28 Kasım 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

YABANCI DİLDE YAZMAYA DAİR iftdillilik" kavramı üzerine bir denememde, Türk yazarlarının Fransızca yazdıkları metinlerden oluşacak bir antoloji tasarım olduğundan söz etmiştim. Suya küçük bir taş bırakırsınız, halkalar yayılır: O denemem Fransızcaya çevrildi ve bir Enis dergide yayımlandı; France Culture radyosunun bir canlı yayın programında konuşmacıydım, Marc Voinchet açık bir şaşkınlıkla sordu: "Peki, nasıl oluyor da, Türkiye’de Fransızca metinler kaleme alıyor yazarlar?". Fransızca, XIX. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, üç çeyrek yüzyılı aşkın bir süre, hem edebiyatçılarımızın hem de entelijanesiyamızın ana yabancı dili olmuştur. Okumak, etkilenmek neyse ne, Yahya Kemal ya da Hâşim, Halid Ziya ya da Yakup Kadri gibi majör şairlerimiz ve yazarlarımız için bile birincil kaynak olmuştur Fransız yazını, ama bununla kalmamıştır iş: Abdullah Cevdet’ten başlayarak, özellikle minör yazarlarımız arasından, Fransızca ürün veren çok sayıda örnek çıktığını söylemek gerekir. Bu durumun, alafranga oluşla ilintisi üzerinde sık sık durulmuştur durulmasına, gelgelelim bir çözümlemekonumlamaanlama çabasıyla pek karşılaşmayız, daha çok alaturka cepheden bir yargılama odağı olarak seçildiğini, özentinin ve züppeliğin eleştirisiyle yetinilmediğini gözlemliyoruz. İşin garibi, yüz yıl içinde tuhaf bir evrimden geçilmiş olması: XIX. yüzyıl sonunda kendisinden "Mösyö" diye söz eden sofu bir yerliye ateş püskürüyordu Halid Ziya; bir yüzyıl sonra, bana "Mösyö" diye takılanların kaşkollu ve örgülü saçlı "monşer"ler olması, her cümlelerinde yabancı kelimeler kullanmaya ya da Paris kahvelerindeki geçmişlerinden söz etmeye bayılmaları, Türkiye’de yaşanan değişimin küçük bir örneği ya, bakıp eğleniyoruz işte. Serveti Fünuncuların FrenkçeOsmanlıca karması dillerine bakıldığında, Türkçeden uzak(ta) yetişmiş olan bu yazarlarımızın seçimine bugün hayıflanmadan edemiyoruz: Karşımızdaki şiirler, nesirler düpedüz okunaksız durumda. Sonraları, bir bölüğü kendi çabalarıyla, bir bölüğüyse başkalarının "sade"leştirilen, okunabilir kılınan o metinler geniş ölçüde özgünlüklerini de yitirmişlerdir. Gene de, doğrudan Fransızca yazan Dr. Abdullah Cevdet’i ayıracak olursak, hiçbirinin böyle bir girişimde bulunmadığı gözlemleniyor: Ne Fikret ya da Cenab’da, ne Abdülhâk Hamid’de ya da Halid Ziya’da bir örnek çıkar karşımıza: Bu eğilim bir sonraki evrede, Türkçenin Osmanlıcanın yerini hızla almaya başlamasıyla görünmüştür: Rıza Tevfik’in, Asâf Hâlet Çelebi’nin, Nahid Sırrı’nın, öteki şair ve yazarlarımızın doğrudan Fransızca yazdıkları ürünlerin ezici çoğunluğu XX. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Frenkleştirilmiş Osmanlıca geri çekilirken, o tuhaf bireşimin yerini ana dilin ve yabancı dil(ler)in almış olmasını doğal buluyorum. Yüzyıl başının Fransızca yazmayı denemiş kalemlerinden biri de İzzet Melih Devrim. 1905’te L’Ennui (Can Sıkıntısı) başlıklı öyküsü, 1912’de Leila adlı oyunu yayımlanır. (Sermet romanı da, Loti’nin önsözüyle Fransa’da basılmıştır). 1900’lerin başında, İstanbul’daki tiyatrolar için Fransızca oyunlar yazmanın revaçta olduğu anlaşılıyor. Sahaf safarilerinden birinde, İzzet Melyh (sic!) beye imzalanmış, 1912 İstanbul baskısı (Pera’da, Balkon sokağıyla Yazıcı sokağın kesişme noktasındaki A. Zellick Fils basımevinde), 1909’da Kadıköy’de yazıldığı son sayfasında belirtilmiş tek perdelik bir oyun elime geçti: "A la Franque", Aziz BenAide imzasını taşıyor. İzzet Melih’in kaleminden, basılı metnin derkenarına düşülmüş düzeltiler, bu yazarımızın Fransızcaya ne denli hâkim olduğunun kanıtları. Kitap, Prens Ali Fazıl’a adanmış: "1909 yılı Haziran ayında, bu oyunun Emirgân’da ilk okunduğu gecenin anısına". "A la Franque" üç Osmanlı beyzâdesi (Rauf, Adil, İzzet beyler), iki Osmanlı hanımefendisi (Seniye ve Melike), iki yabancı kadın (Madam Suzanne d’Arville ve Madame Toriniani) ile bir kalfa arasında geçer. Görünüşte çapraz gönül ilişkileri üstüne kurulu oyunun arka cephesinde, İstanbul’un üst tabaka çevresindeki kadınerkek karşıtlığı, geleneksel “Ç BATUR Pervasız Pertavsız Bu yaşta ağaç dikmek Ardenne’deki o merkez, yazarın yıllarını verdiği kaktüs koleksiyonunu da koruma görevini üstlenmiş! RobbeGrillet, bir tarım mühendisidir aynı zamanda, sayıları beşyüzü aşan türde kaktüs yetiştirmiş, onları bir sera inşa ederek yaşatacaklarmış. Toplumsal koşullar, alışkanlıklar; aile ve okul ortamı; sınıfsal özlemler, vb: Yaşama kültürü gelişkin ülkelerde çocuk yetiştirirken, genç eğilip bükülürken en az bir yabancı dil öğrenmesine, bir musikî aracıyla haşırneşir olmasına özen gösterilir. Yetişkinlik çağında, birey, "iş"ine yönelmekle yetinmez, bir(iki) yan uğraşa da aynı ciddiyetle eğilir. RobbeGrillet’nin kaktüsleri, Nabokov’un kelebekleri, Juan Rulfo’nun fotoğrafları, Gide’in piyanosu… pek çok edebiyat adamı başka bir limanda dinlenmeyi, kendinden yük atmayı seçmiştir. Hüseyin Rahmi neden yün örerdi? KORUNMAK İÇİN ‘Bir tür geçiş dönemi’ içinde olduğumuza ilişkin iyimserden de öte safdil sayılabilecek, herhalde aynı romantik perspektifle malul inancımı eşelemezden önce, söz konusu dönemin portresine değinmek gerekiyor. Roland Barthes, 2 Aralık 1978 tarihli dersinde, Collège de France’da, ülkesine egemen olmaya koyulduğunu gördüğü "tehlike"li durumun bileşkenlerini sıralamış: İdeolojik bağlamda, küçük burjuvazinin güçlü tırmanışı; medya düzenini ele geçirerek orada hüküm sürmeye koyuluşu; "soylu değerler"in itilip kakılması; entelektüel düşmanlığının semirmesi (ırkçılığa, faşizme koşut biçimde); "jargon"un kitle iletişim araçlarından def edilmesi, "auteur" sinemasının reddi, vb. (La Préparation du Roman III, s. 30). Türkiye, 1980 darbesiyle birlikte, hızla, aynı çözülüşü yaşadı, kültürel açıdan sağlam temellere sahip kimi ülkelere oranla daha az direnişle karşılaşarak, düpedüz çöküş ortamına geçti. Son yirmi yıl içinde, Günebakan çizgisinde onlarca yazı düştüm kâğıda, bu konuda; yeniden görüşlerimi yinelemek istemiyorum. Bütün kültür dünyasını sarıp sarmalayan değer bunalımının sonunda, kendi duruşundan ve tasalarından herşeye karşın vazgeçmeyen iki avuç birey kaldıysa kaldı. Sanat, Yazın, Bilim ortamlarına yirmi beş yıl içinde yerleşen virüslerin yarattığı genel tabloyu görmezlikten gelemez kimse: Amansız rekabet, öne çıkma ve gösteriş merakı, birincil sorunların ötelenmesi, değer üretiminin düşüşü, çıkar ilişkilerinin doğurduğu vazgeçişler ne türden bir erozyona yol açtı? Barthes, o açılış dersinde, ayakta kalmanın tek yolunun siper kazmaktan, korumaktan ve korunmaktan geçtiğini söylüyor. La Fontaine’in "İhtiyar ve Üç Delikanlı" masalına başvurarak: "Seksenlik bir ihtiyar ağaç dikiyormuş. ‘Ev yapsa neyse, ağaç dikiyor bu yaşta’ Diye alay ediyormuş üç delikanlı, Bunamış sandıkları ihtiyarla." sözleriyle başlayan masaldan kıssadan hisseyi çekip çıkarır Barthes: Bu durumda, yapılası iş ağaç dikmektir. Bütün göstergeler tersini gösterse de. Yapıt kurmak; İnşa’ya yönelmek; günün sorunumsularından, sözüm ona gündeminin yapaylığından sıyrılıp ana sorunlara yoğunlaşmak; sağırlık ortamında derin bir söyleşinin olanaklarını zorlamak kısacası emek, zaman, sabır, yatırım bekleyen bir seçime bağlı kalarak ağaç dikmek, tek çıkış yolu. Tarih, dönüp bakıldığında, boş ve yanlış dönemlerden ikide bir geçildiğini, sonrasında, yeniden anayola dönüldüğünü gösterir. Koru(n)maya devam. ? Roland Barthes yaşamla Batılılaşmanın yarattığı uyum bozukluğu hakkında sağlam ipuçlarının yeraldığı bu yapıt hepten unutulmuştur. "A la Franque"ı okuduğumda Metin And’ı aradım, İzzet Melih’in Leila’sı için yıllar önce bir yazı yazdığını bildiğim için Aziz Ben Aida’yı ona sordum. Metin beyin bu oyundan da, yazarından da haberi olmamıştı; eh, o bilmiyorsa kimse bilmez demektir, "kaybolmuş" kitaplara bir yenisi eklendi. Ne ki, tanıyan bilir, Metin And bir çırpıda yeni ufuklar açtı önümde: Osman Hamdi’nin ikisi Fransızca, biri Türkçe üç oyunu varmış meğer! Oyunlardan birinin bütün kahramanları yabancıymış. Bir oyunun fotokopisini Ethem Eldem’den almış, ben de sıraya gireceğim hemen. Osman Hamdi’nin oyunları henüz bulunmuş sayılmazlar, okur açısından, yayımlanmamışlar ki onları tez elden kaybedelim. Hele bir yayımlansınlar, sıra onları önce okumamaya, sonra da varlıklarını unutmaya nasıl olsa gelecektir. KAKTÜS VE YAZI Hakkı Kurtuluş, "yan uğraş mı diyorduk," ek sorusuyla birlikte Le Monde'dan bir haberi geçmiş: Felipe Gonzalez, İspanya sosyalistlerinin eski önderi, 108 parçadan oluşan seçkin bonsai koleksiyonunu Madrid Botanik bahçesinde sergiliyormuş. Bilmiyordum, nereden bileyim, Başbakanlığı döneminde konutun bahçesine özel bir arboretum yaptırtmış, ustası Luis Vallejas’nın uyarılarını dikkate alarak sayısız bonsai yetiştirmiş bir yandan da, Montalban onu "bonsai’lerin efendisi" diye selamlarmış. Öğrencilerime "yan uğraş" konusunu açtığıma Başka Yollar’da değindiydim. Kişinin çarkından dinlenmesini, savaşımında yumuşamasını sağladığını düşünüyorum yan uğraşın. Geçen yıl, şubat ayında, başka bir haber metnini kesip saklamıştım Le Monde’dan, onu arayıp buldum kesik dosyasında, bu bonsai hikâyesine dalıp çıkınca: Alain RobbeGrillet, elyazmalarını ve arşivlerini Ulusal Kitaplık’tan çekip başka bir merkeze bağışlamaya karar vermiş. Çünkü, Haftanın Kitabı: Emel Esin, Türklerde Maddi Kültürün Oluşumu, Kabalcı Yay. CUMHURİYET KİTAP SAYI 845 SAYFA 14
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear