25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

0 K U R L A RA Güz ayları, yaz gevşekliğinden sonra, sanat etkinliklerinin yeniden arttığıaylar... îşte, eylül de bitmek üzere ve Bienal haşltyur.. Ta kasım ortalartna dek sürecek. 'Bu arada Sanat Fuart, FotoğrafGünleri gibi etkinlikler de bırbırini izleyecek. Uzun lafın kısasT, sanatseverleriti duyargülan, bu aylarda, daha çok görsel sanatlara döniik olacak. îste bu nedenle, son eylül sayımıztn kapak konusunu, beyinlere göz yoluyla ulasmayı seçen bir sanatçtya ayırdık.. Savaş Çekiç'e. Vüsüncelerini çizgi, biçim ve renklerle iletmede uzmanlaşmıs bir sanatçı Çekiç. 80 'li yıllardan bu yana grafik tasarım alanında ürün veriyor. îlk işleriyle, birlikte çalıstığı ustalardan olumlu anîamda etkilenen ve yararlanan bir tasartma adayt olarak dikkati çeker. 90'lt ytllann baslanndaysa kendi kişiseî dilini işlerine yansttmaktadır arttk. Özellikle yaytnahk alanında yaptıgı isler ses getirmektedir ama, ürünleri arasında sanatsal afişlerle politik ve toplumsal propaganda afisleri de önetnli yer tutarlar. Bu kendine özgü sanatçıyı "Gösteren: Savaş Çekiç" adlı, bir bölük işini bir araya getiren kitabı çevresinde tantttyoruz. Türkiye'nin ABD ve Avrupa ile ilişkileri üzerine iki kitaht (Burcu Bostanogİu'nun "TürkiyeABDUişkilerinin Politikası" ve Yıldırtm Keskin'in "Avrupa Yollannda Türkiye" adlı kitaplan) irdeleyen yazılanmızt da okurlartmıza özellikle öneriyoruzBol kitaplı günleri Anılar: Bir Yılba NecatJDohJorman'a alkmak istedi. "Bir kadeh daha?" dedinı. Bir an durdu, barıa değil de çok uzaklardakı birine sesleniyormuş eibi ama telefonda konuşmasını bilenler gibialçak sesle, Teki Allah kahretsin!" dedi. Sonra bana baktı: "Dün ne yaptım biliyor musun?". Masaya oturduk oturalı hep bu soruyu bekliyordum. Kestirebiliyordum ne yaptığını ama "Ne yaptın?" diye sormarn gerektiğini anladım ve sordum. Bana değil pencereden görünen Kandilii'ye bakıyor ve sanki kendi kendine konuşuyordu: "Dün, ölüm günüydü onun. Mor menekşeler bulamadığım için beyaz karanfiller götürdüm. Mezanna son karanfili atmadan önce, çıkardım çakımı, koluma sapladım, kanım yavaş yavaş karanfile damladı... Kırmızıbeyaz bir karanfîl..." durdu. Güçlükle soluyordu. "Gene astım krizi mi?" diye kaygdandım bir an. Konuşmasını sürdürdü: "Sonra Kaptan'a gittik. Dörtyildır ilk kez. Ölümlerden sonra. Hüseyin Bey hep o unutulmaz kibarkğı içindeydi; Hayalet ten söz ettik. Sonra, o gün beni yalnız bırakmak istemeyen eski sevgilime anlattım: "Doğu'ya gittiğım zaman, 1975'te, Hayalet'e de Diyarbakır dan bir kart atmış, "Miras işlerin yolunda, yakmda eline büyük bir para geçecek." diye yazmışUm. Adres olarak da Kaptan'ı vermiştim: Kaptan okur da Hayalet'e daha fazla kredi açar diye. Oysa gerek yoktu buna; cenazesini kaldırmak için ilk ge lenlerin arasında Kaptan da vardı..." Sustu. Elindeki sigaranın külü çok uzamıştı; düştü sonunda. Dalyan'ı düşünüyordum. Bir daire satın almıştım. Onlar da bize çok yakın bir apartmanın bir dairesini yazlık olarak tutmuşlardı. 1964 yılı olmalıydı. Demek, o dokuz yaşlannda. Sabahlan, daha vüzünü yıkamaaan, bize gelirdi; elleriyle gözlerini oğuştura oğuştura; kıçında eski bir şort. Sonralan ne güzel bir genç kız olmuştu. Ve şimdi üzerinde beyaz karanfıller... Dalmıştım. Onun konuşmasıyla şimdiki zamana döndüm: "Acı öldürmüyor insanı. Camus ne demiş biliyor musun: 'Vivre, c'est accepter' "Ne demek o?" dedim. "Boş ver, gidiyorum ben!" dedi. "Nereye?" dedim. "Nereye olacak, hep oraya, Güney'e" dedi. Bir ay kadar sonra bir gün telefon çaldı. Oydu. "Ydlardan beri ilk kez iki gecedir şarap içiyorum, çok iyi uyutuyor" dedi. "Ama bu" n hava çok güzel, canım Boğaz'da bir öğrakısı içmek istiyor". Ne diyebilirdim... " 12'de Rumelihisan nda buluşalırn" dedi. Buluştuk. Ve anlartı: "Izmir'de bir gün kaldım. Güner'in arabasıyla Urla'ya gittik. Garip bir rengi vardı denizin: Anasonu az rakıya su katılmış gibi." Güldüm. O da güldü: "I loşuna gittiyse bir şiirinde kullanabılirsin." Ve yeniden anlatmaya başladi: "lskeleye girerken Mehmet solda eski bir evi gösterdi: 'Seferis'in evi' dedi. îskelede vagon gibi bir meyhane vardı. Tam denizin kıyısında. Ama çok gürültülüydü; sevmedik. Güner'in bildiği bir meyhaneye girdik. Duvarlara büyük, yağb boya resimler yapılmıştı. Hepsi birbirinden berbattı. Ahşabuı ağır bastığı bir oda vardı, oraya oturduk. Rakıyı hemen getirmelerini söyledik. Otıırduğumuz masadan iskele meydanı görülüyordu. Bir iki yıl önce de bu meydana bakan birevdeiçmiştim. Necati getirmişti beni. 'Ak K r Imtlyaz Sahlbl: çafl Pazartama Cazete Dergl Kltap Basın ve Yayın A.ş. Adına Berin Nadl v vaym Danışmani: Turhan cıinay o sorumlu Müdür Flkretllklz o Görsel Yönetmen: Dllek llkorurc Baski: çafldas Matbaacılık Ltd. sti. Idare Merkezi: Türkocağı Cad. No: 3941 Cağaloğlu, 34 554 Istanbul Tel: (212)512 05 050 Reklam: Pubii Medla CUMHURİYET KİTAP tör' Mustafa oturuyordu o evde. Refik Durbaş da vardı. Muharrem Ertaş bağlama çalmış, türküler söylemişti. Içkiler, mezeler yerdeki bir kilimin uzerindeydı. Çok içmiştik. Ölüm acıları çok tazeydi; Muharrem Ertaş'ın türküleri kahretmişti beni." Durdu bir an, o türküleri dinliyor gibiydi. Sonra sürdürdü: "Meyhanenin kapısından görünen iskele meydanında yağmurdan kalma su birikintileri vardı. Başında kalpak gibi bir yün başlık, yalpalaya yalpalaya bir balıkçı geçti; bir ara, düşünmek için, meydana çekilmiş bir tekneye tutundu. Gökyüzü kül rengiydi. Güner, eve götürmek için aldığı sucuğıın bir kısmını garsona verai, kızartmasını söyledi. Birkaç martı, kapının aydınlığında, bir eörünüp bir kayboldu. Necati balık sordu, yok' dediler, 'kış... Müşteri olmuyor da'. Mehmet "Günerlere gidelim" dedi. Sucukla rakunızı içtik, kalktık. Güner'in yazhğı birkaç yüz metre ötedeydi. Ocakta odunlar yakak. Köz haline gelen odunların üzerinde sucuk luzarttık. Her zaman olduğu gibi salatayı Mehmet yapn. îçebildiğimiz kadar içtik." Sustu. Bir şeyleri anlatıp anlatmamak konusunda kararsız olduğunu sezinledim. "Sonra?" dedim. "Aynı evde Mart ayının sonlarında da içmiştik. Ne kadar mutluyduk! Ben de, Güner de, Necati de, Mehmet de... Oysa o gün ocaktaki közlere bakarken, hepimiz dahp dalıp gidiyorduk." Rakısını yudumladı. Bir ara Erol geldi yanımıza, "Bir şey istiyor musunuz?" dedi. "Yok" dedim; sonra ona sordum: "Sen bir şey istiyor musun?" Erol "bir elma soyar mısın? dedi. Yeniden büyükçe bir yudum aldı rakısından. Bekliyoraum. Bıraktığı yerden sürdürdü konuşmasını. "Acılar paylaşılmıyor. Biz, birbirini çok seven dört dost, orada, 1980 Aralık ayının 27'sinde, her birimiz kendi acımızı yaşıyorduk. Birimiz özgürlüğüyle ilintili kaygılar içindeydi, her an kapısinın çalınmasını bekliyordu; birimiz açık kalp ameliyatı olacak oğlunun ölüm kalım sorunlarına dalmıştı; birimiz daha on bes gün önce ölüme teöet geçmişti; birimiz hiç beklemedigi bir düş kırıklığını yaşıyordu. Dönüşte, Güner'in arabasında kimse tek sözcük konuşmadı. Rakı gene bitmişti. Çok içiyordu. Özellikle o olaydan sonra; dört yıdır. Bir "küçük" daha söyledik. Bir beyaz peynir. Bir de havuç salatası. Hava çok güzeldı. Karşi kıyılar elini uzatsan tutacakmış gibi yaklaşmışa. "Bodmm'a ne zaman gittin?" dedim. "Ertesi gün." dedi. "O gün hava yağışlıydı Bodrum'da. Sonradan anlattılar, günlenlir yajimur yağıyormuş. Akşam üstü Laz Mehmet'in meylıanesine gittim. Az sonra Dürnev de geldi. Daha sonra Nusret ve Onay. Sen pek bdmezsin, ilk gün Bodrum Çarpar insanı, cok içilir." Güldüm. O da güldü, "Sanki başka yerde az içiyoruz!" dedi ve devam eti: "Meyhaneden çıkarken Mehmet'e bir miktar para bıraktım, 'hesap tamamlanınca haber verirsin.' dedim. Sonra hep birlikte Baraz'a gittik. Onay piyano çaldı; Big Ben'de Orfeo Negro'yu benim için altı kez çaldıktan sonra 'Bu aksjam Orfeo Negro'yu niçin çalmadın?' diye gidip kendisine sitem edişimi anlattı, güldük. Gene içtik. Saat 12'ye geliyordu, birazdan sokağa çıkma yasagı başlayacaktı. Nusret, 'Sizi evlerinize bırakayım' diye ısrar etti. Tek ayık oydu aramızda. Biz içmeyi sürdürdük. Vakit gece yansını geçti. Evi yakın olan lar gitti. Otelde bir oda hazırladılar bana, orada yattım. Çok sarhoştum, kapıyı kilideme ye üşendim. Sızmışım. Sabahleyin uyandığımda pantolonumu giyerken fark ettinı. Cebimde para yoktu. 'Keske Mehmet'e 4000 yerine 10.000 bıraksaydım, hiç olmazsa bir nafta içki derdi olmazdı.' diye düşündüm. Dk, bunu düşündüm. Öcal'dan borç almayı düşünerek giyindim. Ayakkabımı giyerken içinde bir şeyferin olduğunu ayrımsadım. Ve birden kendi kendime gülmeye başladım: Gece yatarken, bir zamanlar okuduğum bir polis romanın etkisiyle, paralanmı ayakkabınıın içine koymuştum. Aşağıya indim. Dürnev eelmişti. Barmen Meriç i uyandırdık. Dı şarıda harıkulade bir gün başbyordu. Gazeteci Emel'e haber yolladık. Meriç, terasta bir masa hazırladı bize. Guneş yakıyordu. Kabanlarırmzı çıkardık. Meriç, 'Güneş şirketten, abi' dedi. îçtik" Biraz içti. "Sonra hep içtik" dedi. "Sabahtan başlıyorduk, sokağa çıkma yasağına kadar içiyorduk. Sonra eve gidip