takı ve yüklere el koyar ve “eşek sırtından” aynı sömürü böylece sürüp gider. Balbay, uzun öyküncesinin son dört dizesinde La Fontaine’e şu dersi verir: “Affedersin La Fontaine/ Devir artık başka devir/ Uyanık ol; halkın inançlarını/Ganimete çevir!” Balbay’ın deyişiyle söylersek, “usta” ile “çırak” arasındaki temel ayrım şudur: La Fontaine kutsal değer sömürüsünü değil, kişilerin “eşekliği”ni eleştirir. Balbay ise “eşeklikten kurtulamayanların sırtından geçinenleri.” La Fontaine, yayımladığı bütün öykünceleri Ezop’tan alıp kendi dönemine aktardığını sık sık dile getirmesine karşın onun bir uzantısı değildir. Çünkü Ezop öykünceleri, ham öyküncelerdir, La Fontaine onları şiirleştirmiştir: Ezop hayvanlara yaptırdığı edimlerde, oradan alınacak dersleri öne çıkarırken, La Fontaine, o hayvanları doğadaki güzellikleriyle birlikte canlandırıp şiirsel imgelere dönüştürmüştür. Balbay ise La Fontaine’in Ezop’tan aktardığı aynı ham öykünceleri mizahlaştırmıştır. On yedinci yüzyılın toplum insanı ve aydını incelik (préciosité) düşkünüydü, La Fontaine de öyleydi. 2000’li yılların Balbay’ı ise, böyle bir inceliği mizahıyla yaşatıyor; bunun için güler yüzlü olmayı seçer ya da bu doğasında vardır. İkisinin ortak yanı, töresizliğe karşı verdikleri insanlık savaştır: La Fontaine’in bireysel düzeyde yaptığını, Balbay toplumsal düzeyde yapıyor. Zamanın dışına çıkarak kurdukları dostluk bunun en belirgin örneğidir. ? Notlar: (1) Affedersin La Fontaine, Mustafa Balbay, Çınar Yayınları, İstanbul, 2000, 266 sayfa. Burada bir kitabı daha anmak gerekiyor, çünkü Balbay, La Fontaine metinlerini oradan almıştır. O da şu: Bütünüyle La Fontaine Masalları (La Fontaine’in Fables adlı yapıtından çevirenler: Nükte Uğurel, Seyit Kemal Karaalioğlu ve Nevzat Kızılcan; İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1981) (2) Kapatılan Türk Dil Kurumu, büyük olasılıkla da Tahsin Saraç, yıllar önce fable karşılığında öykünce sözcüğünü önermiştir. Anlamına uygunluğu açısından ben de öykünce’yi yeğliyorum. (3) O nedenle, bir “öz Türkçe düşkünü” olmama karşın, Batı dillerindeki humour karşılığında “gülmece” değil, “mizah” demeyi yeğliyorum. Çünkü mizah, ille de güldürmez, ağlatanı da vardır. Bu konuda daha geniş açıklamayı, Türk Dili Dergisi’nde “Gülmece mi, mizah mı?” başlıklı yazıda yaptım (TDD, Kasım – Aralık 2006). SAYFA 13 A ğil, bir anlam oluşturma yordamıdır. Önsözde Balbay “Kendi yazdıklarımı tekrar okurken, şöyle dedim: “Ehh fena sallama olmamış!” diyor. Önce “Fena (…) olmamış” tümcesinden (olumlu) bir anlam çıkarıyorsunuz ama sizi bir şeyler duraksatıyor: Çünkü tümcenin içeriğindeki masal yazma sanatı kavramına iki değişik anlam yüklenmiş. Birincisi, saçmalamayı çağrıştıran masallama gibi uydurma bir sözcükle; ikincisi de, bu son sözcüğün çizgiyle ikiye bölünerek görünür kılınan ve atma anlamına çekilebilecek sallama sözcüğüyle duyumsatılan anlam. Aynı işlem, tümcenin bütününe de yansıyor: Bir yandan “Yazdığım masallar fena olmamış” gibi alçakgönüllüce bir övgü, bir yandan da sallama sözcüğünün kattığı küçümseyici bir yergi anlamı çıkıyor. Birbirinin karşıtı iki alay (ironi) üst üste getiriliyor ve her iki (sözcüksel ve tümcesel) düzeyde de, çaktırmadan, birden çok anlam birlikte kavratılıyor. La Fontaine’in öyküncelerini klasik bir yapıt olarak günümüze taşıyan şey, yalnızca hayvanları insan yerine koyması ya da birtakım dersler vermesi değil; daha çok, geniş bir hayvanlar âlemini yansıtan renkli bir “imgelem dünyası” ile dize sanatı inceliklerine gösterdiği özendir. O nedenle “büyük bir ozan olarak” da anılır. Doğrusu salt öykünmeye dayalı yüzeysel bir mizah kalıcı olamazdı. Verdiği öğüt ya da dersler de Batı insanı için artık büyük bir önem taşımıyor. Onu ayakta tutan şey, şiirselliğidir. Balbay’ın öykünce kılığına soktuğu yazıları çekici kılan şeyse, büyük bir duyarlılıkla geliştirdiği mizah dilidir. ÖYKÜNCE KILIFINDA MİZAH En iyisi bu noktada sözü Balbay’a bırakalım. Önsözünün bir başka yerinde de Balbaycaya özgü tek bir harf oyunuyla şöyle diyor: “Evrensel olan, insanların daha insanca yaşaması için gerekli olan, La Fontaine’in dersleri. Ancak, bugün için geçerli olanlar (…) o derslerin tersleri!” (Altını ben çizdim. M.Y.). Kitabın adı gibi her öyküncenin başlığı da, çağdaş töreler konusunda bizi yönlendiriyor. İşte birkaç örnek: İnsanın yendiği Aslan/ yerine /Aslanın yendiği İnsan/ (s. 49) ; /Put taşıyan Eşek/yerine /Put taşıyan Eşek sırtından ticaret/ (s. 82); /Bayan Aslanın cenaze töreni/ (s. 113) yerine /Bay Aslanın Geyikle muhabbeti/ (s. 115); /İstiridye ve iki Davacı/ (s. 135) yerine /Para Adaletin temelidir/ (s. 136). Metinlerden de iki örnek verelim. Çok bilinen Tilki ile Üzümler öyküncesinde Tilki bir asmadan sarkan “Kırmızı kabuklu/ Olgun üzümler görmüş.” Ulaşıp yiyemeyince de “Daha çok yeşil bunlar/ Ancak uşakların dişine yarar” diye vazgeçmiş. La Fontaine, Tilkinin bu davranışından şu alaycı dersi çıkarır: “Tilkinin bu sözleri/ Yakınmaktan daha iyi değil mi?” Balbay, ayın konuyu başka türlü işleyeceğini, şöyle dile getiriyor: “Affedersin La Fontaine/ Artık değişti ilişkiler/ Erişemedikleri ne hazine kaldı, ne kiler/ Üzümü yiyip bağını sormuyorlar/ Koparmak için kendilerini de yormuyorlar.” Tilki, üzümü ele geçirmede kendisine yardımcı olacak birisini (açlıktan kıvranan bir Fare) bulur. Ulaşamadığı o salkımların “peynir” olduğunu, eğer kemirir de o dalları yere düşürürse, çoluk çocuğuyla açlıktan kurtulacağını söyler. Öykü şöyle biter: [Tilki:] “Ucundaki dalı kemirirsen, salkım yere düşer/ Çoğunu sen yersin biraz da bana düşer/ Fare fırlamış ağaca, dalı kemirmiş/ Tilki yere düşen salkımlarla semirmiş” (ss. 3839). İkinci örnek de “Put taşıyan Eşek” (s. 82). La Fontaine’in bu öyküncesinde halk, bir azizin kutsal kalıntılarını taşıyan Eşeği görünce onun önünde sevgi ve saygı gösterileri yapar. Eşek bu ilginin kendisine yönelik olduğunu sanarak böbürlenir. Ama kalabalığın içinden birisi yanına sokularak “Sayın Eşek bey, bu ilgi size değil, taşıdığınız kutsal nesnelerin sahibinedir” diye uyarır onu. La Fontaine’in bundan çıkardığı ders bizdeki “Ye kürküm” deyimiyle eşanlamlıdır. Balbay, bu öykünceye dokunmadan, aynı oyuncularla, şöyle bir oyun kurmuş: Kalabalık içinden birileri, bu kez Eşeğin taşıdığı kutsal nesnelere duyulan büyük ilgiyi sömürmeye girişir. Sözü yine Balbay’a bırakalım: “Eşeğin sürekli put taşıyıp aptalca sevinmesi/ Kimi uyanıkları harekete geçirmiş/ Onlardan biri Eşeğe yaklaşıp /Yularını ele geçirmiş.” Uyanıklar Eşeğe saygılı (!) ve okşayıcı bir dille yaklaşarak, “Çok yoruluyorsun, başkaları seni sömürüyor. En iyisi yükünü bir süreliğine indirelim de dinlen” gibi bir öneride bulunur. Eşek bunu dostça CUMHURİYET KİTAP SAYI 1072
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear