05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

Fontana, “barbarlık aynası”ndan başlayarak bir dizi ayna tutuyor Avrupalının yüzüne. Ve her bir aynada Avrupalıya gösterdiği şey, bugüne kadar bildiği ve kendini üstün görmesini sağlayan yargılarının kurgulanmış safsatalardan öte anlamı olmadığı gerçeğidir. Erdoğan AYDIN Kritik T arih eğer bir trajedi olarak tekrarlanmak istenmiyorsa, toplumların, kendisine “atalarımız” diye belletilen önceki egemenlerini ve “kültürümüz” diye belletilen egemen değerlerini ciddi bir şekilde sorgulama becerisi göstermesi gerek. Atalar mitini, gelenek, töre, inanç bağlamındaki kutsalları sorgulama bilinç ve cesaretini gösterememek toplumsal ilerlemeyi engelleyen bir işlev görmektedir. Bu sorgulamayı yapamayan halklar kendi ayaklarına, daha önemlisi beyinlerine pranga geçirmiş olmaktadır. Üstelik böylesi prangaların salt öteki toplumlar aleyhine olacağı da düşünülmesin. Çünkü bu prangalar, çağdaş egemenlerin kontrolünde ve eşitsizlik koşullarında yaşamamızın da başlıca nedeni olarak dönüp bizi vurmaktadır; nitekim dünyamız ve ülkemizin içinde bulunduğu durum tam da bunun sonucu. Josep Fontana’nın, “Çarpıtılmış Geçmişe Ayna / Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması” (*) ismiyle Türkçeye çevrilen kitabı, bizi işte bu prangalardan kurtarmak için atılmış önemli bir adım örneği oluşturuyor. Kitap Jacques Le Goff’un editörlüğünde, “Avrupa’yı Kurmak”, “ortak bir Avrupa kültürü yaratmak misyonuyla bir araya gelmiş Avrupalı beş yayınevinin geliştirdikleri bir proje” bağlamında oluşturulan 23 kitaplık bir dizi çalışmanın bölümlerinden birini oluşturuyor. “Avrupa’da Rönesans”, “Avrupa ve İslam”, “Avrupa’da Aydınlanma”, “Modern Avrupa’da Din ve Toplum”, “Modern Bilimin Doğuşu”, “Ortaçağdan Günümüze Devlet, Ulus ve Milliyetçilik”, “Avrupa’da Devrimler”, “Avrupa Tarihinde Demokrasi” gibi, Literatür Yayınevi tarafından Türkçe basılmakta olan bu kitaplar bir dizi önemli irdelemeyi içeriyor. Çarpıtılmış Avrupalılıkla yüzleşmek tünü örtmeden, aksine onların nedenlerinin bilincini oluşturarak, aşılmaları ve yinelenmemelerini hedefliyor. Bu kapsamda tarihçi Josep Fontana, “Çarpıtılmış Geçmişe Ayna” kitabıyla, dizinin bu misyonuna uygun mükemmel bir ders kitabı sunmuş bize. Birleşik bir Avrupa’nın başta dinsel ve milliyetçi önyargıları olmak üzere kendi ayakbağlarından kurtarılabilmesi için, resmi tarihçilikle çarpıtılmış geçmişine ayna tutuyor. Avrupalılar kadar biz onun henüz dışında olanlara, herkesin öncelikle kendi bahçesindeki “pislikleri” temizlemekle işe başlaması gerektiğini, özeleştiri yapma erdeminden yoksun olanların hem başkalarına yönelttikleri eleştirilerde nesnel ve samimi olamayacaklarını hem de erdem ve ahlaktan söz etmelerinin ancak bir ikiyüzlülük ifadesi olabileceğini gösteriyor. Bilim, demokrasi ve sosyal devlet gibi alanlarda halen insanlığımızın en ileri parçası olan Avrupa özgülünde insanlık tarihimizle hesaplaşarak insanlaşma dersi veriyor bize Fontana. Avrupa merkezci bir bilincin sorgulanması ve Avrupa’nın kendi önyargılarını kırmasının kendini kurabilmesinin temel koşulu olduğunu gösteriyor. Böyle bir öz sorgulamanın sadece Avrupa’nın kendini kurabilmesi değil, aynı zamanda dünyamızın daha yaşanılabilir ve daha nesnel yorumlanabilir bir dünya olmasının temel bir koşulu olduğuna işaret ediyor. çıktı ve çeşitli ırkların farklı köken ve yapıya sahip olduğu iddiasını nesnelleştirecek bazı yöntemleri sunan tıp biliminden oldukça önemli yardım gördü. (Bu katkıların bir örneği, Retzius’un ırklar arasında uzun kafalı ve kısa kafalı ayrımı yapan kafatası endeksiydi bunun ilkel tezahürlerini ülkemizde de görmek sorunu daha da dramatik hale getiriyor.) Daha sonraları bu bilim, etnik saflığı sağlamak amacıyla soy islahından toplu imhaya kadar varan yöntemlerin geliştirilmesine katkıda bulundu. Bütün bunlar köleliği kaldırma ve köle ticaretini sona erdirme yönündeki mücadelenin ilerlediği bir sırada olup bitmekteydi. Köleliği kaldırma akımının insancıllığının yanı başında, bilimsel bir kılıfa sokulmuş yeni bir ırkçılık gelişmekteydi.” FONTANA’YI ÇALIŞMAK “Bilimsel araştırmaların onu meşrulaştırmaya dönük bütün bilimsel yakıştırmaları silip atmış olmasına karşın, ırkçılık çok sağlam köklerle toplumumuzun içine işlemiştir. Irkçılığı aşırı bir karaktere büründüğünde ve kendini bütün gaddarlığıyla gösterdiğinde ... kınarız. Ama ayrımcılık ve önyargı biçiminde günlük yaşamımızda süren gerçekliğini görmezden geliriz; kültürümüzü ve buna bağlı olarak bütün zihinsel donanımımızı ne kadar derinlemesine şekillendirdiğinin farkına bile varmayız.” Fontana’nın bu eleştirel tutum aşırı görülebilir. Günümüzün hukukunu yaratmış topraklar özgülünde belki de öyledir. Ama özellikle kendine dair böbürlenme ve ötekini küçümsemeye dair abartılı bir ayrımcılığın dünyamızı kuşattığı günümüzde faydalı ve devrimci bir aşırılıktır bu. Böylesi pozitif bir aşırılıktan dünyamız ve insanlığımızın kazanacağı şey, toplumların evrensel değerler altında bütünleşerek her türden savaş bahanesinin ortadan kalkacağı, yanı sıra her toplumun kendi egemenlerinin sömürüsüne karşı görece uyanık olacağı, adaletsizlik ve savaşları meşrulaştıran ideolojilerin etkisinin kırılacağı bir insanlık durumudur. Kaldı ki böylesi eleştirel bir bilincin yakalanamadığı koşullarda demokrasiler ya hiç kurulamıyor ya da korunamıyordu. Daha kötüsü “birçok aydının faşizme boyun eğdiği” atmosfer de böylesi bir yabancılaşmanın hakimiyetinde mümkün olabiliyordu. Tam da bu nedenle Fontana’dan alacağımız ders, Avrupa’ya dair son dönemde artan dinci ve milliyetçi önyargılarımıza, pek çok tarihçi ve siyasetçimizin yaptığı gibi Avrupalı bir tarihçiden malzeme toplamak değil; tam tersine Fontana’nın kendi coğrafyasında yapmaya çalıştığı şeyi, en az onun demokratik cesareti ve bilimsel soğukkanlılığı ile kendi ülkemizde gerçekleştirmektir. Unutulmamalıdır ki evrensel kültürle buluşmak, sosyal devlet ve demokrasiyi fiili bir standart haline getirmek açısından Avrupalının bile çok ama çok gerisinde bir gerçekliğin insanlarıyız biz. Dolayısıyla ötekinin yanlışlarını kendi yanlışlarımıza, ötekinin yayılmacılığını kendi yayılmacılığımıza, ötekinin üstünlük iddialarını kendi üstünlük iddialarımıza bahane yapmak şeklindeki kolaycılıktan, bu kolaycılık üzerinden bizi ağına alan dinci ve milliyetçi prangalardan kendimizi kurtarmak ve düzeltmeye kendimizden başlayabilmek için oturup Fontana’yı çalışmaya başlamalıyız; başarmaya mahkum olduğumuz bir insanlık sınavından geçmek, çocuklarımıza yaşanılası bir yarın sunabilmek için!..? (*) Literatür Yayınları, Çev.: Nurettin Elhüseyni, 216 s. SAYFA 21 Josep Fontana DİNSEL VE MİLLİYETÇİ ÖNYARGILARI KIRMAK “Çarpıtılmış Geçmişe Ayna”, bu dizinin bence en önemli kitabı. En önemli kitabı, çünkü ortak bir Avrupa bilinci oluşturabilmek için en kritik sorunu, Avrupalının kendisiyle hesaplaşması gereksinimini karşılıyor. Bu çalışmasında Fontana, ortak bir Avrupalılık bilinci oluşturmak yanı sıra, bu bilincin demokratik, hümanist, nesnel ve bugüne kadarki önyargılardan kurtarılmış bir bilinç olabilmesi açısından neşter atılması gereken en temel yarayı deşiyor. Bu bağlamda Kitap, “Got, Hun ve Vandal istilalarından Roma İmparatorluğu’nun çöküşüne dair tartışmalara, Avrupa tarihindeki diğer büyük olaylardan bunların sonuçlarına kadar, yanlış olarak süregelmiş kavramları teşhir ediyor ve ortak çarpıtmaların gelişim sürecini anlatıyor.” Editör Goff’un da belirttiği gibi Avrupa’yı kurmak “büyük bir umut. Bu umudun gerçekleşmesi tarihi hesaba katmasına bağlı: Tarihten yoksun bir Avrupa öksüz ve geleceksiz olurdu. Dün bugünü belirler çünkü, bugün yapılanlar ise yarın hissedilir. Ancak geçmişin belleği bugünü felce uğratmamalı, aksine bu anlayış temelinde yeni dostlar geliştirmemize yardımcı olmalı, ilerlememize rehberlik etmeli.” Bu bağlamda dizi, Avrupa’nın kurulması sürecine, geçmişte yaşanan istismarlar, çatışmalar ve iç çelişkilerin üsCUMHURİYET KİTAP SAYI ÜSTÜNLÜK SAFSATASI Fontana, “barbarlık aynası”ndan başlayarak bir dizi ayna tutuyor Avrupalının yüzüne. Ve her bir aynada Avrupalıya gösterdiği şey, bugüne kadar bildiği ve kendini üstün görmesini sağlayan yargılarının kurgulanmış safsatalardan öte anlamı olmadığı gerçeğidir. Ne Avrupa insanı dünyanın öteki insanlarından ayrı kendi başına bir oluşumdu ne de Avrupa uygarlığı diğerlerinden bağımsız oluşmuştu. Her şey melezdi, birikimseldi ve ötekilerin katkısını içeriyordu. Benzersiz ve üstün köklü bir Avrupalılık yoktu. Avrupalı resmi söylemin kurgusuna göre bu kökler, “çeşitli Asyalı ve Afrikalı istilacıların yarattığı geriletici tehditlere karşı yürütülen bir mücadelenin” ürünüydü. Oysa “bu bakış açısı, bir karşıtlık işlevini görmek üzere özellikle uydurulmuş bir karşı figür olan Asyalı barbarın tuttuğu çarpıtılmış aynaya bakarken ve aynı zamanda kendi kimliğini meşrulaştıracak bir tarih inşa ederken, Yunanlıların kendileriyle ilgili olarak özenle işledikleri imajla doğdu. 18. yy sonları ile 19. yy başlarında kendilerini ‘ilkellik’ ve ‘vahşilikle’ karşıtlık içinde tanımlamaya meraklı Avrupalılar, bu imajı yeniden ele aldı.” Troya Savaşı’nı “Yunan özgürlüğü ile 858 Asya halklarının ‘adaletsizlikte ve kana susamışlıkta benzeri olmayan’ despotizminin karşı karşıya gelişi olarak sunan” bu gelenek, “Yunan kavramını da barbar kavramıyla aynı zamanda yaratarak” gerçekte kendini ve kendini öteki üzerinden meşrulaştırmanın zeminini yaratmıştı. Fontana bu kurgu karşısında net bir tavır sergiler: “Yunan özgürlüğü ile Asya despotizmi arasındaki karşıtlık büyük ölçüde aldatıcıydı. Momigliano’nun belirttiği gibi, ‘genelde Yunanlılar açısından özgürlük hiçbir zaman başka halkların özgürlüğüne saygıyla birleştirilmiyordu’. Topluca yönetime katılan özgür yurttaşların yaşadığı Yunan kent devletlerine ilişkin şişirilmiş tasvir, bir hayal ürünüdür. ... Atina demokrasisinin hiçbir zaman eşitlikçilik gibi bir iddiası olmadı. Solon, ‘geçmişte olduğu gibi, bütün yönetim kademelerini zenginlerin elinde bırakma’ düşüncesindeydi ve halka tam tamına gerekli asgari düzeyin ötesinde hiçbir yetki vermedi.” Avrupalının yüzüne “Vahşilik Aynası” tuttuğu bölümde de, aynı bilimsel cesaretiyle sözlerini şöyle sürdürür Fontana: “Avrupalı doğa bilimciler 18. yy’da hayvanları sınıflandırmak için kullandıkları bakış açısını insan soyuna da uygulayarak, vahşi insanların doğal olarak aşağı konumda olduğu anlayışını meşrulaştırdılar. ... Aslında ırkçılığın ilk kuramcıları Montesquieu, Buffon ve Voltaire’in temsil ettiği aydınlanma geleneği içinde ortaya
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear