Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Timuçin Özyürekli’den ‘Fırtına Kuşları’ Hükmü yok artık buralarda kalmanın Timuçin Özyürekli’nin şiir yürüyüşü sürüyor. Ve beklenen oluyor. Devrimci kimliğinin zıddı/karşıtı ete kemiğe bürünüp biri ses olarak geceyi yarıyor. ‘‘Gecede Kurt Sesleri’’. Sürekli uluyan, kana doymayan, cana musallat azgın canavar. Hep karanlığı bekliyor; karanlıkların efendisi; kan emici. Hırpalıyor geceyi. Ay küskün, yıldızlar korku içinde. Dişlerini yeni bilemiş daha, bir sancının gövdesinde. ? Atila ER sevgi tetikçisi o. Yüreğindeki sevgi pınarı ne kadar güçlü akarsa o denli devasa hissediyor kendini. Sonuş olarak bu güç onu yeni savaşımların eşiğinde, yar uçlarında gezinen bir gezgine dönüştürüyor. Heybesinde yüzlerce sözcük; o diyar senin, bu diyar benim deyip, karış karış gezdiriyor Anadolu’nun kıraç topraklarını: Biraz Karacaoğlan, biraz Dadaloğlu... ‘‘Fırtına Kuşları’’ şiirinin son dörtlüğünde şöyle sesleniyor Timuçin Özyürekli: ‘‘... bıçak kanatlı martılar göğsümüzde uyudu/parolamız denizden esen rüzgârın sesiydi/yağmurla yıkanmış çınarların diplerinde/ölmüş yatıyorlar sevgilim fırtına kuşları’’ (s.:9) gitmelerin gelmelerini bekler adeta. Hem bir yergi vardır bu şiirde, hem de bir övgü. Bıçak sırtındadır duyguları. Gitmelerin güzünü, gelmelerin hüznünü yaşar. Bir tezat gibi görünse de, duygu sağanağı altında ıslanan bir şairin ‘‘Ben ne yaptığımı biliyor muyum?’’ dercesine duygusuzluğa bir isyanıdır bu. Aynı şiirde gizli bir erotizm yakalamak da mümkün.’’... tırnaklarınla bıraktığın yaralar yeter bana...’’ (s.:24) Timuçin Özyürekli’nin ‘‘KUŞ AĞAÇ’’ şiirini okurken usuma bir öykü düştü. Buna öykü mü dersiniz, fıkra mı dersiniz, anlatı mı dersiniz, bilemem. Bildiğim tek şey, bu şiir başlığının ve içeriğinin anlatacağım öyküyle çakışması noktasıdır. Buna bir 12 Eylül klasiği de diyebilirsiniz. Siz bilirsiniz. ‘‘On yaşlarında bir kız çocuğu. Babası düşünce suçlusu. Bu nedenle mahpusta ömür tüketiyor. Yoksulluk diz boyu. Anne yok. Çocuk tek başına. Konu komşunun yardımlarıyla yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Hemen her hafta babasını ziyarete gidiyor. Görüş günlerinde babakız hasret gideriyor. Her ziyarete gidişinde eli boş gitmiyor çocuk: Temiz çamaşır, sigara götürüyor babasına. Bir seferinde götürecek bir şey bulamayınca, beyaz bir güvercin resmi çizip onu götürüyor babasına. Ancak kontrol sırasında görevli gardiyan, kara kaplı kitaba bakarak, güvercinin farklı çağrışımlar uyandırdığı gerekçesiyle hapisaneye sokulmasının yasak olduğunu söylüyor küçük kıza. O küçücük yüreğiyle akıl erdiremiyor bu işe. ‘Bir güvercin resminin ne gibi zararı olabilir ki,’ diyor kendi kendine. Çaresiz, boynu bükük bir şekilde gerisin geriye dönüyor, babasını göremeyişinin ezikliğiyle. Daha sonraki hafta kocaman, bol yapraklı, yeşil mi yeşil bir ağaç resmi çizip onu götürüyor. Yine o çok bilmiş gardiyan, aynı kitaba bakıp, ‘bu ağaç resmi yasak değil’ diyerek izin veriyor küçük kıza. Büyük bir sevinçle babasıyla görüşen küçük kız, bir önceki hafta gelemeyişinin nedenini anlatıyor babasına. Daha sonra zafer kazanmış bir kumandan edasıyla, biraz da alaysı bir üslupla başlıyor anlatmaya: BİR İZMİR SEVDALISI “F ırtına Kuşları’’ birçok savruluşun/savrulmaların izdüşümlerini taşıyor bedeninde; ki, o nedenle Timuçin Özyürekli, kitabının arka kapağına şu notu düşme gereğini duymuş: ‘‘Bireysel ve toplumsal fırtınaların içine kaybedeceklerini, yenileceklerini, düşüp öleceklerini bilerek dalan ‘Fırtına Kuşları...’ siz çok seviyorum.’’ Okuyucunun beynine kazırcasına, gözüne sokarcasına, damarlarına şırınga edercesine inandığı bir davanın komutunu veriyor, yüzlerce kilometre uzaklıktan, Askeri bir komut değil elbette bu. Yaşadığı acıların ve tanığı olduğu bir dönemin kesiştiği kavşakta, insanların nasıl bir savrulmanın eşiğine geldiğinin tarihsel bir yansıması olarak bir savrulmanın eşiğine geldiğinin tarihsel bir yansıması olarak algılayabiliriz. Belki de bir göstergesi... O nedenle olsa gerek, kitabına da adını veren bu şiiri diğer şiirlerinden ayrı bir yere koymuş Timuçin Özyürekli. Kitabına kattığı anlam zenginliği açısından da Namık Kemal’den yaptığı iki dizelik alıntıyı göz ardı etmemek gerekir. ‘‘Ölürsem görmeden millette ümmid ettiğim feyzi Yazılsın sengi kabrime vatan mahzun ben mahzun’’ Bir anlamda gizil bir sorgalamaya da rastlıyoruz şiirlerinin satır aralarında. Bir beklenti... ya da kırık bir umut çiçeği... Halk için verilen bir aydınlanma mücadelesinde, halktan yana bir yaprağın dahi kımıldamayışı, amiyane bir tabirle lök gibi oturuyor şairin yüreğine. Sonrasında bir mahzuniyet, bir mahcubiyet; ‘‘Acaba bu kavgada başarısız mı oldum’’ sorusunun girift bir yanıtı; veya yanıtsızlığı; ya da sözcüklerin kendi içlerine sakladıkları, sıkıştırdıkları, buzlanmış yalnızlıkları... İçine girdiği toplumsal kavgada aşkı bir silah olarak kullanmış şair. Aynı zamanda bir Kendisiyle ve toplumla barışık; ancak bir o kadar da içe dönük bir şair Özyürekli. Ateşte yanar, yandıkça küllerini içine savurur. İçinin kargaşası hiç bitmez. Geçmiş, hatıra defterinden çok daha farklı anlamlar taşır onun için. Kabına sığmaz. Kendi gibi sanır herkesi. Yazdığı her mektubun yanıtını bekler. Bilmez ki postacıların değiştiğini, bilmez ki posta arabalarının tekerlek tıkırtılarının leyleklerle birlikte göçe zorlandığını, kalemlerin yerini tuşların aldığını, kâğıtların greve gidip coplarla dövüldüğünü; belki bilir bilmesine de, içine atar bunca kirlemişliğin sinsiliğini. Bir İzmir sevdalısı o. Yaşadığı kentin sokaklarını, ve o sokakların acısını iyi bilen bir derviş. Hele bu sokak çok sevdiği bir usta yazarın adını taşıyorsa... O usta yazar da Muzaffer İzgü ise... Alır götürür şairi bir akşamüstü çook uzaklara. Dile gelir acılar, dile gelir sevdalar, çıkagelir en unutulmaz anılar. ‘‘...Ölüm kadar yalnız, hayat kadar zengin,/barış kadar güzel bir sokağa isim olmak/usulca yangın renkli karanfiller açarken... ah, ‘Muzaffer İzgü Sokağı’nda bir akşamüstü...’’ (s.:15) Dilperest bir şair Özyürekli. Ancak, yerel/bölgesel şiirlerinde o bölgeye has sözcükleri de kullanmakta bir sakınca görmüyor. Hatta okuyucu zorluk çekmesin diye de söz KISSADAN HİSSE konusu şiirlerinin altına kısa metrajlı bir söz‘Geçen hafta sana bir güvercin resmi çizip lük/sözlükce kullanmayı da ihmal etmemiş. getirmiştim. İçeriye almadı gardiyan amca, ‘‘Bir Doğu Macerası’’ ve ‘‘Seni Bulutlara Soryasakmış güvercinin hapishaneye girmesi. dum’’ adlı sözlük çalışmalı şiirlerinden yalBen de tutup kocaman, bol yapraklı, yemyenızca iki tanesi. ‘‘Bir Doğu Macerası’’ adlı şişil bir ağaç resmi çizdim. Ağaç resmi yasak irinin bir üçlüğünde olduğu gibi: değilmiş. Zavallı adam görmedi ki, geçen ‘‘...bazı geceler ölümcül uykuların ortasınhafta getirdiğim güvercinimi bu hafta getirda birdenbire/sarsılarak uyanırdın, dışarda diğim ağacın arkasına sakladığımı ve hamevsimsiz bir seylâp/ince kıyılmış sarı tütüpishaneye soktuğumu!...’ ‘’ nün dumanı yayılırdı ortalığa’’ (s.: 19) BuraBizimkisi kıssadan hisse. Kimse daki ‘‘seylâp’’ sözcüğünün sözlük anlamını alınmasın (!) şu şekilde açıklamış şair: ‘‘Su baskını, taşma, İşte ‘‘Kuşağaç’’ şiirinden taşkın.’’ bir dörtlük: Yazımın başında sözünü ettiğim ve şairin ‘‘...geceyarısı yüzlerana tem’i diyebileceğimiz ‘‘kavga, direnç, ce kuş tünemişler başkaldırı’’ üçlemindeki duruş namusu, ‘‘Sebir ağaca/ağaç ni Bulutlara Sordum’’ şiirinde kayıplara ağıt yorgun dallar olarak çıkıyor karşımıza. kuş dolu ‘‘...söyle serencâmını, bak haykırıyorum: ağaç: Sesime ses ver, çınlat/ölmedin değil mi can kuşaoğul, yaşıyorsun değil mi maral kızım?/ah, ağlamaktan göz pınarlarım kurudu, dilim ağzıma sığmıyor,/seni kızıl karanfile sordum, demircin eriten gürman ateşine/civanım, samur kaşım, mavi gökyüzü örtü olsun gül kokan yüzüne.’’ (s.: 219 Ayşen BALOĞLU ‘‘Buzdan Gözyaşları’’ adlı şiirinde ğaç/bütün seslenişlerim karşı duvarda kırılıyor/gözlerim sonsuz yağmuru taşıyor yanaklarıma’’ (s.:29) Yıllardır bu ülkede at izi, it izine karışmadı mı?! Bu karışıklıklardan umar içinde olanlar bir şekilde köşeyi dönemediler mi? Ve kan üzerine, kin üzerine onlarca kat bina inşa etmediler mi? Ve o binalarda hayatın zevki sefasını sürmüyorlar mı? Ölen öldüğüyle kalmadı mı? Ne mutlu ki bütün bu kirlenmişliğin içinden işlemeli bakır bir sahan gibi şiir geldi önümüze. Işıl ışıl. Dinamik, mert, civan yürüyüşlü. İyi ki bu ülkenin Timuçin Özyürekli gibi namuslu şairleri var da, dimdik ayakta duruyor. Toplum inşallah onları da tüketmez. ‘‘Bir Gün Anlarsın’’ adlı şiirinde ‘bitiş’ olgusunun yazgısal bir gerçek/olması gereken bir gerçek olduğunu imliyor Özyürekli. ‘‘en güzel aşklar da biter’’den yola çıkıyor ama, yine de bir kabullenişlik görüyorum ben bu şiirde. Şiirin anlam zenginliğine karşın bitiş çizgisini doğru koyamamış şair. ‘‘en güzel aşklar da biter’’ yineleme dizesinin alt dizelerine olan hükümranlığı, son iki dizede çöl kuraklığına dönüşüvermiş: Tatsız ve tuzsuz. Şöyle bitirmiş: ‘‘en güzel aşklar da biter/bitmeyeni varsa da bedeli çok ağır ödenir...’’ (s.:33) Aslında, burada ‘‘en güzel aşklar da biter’’ deyip şiiri bitirmeliydi düşüncesindeyim. Son dize sırıtıyor kanısındayım. Yıllar öncesi var olan sorun, ve hâlâ güncelliğini koruyan işsizlik sorunu. Daha o yıllarda ironik bir dille ele aldığı bu sorunu şöyle betimliyor şair: ‘‘bayanlar baylar/gömüldüğünüz koltuklarınızdan kalkın/titrek sesime kulak verin n’olur:/namuslu her insan gibi çalışmak/alnımın teriyle kazanmak istiyorum/iş istiyorum... (s.:42) Buna bir öngörü diyebilir miyiz? Belki... Derin bir ‘‘ohh!’’ çekiyorum elimdeki şiir kitabının son yaprağını çevirirken. ‘‘Fırtına Kuşları’’ kaplıyor gökyüzünü. Gözlerimi yeniden açıp kapatıyorum. Gökyüzü masmavi ve konuksuz. Yanıldığımı anlıyorum. Çayım soğuyor, sigaram düşüyor tablasından. Çaycının sesi yükseliyor yaşadıklarımdan habersiz: ‘‘Çayını tazeleyelim mi abi?!’’ ? Fırtına Kuşları/ Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul/ Timuçin Özyürekli/ 56 s. SAYFA 6 CUMHURİYET KİTAP SAYI 845