yaüyordum. Geceler soğuk oluyordu. Yatarken ayakkabımla kabammdan başka bir şey çıkarmıyordum üstümden. Sabahlan, tekrar, erkenden Veli'de buluşuyorduk. Bir sabah Veli bile kapalıydı; Dürnev'le evine gittik, uyandırmaya çalışmaya çalışak, sesimizi duyuramadık. Sigara bulunmuyordu, gittik Tekel'de kuyruğa girdik, ikişer paket sigara aldık." Erol yanımıza geldi, "Bu benim kız abi, tanıyor muydun?" dedi. Sevimli, güleç vüzlü, onon iki yaşlannda bir kız. "Yok", dedim, "Allah bağışlasın." Elı hemen kadehine uzandı, boşalmışü. "Bir duble daha verir misin?" dedi. Ben gözlerimle, Erol'a bir şeyler anlatmak istiyordum, anlamıyordu. "Ydbaşı nasd geçti?" dedim. "Mehmet'in meyhanesinde" dedi. "Geç haber vermişiz. Mehmet ancak sobayı kaldirarak bize yer ayarlayabilmiş... Meyhane tıkJım tıklımdı. Babür gitar çalıyordu. Gecenin bir saatinde Ender de bağlamayla katıldı Babür'e. Bir ara, köşedeki masada oturan genç bir kadın ağlamaya başlamıştı. Bizim masada oturanlardan biri, 'Bunun yakınlanndan biri mutlaka son olaylarda ölmüştür.' dedi. Masamızda oturan ve hep güler yüzlü olarak bilinen biri durmadan içiyor ve somurtuyordu. Bir ara kalktı. 'Nereye?' dedik. 'Istan bul'a telefon edeceğinı.' dedi. Bir saat kadar sonra döndü. Masanın bosaldığı bir sırada 'Aradığını bulabildin mi telefonda?' dedim. Başı önünde, kadehine söyler gibi, bir şeyler mınldandı, ama anlayamadım. Sonra bana döndü, güldü, sorumu yanıdar gibi, 'Mutsuzum, öyleyse vanm' dedi. 'Tek gerçek şeyin, mutsuzluğun ve acının şerefîne içelım! 'içtik. Birden hiç tanımadığım biri trompetle benim gençlik yıllarımdan kalma bir şarkıyı çalmaya başladi: Les feuilles mortes. Dürnev dönmüştü. 'Hani, lnsanlar Yaşadıkça'da Montgomery Clift'in trompetle çaldığı bir parça vardı, ölen arkadaşinın ardından, bu adamdan o parçayı istesek çalar mı?' dedim. 'Tanımıyoruz kı' dedi Dürnev. 'Evet tanımıyoruz' dedim. Dürnev'e baktım: Kaya gibi sağlam görünüyordu. Bir akşam önce bir dostumuzun evine uğramış, bulamamıştık. Karanlık ve bomboş Bodrum sokaklannda kendi adımlarımızın seslerini dinleyerek Mehmet'in meyhanesine gitmistik. Köpekler bile yoktu dar Bodrum sokaklannda. Dürnev'e 'Selim bilmez bu Bodrum gecelerini' demiştim. Gülmüştük. Ve ben üç gün sonra Istanbul'a dönecektim; o bütün kışı bu karanlık ve bomboş Bodrum'da geçirecekti... Birden meyhanenin ışıklan söndü. O zaman farkına vardık: Yeni yıla giriyorduk." Durdu. Önündeki rakıyı sonuna kadar içti. Gülümsedi. "înanılmayacak bir şey oldu." dedi. "Birdenbire o beklediğim trompet sesini duydum: Tanımadığımız trompetçi, o unutulmaz filmde, Clift'in ölen arkadaşinın ardından çaldığı parçayı biten yılın ardından çalıyordu. Tıkanır gibi oldum, rahat rahat ağfamak için sokağa fırladım. Sokaklar bomboştu. Bodrum gökleri yıldızlar içindeydi, ben acdar içinde..." Sonra sustu. önündeki boş rakı kadehini birkaç santim deriye itti. Artdt konuşmak istemediğini anladım. Hesabı istedik.B SAYFA 3 SfiYI 606
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear