Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
? yen bir şey yaptı ve Nâzım üzerine bir yazı yayımladı. Nâzım’ın ideolojisinden falan bahsetmiyor, ama sonuçta adı geçiyordu. ŞİİRLE BAŞLANGIÇ Arkadaş ortamında başladığınızı belirttiniz ama ben gene de merak ediyorum, ailede hiç yoktan bir hala, amca, dayı, tetikleyici unsur oluşturmadı mı? Aile ortamımda yoktu. Dediğim gibi kendi eğilimlerimi kendim belirledim. Bir de az önce anmıştım: İstanbul’da 1947’den de evvel Eminönü Halkevi ‘İstanbul’ diye bir dergi çıkarırdı. Onu çıkaran Neşet Halit Atay’dı. Orada gençlere sayfa ayrılmıştı; Şükran Kurdakul, Attilâ İlhan, Mustafa Şerif ve benim şiirlerim yayımlanırdı mesela. Geçende aklıma geldi, bu dergiye iki ya da üç şiir göndermişim, şiirlerinden birisinin altına Kemal Bekir Özmanav diye adımı yazmışım (Asıl soyadım Özmanavdır, sonra Manav’a indirgedim, en son bu hali aldı), diğerini ise imzasız göndermişim; ikisi de aynı sayıda yayımlanmış, birisi imzalı, diğeri imzasız çıktı! Bunlar nasıl özendirmedir diye düşündüm; gençleri özendirmek için bir sayfa ayırmışlar, iyi de imzasız çıkmasın, sahibini bulalım diye uğraşmamışlar!.. Şimdilerde bu mühim değil de, bu işlerdeki niyetleri, niyetlerin nasıl kullanılmak istendiğini anlatmak istedim. Peki, şiir tutkunuz devam etti mi? Hayır, hemen bıraktım. Konservatuvara girdikten sonra hemen bırakıp, öykü karalamaya başladım. Kimleri okuyordunuz o dönemde? Gider Halkevi Kütüphanesi’nde Yakup Kadri karıştırırdım mesela, Reşat Nuri okurdum. Bununla beraber şiir takipçisi olurdum; Fazıl Hüsnü Dağlarca… İlçenizde neyle haşır neşir olurdunuz? Tek tutku sinemaydı hiç kuşkusuz! O yıllar, imkânlar dahilinde dünyaya açılan tek penceremiz sinemaydı! Denizli, Çivril doğumlusunuz, ilkgençliğinizin geçtiği yerler Buldan, Dinar!.. Taşralı görüyor musunuz kendinizi? Taşralı görmüyorum kendimi, çünkü çok çabuk koptum oralardan! Ama oradaki gözlemlerim belleğime çok iyi yer edinmiş. KONSERVATUVAR YILLARI 1949’da Devlet Konservatuvarı’nı bitiriyorsunuz, özgeçmişinizde yazdığına göre, ama ben evveliyatına giderek, nasıl girdiğinizi anlatmanızı istiyorum… Bu soruyu iyi ki sordunuz. Biraz evvel İzmir’deki yokluktan bahsetmiştim, ancak Halkevi’nin tiyatro koluyla ilgileniyor, girip çıkıyordum. Bayramlarda temsiller olurdu, küçük roller alırdım. Günün birinde, 1944 yılında, İzmir’deki yerel gazeteler manşet atmıştı: "Devletin tiyatrosu geliyor" diye. Neymiş bu? Devlet Konservatuvarı’nın sonradan edindiğim bilgiye göre kuruluşu 1936’dadır. Atatürk’ün emriyle kurulmuştur. Mezunlarını veriyor, verdikten sonra da devlet erkânı ürünlerini görmek istiyorlar. Bir bütçe ayrılıyor, Tatbikat Sahnesi adında bir şey kurmuşlar Karl Ebert başkanlığında oyunlar sahneye koyuyor; Kral OiCUMHURİYET KİTAP SAYI dipus, Molièr (Kibarlık Budalası), Figaro’nun Düğünü, Butterfly… Gazetelerde haberlerini okuyorum, Açıkhava Sahnesi’nde oynanacaklar! Bir taraftan harçlığımdan biriktirip bilet alıyorum, diğer taraftan da radyodaki habere kulağım ilişiyor, diyor ki, "Devlet Konservatuvarı’na öğrenci alınacaktır. Sınavlar şu tarihte Ankara’da, şu tarihte İstanbul’da ve 13 Eylül’de de İzmir’de, Atatürk Lisesi’nde yapılacaktır". O zaman fazla öğrenci adayı olmadığı için, jüri üç büyük şehirde toplanıyor. Ben hemen süratle karar verip hazırlanıyorum. Az önce andığım oyunlar da geldi, izlerken büyülendim. Tahmin ediniz ekilenmemi; o güne kadar derme çatma oyunlar izlemişim. Peşi sıra gidip hazırlık için Flotates’ten bir oyun, Sofokles’ten bir oyun aldım, anlamadan okuyorum tabiyetiyle. O yapıda olmadığım için… Hemen ezberledim, Açıkhava’da oynayanlardan tüyolar aldım, ama oynadıkları oyunları izledikten sonra, aşağılık kompleksine girdim! Bunlar beni aralarına almazlar dedim. Gördüğüm oyunlar ve oyuncular öyle düzeyliydi ki!.. O yüzden dilekçeyle başvurmadım. 13 Eylül günü saat sekiz buçukta yine de denilen yere gittim. Dokuzda imtihan başlayacak, orada bulunanlardan konservatuvar müdürünün nerede olduğunu öğrendim ve yanına gittim. Tevfik Ararat’tı; sonradan felsefe ve müzik hocamız oldu.Yanında birkaç kişi var, sonradan öğreniyorum onları da, Nurullah Şevket Taşkıran; Türkiye’nin ilk baslarından, bir diğeri de Ahmet Leventoğlu’nun babası, Tarık Leventoğlu, bizim dekorkostüm hocamız oldu sonradan. Yavaş yavaş yanlarına sokuldum ve "Efendim sınav varmış" dedim, "Evet oğlum, birazdan başlayacağız, girecek misin" diye sorunca ben de masum bir halde, "Gireceğim ama dilekçe veremedim" dedim. Aldığım yanıt güzeldi, "Oğlum han kapısı mı burası" dedi. Böyle deyince tabii, benim ayaklarım geri geri gitti. Ama bekledim gene, bu sefer sınav kapısının önüne gittim. Kalabalık ama bir tane bile kız aday yok, 36 kişilerdi, benimle beraber 37 olduk. Sırayla girip çıkılıyor. Yarısı girdikten sonra bir an geldi ki, "ben çağrılmadım" mırıldanmaları oldu. Olay şöyleymiş; dilekçe verenler, nerede sınava gireceklerini de bildireceklermiş. Bir sekretarya hatası olmuş anlaşılan. Ankara listeyi eksik bildirmiş, "Bekleyin girersiniz" dendi, o zaman ben de atıldım ve "Benim de dilekçem yok" dedim, "Bekle, sen de girersin" dediler. Sonra en son ben girdim, müdür ortada oturuyor, beni tanıyor tabii, Karl Ebert ve Sabahattin Ali ayakta. Tabii Sabahattin Ali’yi tanıyorum kitaplarından, oldum olası, elinde bir pipo ve koltukaltında kitaplar!.. Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun, Necil Kâzım Akses; bu ünlü adlar da sınavlarda bulunuyorlardı. Ezberlediklerimi okudum, sonra Ebert yanıma geldi, "Shakespeare’i biliyor musun" diye sordu, "Biliyorum" dedim, "Onun Krendil diye bir oyunu vardır", dedi. "Onu bilmiyorum efendim" dedim, "Orada bir sahne vardır" diye anlatmaya başladı… Bunu oynamamı istedi ve beş dakika zaman verdi. Nasıl oynadımsa, başardım. Sonra da "Şiir oku şimdi 866 ? SAYFA 5