Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
“Madımak Olayı” üzerinden 14 yıl geçti. Yeniden 14 yıl önceye, Madımak Yangını’na dönersek, hiçbir yönetici ölümün ayak seslerini duymak istemedi. Yoksa, o bilinçsiz kalabalığı dağıtmak işten bile değildi. M adımak Oteli’nin merdiveninde basamaklara oturan üç ozan yaklaşan ölümü nasıl karşılayacaklarının kaygısı içindeler. Metin Altıok’un elinde bir süpürge sapı, Uğur Kaynar’ın eli çenesinde, Behçet Aysan’ın önünde bir söndürme aygıtı. Behçet Aysan, kendini hekimlik töresine adayan bir hekim. O olmasaydı nice canlar kebap olmuştu. O cehennemden kurtulma bir eşiği atlamaya bakar. Artık öyle bir zaman gelir ki, o eşiği geçemezsiniz. Yazgınızı kendi elinizle hazırlamışsınızdır. Behçet Aysan için de öyle oldu. Merdiven basamaklarında ölümü bekleyen o üç ozanın resmi belleğimize öyle kazanmıştır ki, Cumhuriyet Tarihi’mizdeki bu “irtica” olayı hiç unutulmayacaktır. Yunus Emre’nin dizelerini anımsayarak avutuyoruz kendimizi: “Ölür ise ten ölür Canlar ölesi değil.” Salih Bolat’ın “Behçet Aysan Şiir Ödülü”nü kazanması, toplumsal gerçekçiliğe dolaylı bir anlatımla bakan bu iki ozanı yeniden anımsarken, Sıvas topluöldürüm acısını şiirle sarmaya yarayabilir, diye ummak isterim. Behçet Aysan “Yağmur Dindi” derken, keşke Madımak yangınını söndürerek dinen bir yağmuru da anımsatmış olsaydı: “yağmur dindi sevgilim, küf mavisi bir yağmur dingin ruhumun tınazını susturan ve aç çocukların iniltilerini, bu yüreğimize yürüyen yağmur, gecenin yağmuru dindi. bütün bir gece düşman pusularına, vişneliklere ayağı çaputa sarınmışlara kör bir kuyuya ve piramite inen bu yağmur gecenin yağmuru söndürmedi pırnal ateşinin soluğunu. Kozalak yaktım ben de Sessizlikteömrümün kozalaklarını Küllere sıvanmış Baştan başa dolaşıp Ağrıyan ormanı. Yağmur dindi sevgilim bak dinle her şey dindi, acıysa dinmemiş halde.” BİR TOPLUÖLDÜRÜM ÖYKÜSÜ “Edebiyatçılar Derneği”nin sorumlusu olduğum yıllarda Özcan Karabulut, Attila Aşut, Hidayet Karakuş, Öner Yağcı, Gökhan Cengizhan’dan oluşan bir çalışma takımı “Madımak Olayı”nı belgesel bir kitapta topladı. (SIVAS KİTABI, Bir Topluöldürümün Öyküsü, Yayına Hazırlayan: Attila Aşut, Edebiyatçılar Derneği Yayını, Haziran 1994). “Madımak Olayı” üzerinden 14 yıl geçti. Sıvas’ta, Madımak Oteli’nde, 2 Temmuz 1993’te 37 kişinin yakılarak öldürülmesi, insanları acımasız bir duruma sokan ‘yığın’ anlayışının, tarihimizi lekelediği bir olaydır. Bu topluöldürümü yakından izledik. Öldürülenlerden başka, olayların içinde yaşayanlar, bu insanlık suçunun etkilerini, gerek gövdelerinde, gerek gönüllerinde, yaşadıkları sürece duyumsayacaklar. Ama ülkemiz bu lekeyi, silinmeyen bir utanç belgesi olarak, yarınlara Mustafa Şerif ONARAN Değinmeler “Acının sınır boylarında” uzanan tarihi boyunca taşıyacak. Öldürülen o güzel insanların yakın çevrelerini, yaşamanın gündelik akışında, evlerinde tanıdık. Geleneklerine, göreneklerine bağlı, eli açık, çalışkan insanlardı. Sürüp giden duruşmalarda gördük onları. Dövünen, yüreği yanık analar vardı. Kederlerini içine gömmüş, içlerinde karayeşil ağı gibi bir acı akan, suskun insanlar da vardı. Duruşmalarda o suçu işleyenleri de gördük. Oturuşlarında, bakışlarında yabanıl, saldırgan bir anlam, bulundukları ortamdan uzaklarda, bir başka dünyada yaşıyor gibiydiler. Kalabalık duruşma salonundaki gergin ortamı yatıştırmak kolay değildi. Pek de uzun bir zaman geçmedi ama ölüm dalga dalga geliyor. Madımak basamaklarında ölümü bekleyen ozanların sevgili eşleri de ölüme yenik düştüler. Behçet Aysan yalnız iyi bir ozan olarak değil, aydınlanmanın simgesi olarak da anılacak. Salih Bolat’ın şiirindeki imge yoğunluğu süs gibi durmadığı, bir gerçeğin ayrıntısını belirlediği için, düz anlatım izlenimi verir. Şiiri imge yükünden kurtarmamın ustalığıdır bu! O imge yoğunluğundan bir tutam anımsamakla yetinelim: “Acının sarmaşığı, güven veren boşluk, ekşi kış kokusu, gündüzün bekleyişi, yağmadan önce yağmurun düşünmesi, gölün yalnızlığı, sıcak otların türküsü, yalnızlığın tozu...” Salih Bolat’ı kent yorgunu bir ozan olarak niteleyişim; kendi dalgınlığında dar zamanları yaşarken, insandan umudu kesmese de, doğainsan, topluminsan arasındaki ince kederin şiirini yorumladığı içindir. “ÖNCE ZARAR VERME” Sözü yeniden Behçet Aysan’a getirirsek, hekimliğin temel ilkesi sayılan bir eskil sözü anımsamak gerekecek: “Primum nil nocere” (Önce zarar verme). Bu çok kültürlü topraklarda yaşamak, birbiriyle çelişen anlayışları bile hoşgörüyle karşılamak anlamına gelmelidir. Biz o insanlarla gerçekten bütünleşebildik mi? Böyle bir hoşgörü içinde olsaydık Madımak Oteli’ndeki 37 cana kıyılır mıydı? Sözü hekimlik töresine inanan Behçet Aysan’a getirmişken; “O olmasaydı nice canlar kebab olmuştu” demiştim. Bu sözümde Madımak Oteli yerinde açılan kebapçı dükkânına bir gönderme vardı. Kent yorgunu oluşumuzda bu duyarsızlıkların da yeri olduğunu unutmayalım. Yeniden 14 yıl önceye, Madımak Yangını’na dönersek, hiçbir yönetici ölümün ayak seslerini duymak istemedi. Yoksa, o bilinçsiz kalabalığı dağıtmak işten bile değildi. Asıl ulaşılması gereken o bilinçsiz kalabalığın arkasındaki bilinçli karanlıktır. O karanlığı yok etmek değişik inançlara saygılı olmaktan geçer. “Edebiyatçılar Derneği”nde sorumluluk aldığım dönemde de böyle düşünüyordum. Daha Peygamber’in sağlığında, İslam siyasetine, İslam hukukuna yorumlar getiren “içtihatlar”, giderek, kurallara uygun da olsa, kuraldışı da sayılsa, nice ‘mezhep’lerin gelişmesine yol açtı. Hele “tasavvuf” görüşünü benimseyen İslam düşünürleri, “tarikat”ların bir yaşama biçimi olarak anlam kazandığını, yaşamayı kolaylaştırdığını göstermek istediler. Günümüz siyasetçileri, çağdaş yaşama koşullarıyla İslamiyet’in bağdaşabileceğini düşünerek, devleti İslamcı temellere oturtmak anlayışı içinde görünüyorlar. Bu gizemci din karmaşası içinde Ertuğrul Günay gibi bir Kültür ve Turizm Bakanı çıkıyor, kebapçı dükkânının yarattığı çirkin çağrışımın düzeltilmesi için çaba gösteriyor. Bu çıkış birtakım İslamcı çevreleri tedirgin etmiş olabilir. Bu çıkış bir umut ışığı mıdır? Şunu hiçbir zaman unutmayalım: “İrtica” doyurulması olanaksız aç bir kurt gibidir. Günü gelir onu besleyenleri de yer. AYDINLANMAYA DOĞRU Nasıl suyun akışı geriye dönmezse, aydınlanmanın ışığı da karartılamayacak. Behçet Aysan yalnız iyi bir ozan olarak değil, aydınlanmanın simgesi olarak da anılacak. Salih Bolat ona yakışan şiiriyle bu umudumuzu canlı kılıyor: “bu deniz bir gün çekilip gidecek aldatılmış bir kıyı, bizi yanıltan derinlik tuzda oluşan bir günbatımı ve pişmanlık kalacak, yaşamanın belirlediği acının sınır boylarında, bir nöbetçi gibi.” ? Bu sayfayla iletişim kurabilmeniz için dergilerinizi ve kitaplarınızı aşağıdaki adrese gönderiniz. KENT YORGUNU BİR OZAN Şiirini açıklar gibi gizleyen Salih Bolat, örtük imgelerle kanıtlıyor yaşadığını. Yaşamanın “Kanıt’ı, nice yenilgilerden geçen kent yorgunu bir ozanın, ne zaman patlayacağı belli olmayan sessiz öfkesindedir. (Kanıt, Varlık Yayınları, 2006): “siren sesleriyle ara sokaklara dağılan öfke şimdi bir zambağın şiddetiyle yeniden toplanıyor. gökyüzü el konulmamış hak gibi duruyor üstümüzde biz de katılıyoruz geri istemeye, alınanı cerrahın gözlük camına düşen ışık nasıl kırılırsa nasıl kımıldarsa bir batık, dip akıntılarıyla.” 80’li yılların baskı dönemlerinde yaşamak, nice yitik insanın sonundan kaygı lanmak, belki de Madımak Yangını’na yol açan eylemin gerisinde, insana değer verilmeyen bu acımasızlığı aramak, Salih Bolat’ın sessiz öfkesiydi: “ne söylesem, nasıl söylesem giden için yakılan ağıt sanılacak bir şafak vakti alınıp götürülen ve dönmeyen.” Salih Bolat’ın ayrımına vardığı gerçek, dönmeyenin ardında kalan boşluktur. Toplumcu duyarlık, yumruğu sıkılmış sesleri içine gömerek, o boşluğu anlatmaktır: “söyle, bir madalyona benzeyen istasyon saati söyle, bir resim gibi, bavulun üstünde oturan çocuk söyle, yaşlılık: zamanın o insafsız yağması söyle, yeni yıkanmış çamaşırları ıslatan saygısız yağmur alacak kimse yok mu gidenin verdiğini?” Gidenden arta kalan boşlukta yaşamanın izleri var. Kimse ayrımına varmaz o bırakılan kanıtların. Gidenden arta kalan sıcaklığı kullanmasını bilirseniz, boşuna değildir onların ölümü. Salih Bolat bir kapının açılmasında, adımlarımızın sürüklendiği, yaşamaya ya da ölüme uzanan bir yol olduğunu düşündürüyor: “öne sürüyorum: çalınan kapıyı kaygıyla açan elin doldurduğu boşluk bekleyişin sessizlikle belirlenen sınırı şafakta üzüm bağlarını görmek için erkenden terkedilmiş yatağın sıcaklığı gündoğumu, göğün o kanlı zaferi ayrılığa yönlendiriyor adımlarını.” “Behçet Aysan Şiir Ödülü”nü Salih Bolat kazandı. MUSTAFA ŞERİF ONARAN Hekimköy Sitesi 20. Sk. No: 8 06800 ÜmitköyAnk. Tel.: (0312) 235 91 11236 23 46 SAYFA 22 CUMHURİYET KİTAP SAYI 932