23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
KÜLTÜR 13 22 AĞUSTOS 2020 CUMARTESİ Kariye de fethedildi! Sıradaki? Hıristiyanlık tarihinin resimli defteri, 6. yüzyıldan kalma, İsa’ya adanmış Khora Manastırı, Bizans’ın saray kilisesi ve şapeli, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle camiiye çevrildi. YAZGÜLÜ ALDOĞAN “Müjdeli Cuma”nın ilk müjdesi saat 15.00’i bekleyemeden sabah saatlerinde geldi. 1945 yılından beri “Kariye Müzesi” olarak on binlerce kişinin ziyaret ettiği mekân, Cumhurbaşkanlığı kararıyla camiye çevrildi. Tıpkı Ayasofya’nın camiye çevrilmesinde olduğu gibi, müze olmasına ilişkin Danıştay kararı iptal edildi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilerek ibadete açılmasına karar verildi. Fatih ilçesindeki Kariye, 6. yüzyılda Aziz Theodoros tarafından kilise olarak inşaa ettirilmiş, Bizans döneminde saray kilisesi ve şapeli olarak önemli dini merasimlerde kullanılmış, günümüze kadar da iyi korunarak gelmiş Khora Manastırı Kilisesi adını taşıyan, değerli ve özel fresklere sahip, Hıristiyanlık tarihinin resim defteri diye tanımlanan bir yapı. 1945 yılında Bakanlar Kurulu kararı ile müze ve müze deposu olarak kullanımına karar verilmiş ve duvarlarındaki eşsiz mozaiklerinden ötürü de dünya üzerindeki sanatseverlerin ve Hıristiyan âleminin ilgisini çekmiş bir yapı. Dünyaca ünlü ve önemi büyük Ayasofya’nın müzeden camiye çevrilmesinden sonra Kariye’nin de bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle camii’ye çevrilmesi elbette ki dini değil, siyasi bir karar. Sosyal medyada iktidar yanlısı muhafazakâr çevrelerin büyük bir coşkuyla karşıladığı, TEPKILER: Ertuğrul Günay; eski Kültür ve Turizm Bakanı: Bunca gü zel eski ve yeni cami varken kiliseleri cami yapmak, secdeye varmak için illa eski kilise aramak nasıl bir ruh halidir? İstanbul’a ihaneti, iki kiliseyi cami yapmakla değil, belki ancak tarihi korumak, betonlaşmayı durdurmak, yeşili çoğaltmakla bağışlatabilirsiniz. #Kariye “Kariye Camii aslına döndü” teşekkür mesajları ve sevinç çığlıkları, aslında bir algı operasyonunu ve epeydir olduğu gibi toplumun ikiye bölünmesini açıklıyor. Ne demek “aslına döndü”? Kariye’nin aslı cami değil ki, kilisedir. Çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede müzeye çevrilmiş ve tarafsızlaştırılmışken camiye çevrilmesi, olsa olsa çoğunluğun azınlığa baskısını işaret eder. Bu operasyondan iktidar yandaşları bir zafer havası çıkarırken kültür sanata duyarlı ve farklı dinlere saygı gösteren kesim ise duyduğu üzüntüyü paylaşıyor. Söz konusu olan cami ihtiyacı değildir, başka bir dinin mabedinin üzerine gücünü göstererek kendi dinini dayatmak, duvarlardaki fresklerin üzerini kapatarak (ki yıllardır süren restorasyon çalışmaları yeni bitmişti) biz hâkimiz havasını basmaktır. Fatih’te namaz kılınacak cami mi yok? En çok cami olan ilçe sayılabilecek Fatih’te buraya üç dakika mesafede, Sinan’ın eseri, Edirnekapı Mihrimah Sultan Cami var. Koskoca Süleymaniye hemen yakınında! Üstelik Kariye de küçücük, ama fresklerinden ötürü turistlerin ilgisini çeken bir yapıydı! Siyasal İslamın son kurbanı oldu... FARUK PEKIN FEST TRAVEL SAHIBI ESKI KÜLTÜR VE TURIZM BAKANI BAHATTIN YÜCE: Turizmcileri üzer “İstanbul’un en önemli özelliği, dünya kenti niteliğini taşımasıdır. St. Chora adıyla bilinen, İstanbul’un fethinden sonra Kariye Camii adıyla dönüştürülen, sur içindeki çok önemli bu eserin, günlük siyasetin konusu haline getirilmesi, turizmcileri fazlasıyla üzer. Kültür turizmi açısından gerçek bir dünya hazinesi olan İstanbul’un, farklı kültür ve inançlardan milyonlarca ziyaretçisinin geliş nedenlerini olumsuz etkiler. İnançları ve farklı kültürleri bir ortak paydada buluşturmak açısından önemli bir fırsat kaçırılmıştır.” Eşsiz bir müze “Kariye Müzesi hem mozaik hem de fresk zenginliği açısından eşsiz bir müzedir. Böyle bir kaynağın dünya sanatı açısından yeri çok önemlidir. Böylesi bir kaynağın kapatılması Ayasofyanın camiye çevrilmesinden sanata vurulan son bir darbe olacaktır. Kültür turizmini ciddi olarak olumsuz etkileyecektir. Geçmişte camiye çevrilmesinden sonraki dönemlerde de iç ve dış narteksteki mozaikler üzerine bir kaplama getirilmeden tahta ile örtülmüştür. Yalnızca kubbeli mekân kullanılmıştır. İstanbul’un UNESCO Tarih Mirası’nda yer almasının 4 nedeni arasındadır. Mezar Şapelindeki Diriliş sahnesi zaman ve kapsam açısından dünyada biriciktir. Bu müzenin de Diyanete devredilmesi kararı siyasi karardır. Kınıyorum ve kararın geriye alınmasını talep ediyorum.” Değil haftanın, ayın, mevsimin en iyi fimlerinden ‘Boyalı Kuş’ gösterimde Savaşın dehşetinde büyümek HATIRA NİTELİĞİNDE... Palmira antik kenti, görüntüleri, kalıntıları ve kültürel hatırasıyla kitap haline getirildi. “Çölün Gelini Palmira: Görüntüleri, Kalıntıları ve Kültürel Hatırasıyla” isimli kitap İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Eser, Suriye’nin orta yerinde, etrafı çöl kumlarıyla çevrili antik Palmira kentinin kültür mirasını anlamaya yardımcı olacak ve hatıraları koruyacak görseller sunmasıyla dikkat çekiyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi’nden Prof. Dr. Ahmet Denker, Gabriele Fangi ve Minna Silver tarafından kaleme alınan kitapta bölgenin görüntüleri, kalıntıları ve kültürel hatıraları ön plana çıkıyor. Kent, 2011’deki savaştan sonra farklı evrelerden geçti. Görkemli Palmira harabelerinin, hepimizin ortak görsel hafızasına yerleşmesi, Palmira hakkındaki haberlerle, daha öncesinde bu konuda kişilerin duyduklarına ve bildiklerine dayanıyor. Aylardır koronavirüsün pençesinde kıvrandığımız salgın döneminden bu yana yolunu unuttuğumuz sinema salonlarına unutulmaz bir filmle döndük bu hafta: “Boyalı Kuş”. Çek senaristyönetmen Vaclav Marhoul’un Polonyalı yazar Jerzy Kosinski’nin 1966’da yayımlanmış ünlü romanından uyarladığı, geçen yıl seçildiği Venedik festivalinin en çok ses getiren filmlerinden, 3 saati aşkın “The Painted BirdBoyalı Kuş”, beni resmen çarptı beylik deyişle. Otobiyografik özellikler taşıyan ve Kosinski’yi dünya çapında üne kavuşturan bu roman, Nazi belasının ümmüğüne çöktüğü Avrupa’da büyük kıyımlara, milyonlarca insanın ölümüne yol açmış, 2. Dünya Savaşı atmosferinde şiddetin, tacizin, tecavüzün, zulmün her türlüsüne maruz kalan, yine de hep ayakta kalmaya çabalayan, masum bir Yahudi oğlanın inanılmaz mücadelesini anlatıyordu. 1940’lı yıllarda tankı, tüfeği, uçağıyla yaptığı yıldırım savaşları sonucunda tüm orta Avrupa ülkelerini işgal eden Alman tehlikesinden kurtarmak için ailesinin kırsaldaki yaşlı teyzesinin yanına yolladığı ama Marta Teyze’nin bir gece ansızın ölüvermesiyle yapayalnız ortada kalıveren Yahudi çocu aç fare sürüsüne yem ederek feci bir şe ğun başına gelenleri o etkileyici üslubuyla kilde intikamını alıyor, gittikçe masumi hikâye eden Kosinski’nin romanını layıkıy yetini yitirip artık göze göz, dişe diş diyen la görselleştirmenin üstesinden gelmiş yö küçük Yahudi kahramanımız. İlk aşk ders netmen Marhoul. lerini aldığı seksi Labina’yla şehvetli gün Yöredeki cahil yobaz köylülerce uğur ler geçiren Joska, artık Almanları alt et suz, lanetli, hatta vampir bile sa meye başlayan ve onu adam yeri yılan, kara kuru çocuğa, bili ne koyan Kızıl Ordu saflarına ci ve şifacı bir kadın (Olga) kol kanat gerip uşa Boyalı Kuş katılınca ve Stalin’in askeri Mitka’nın himayesine ğı gibi kullanıyor. Adı girince rahata eriyor. nı (Joska) filmin so Bunca badireyi atlat nunda öğreneceği tıktan sonra, üstün miz çocuğu hasta den geçen nice acı lanınca toprağa ya ve travmanın ardın tırıp iyileştiriyor, dan ruhu bedeni on kargalardan kurtarı ca örselenmiş bere yor. Karısıyla ilişkisi lenmiş, isyankâr bir var diye genç yardım suskunluğa boğulmuş cısının kaşıkla gözlerini ‘Joska’mız onu arayan ai çıkaran, kedileri de kızıştı lesine kavuşuyor finalde. ran, Alman Udo Kier’in canlan Konusunu kabaca aktarma dırdığı kıskanç değirmenciden son ya çalıştığım “Boyalı Kuş”, Kosinski’nin ra tüylerini boyadığı ötücü bir kuşu gökyü sarsıcı karakterlerle bezediği, kâbus gi zündeki öteki kuşları yakalamak için kul bi unutulmaz sahneler içeren romanını ep lanan, yaşlı kuşbaz Lekh ile genç oğlanları sodik bir anlatımla perdeye taşıyan, uzun üstüne çektiğinden ötürü, yöre kadınların ama son derece etkileyici bir görselliğe ca parçalanan Ludmilla çifti oluyor yahu eriştirilmiş, beylik deyişle meraklısınca ke di oğlanın bir sonraki durağı. Atıldığı bok sinlikle kaçırılmayacak nitelikte bir seyir çukurundan çıkınca ona hep sevgiyle dav deneyimine davetiye çıkarıyor özetle. Ka ranan, günleri sayılı, yaşlı bir rahiple (ben meraman Vladimir Smutny’nin siyah beya zersiz Harvey Keitel) tanışan Joska’yı son zın dalağını yaran, olağanüstü kadrajlarıy rasında oğlancı Garbos’a teslim ediyor ra la bezediği, son dönemin en başarılı uyar hip bilmeksizin.Ancak tacavücü Garbos’u lamalarından biri saydığım bu müthiş film. Yaz sıcağında kitap Virüsün ve her alanda yaşananların bunalttığı yaz sıcaklarında serinlemenin, yalnızlığı, kaygıyı, korkuyu aşmanın, her şeye karşın umudu çoğaltmanın bir yolunun da okumak olduğunu bilmek güzeldir demiştim. Boris Akunin: Tarihsel polisiye İlk gençliğimde polisiye roman okumayı çok severdim. Özellikle Agatha Christie’nin kitaplarından ve Mayk Hammer’den vazgeçemezdim. Rusya’nın çağdaş polisiye roman yazarı olan Boris Akunin’in (d. 1956) romanlarına çarpıldım desem yerinde olur. Tarihle coğrafyanın, olayla kurgulamanın, gerilimle ironinin iç içe olduğu, derinlikli bilgileriyle okuyanı şaşırtan romanlarla karşılaşmıştım çünkü. Kendimi klasik Rus edebiyatından kitaplarla buluşmuş gibi duyumsadım. Erast Fandorin, aynı zamanda Rus filoloğu, edebiyat eleştirmeni, oyun yazarı, Japonca çevirmeni olan ve yapıtları otuzdan fazla dile çevrilen Akunin’in tarihsel polisiye romanlarının başkişisi. 19. yüzyılda Çarlık Rusyası’nda yaşayan, iyi eğitim görmüş, beş dili rahatça konuşabilen, akıllı, becerikli, meraklı, atılgan ve cesur biri olan Fandorin’in detektiflik mesleğinde yükselişini de izlediğimiz dizi romanlar, olanca sürükleyiciliğiyle okuyanı içine alıyor. Azazel, Türk Gambiti, Kar Kraliçesi Akunin’in daha önce okuduğum Azazel romanında Fandorin, bir polis karakolunda işe yeni başlamış olan, yirmi yaşında, hafifçe kekeleyen yakışıklı bir genç olarak karşımıza çıkıyor. 19. yüzyıl sonu Rusyası’nın olanca renkliliğiyle canlandırıldığı yapıtta sanki klasik Rus roman kahramanlarıyla buluşuyoruz. Fandorin, 1876 Petersburgu’nun beyaz gecelerinden Londra’nın sisine uzanan büyük bir gizli örgütü ortaya çıkarıyor. Kar Kraliçesi’nde, Cinayet masasında yazman olarak çalışmaya başlayan Fandorin’i, 1876’da Moskova ve St. Petersburg’da genç ve varlıklı insanların ardı ardına intiharlarının ardındaki gizi araştırırken çok güzel bir kadının peşinden Berlin, Paris ve Londra’ya uzanan uluslararası bir entrikanın ve tehlikelerle dolu bir kovalamacanın içinde görüyoruz. Türk Gambiti’nde, bu kez Rus ajanı olarak buluştuğumuz Fandorin’i, OsmanlıRus Savaşı’nın (93 Harbi) olduğu 1877 yılında, genç bir nihilist kadınla birlikte Balkanlar ve İstanbul’da sıra dışı entrikaların içinde buluyoruz. Leviathan Alfa Yayınları’ndan çıkan, Gül Bakioğlu’nun gönderdiği, Akunin’in Leviathan ve Akhilleus’un Ölümü romanlarını görünce çok sevindim. Leviathan’da (Çev. Sabri Gürses), Japonya’ya göreve giden Rus diplomat Fandorin’le buluşuyoruz. Gazete haberleriyle, polis ve adli tıp raporlarıyla zenginleştirilen romanda Fandorin, 1878’de Paris’te işlenen bir toplu cinayetin ipuçlarının izini sürmek için Port Sait’ten Kalküta’ya giden Leviathan adlı gemiye biniyor. Gemideki olağanüstü tarihsel bilgilendirmeleri, dönemin kriminoloji tartışmalarını, Hint, Japon söylencelerini ve yaşanan şaşırtıcı serüvenleri izlerken sürpriz üstüne sürpriz sonuçlarla karşılaşıyoruz. Akhilleus’un Ölümü Fandorin Akhilleus’un Ölümü’nde (Çev. Uğur Büke), 1882 yılında Moskova Valiliği özel görevlisi ve usta bir detektif olarak karşımıza çıkıyor. Göreve başladığı gün Rusya’nın ulusal kahramanı bir generalin (Akhilleus) öldürülmesiyle karşılaşan Fandorin, çarlık tarihi uzmanı olan Akunin’in derinlikli Moskova bilgileriyle zenginleştirdiği romanda, bu olağanüstü cinayetin ardındaki giz perdesini, kurulan komploları, ülkeyi yönetenlerin konumlarını, darbe hazırlıklarını olanca merakı ve ataklığıyla açıklığa kavuşturuyor. HHH Akunin’in yeni tarihsel ve coğrafi kültürle dolu polisiye Erast Fandorin romanlarını merakla bekliyorum.    Kazılarda bilezikli çocuk iskeleti bulundu Van’ın Gürpınar ilçesindeki Çavuştepe Kalesi’nde, üç yıl önce kazı ve onarım çalışmaları sırasında ortaya çıkarılan 2 bin 750 yıllık nekropolde, Urartularda aristokratlarının gömüldüğü değerlendirilen alanda bulunan 3 yaşındaki çocuk iskeletinin pazu kısmında ejder başlı iki bilezik ile boyun kısmında takılar bulundu. Urartu Kralı II. Sarduri tarafından MÖ 750 yılında yaptırılan Çavuştepe Kalesi ve kuzey kısmındaki nekropol alanında bu yıl başlatılan kazı çalışmalarında Urartuların ölü gömme adetleri ve sosyal yaşamına ilişkin yeni bilgiler elde ediliyor. muratbeser@muratbeser.com Esat Ekincioğlu / Berke Can Özcan “Lover and Beloved” Sayısız topluluk ve avangart projeden tanıdığımız davulcu Berke Can Özcan ile Hollanda’da yaşayan basçı Esat Ekincioğlu... Yakın vakitte 2019 yılının aralık ayında tanışmışlar. İtalya’da bir etkinlikte aynı gece arka arkaya farklı projelerde çaldıktan sonra kuliste arkadaş olup sohbet etmişler. Bu arkadaşlık birkaç ay sonra, salgın günlerinin arifesinde, mart ayında Esat’ın İstanbul’a gelişiyle devam etmiş ama sadece sohbetle sınırlı kalmamış. Berke’nin Beykoz’daki stüdyosunda doğaçlama çalmaya, çalarken de ortaya ne çıktıysa kaydetmeye başlamışlar. İkili çalmaya başlamadan müziğin na sıl olacağını konuşmamış, sadece hayattan konuşmuşlar ve sonra içlerinden geldiği gibi çalmışlar. Tek seferde çıkan kayıtları da öylece bırakmış, sadece yayımlama dan evvel Hollanda’da mastering yapmışlar. Kayıtları önce albüm olarak düşünmeseler de, dinledikçe işin konseptinin cazibesine dayanamayarak dijitalde yayımlamışlar. “Lover and Beloved” adını taşıyan dört uzun doğaçlama parçadan oluşan albümde, Esat kontrbas, Berke kendi icadı eklerle büyüttüğü (gazoz kapağından saksıya kadar alet edevatın bulunduğu) kalabalık bir davul setini çalmış. Memleketin tenha avangart tarihindeki ilk kontrbasdavul ikili albümü. Tufan Demir (Perennials) Beyoğlu Nevizade’deki kült mekân Gizli Bahçe’nin hafta sonlarına imzasını atan Tufan Demir, DJ camiasının istikrar sembolü isimlerinden biri. Tufan sadece yenilikçi ve keşifçi setleriyle değil, aynı zamanda çok iyi bir müzik dinleyicisi olmasıyla da bilinir. Onun bu ileri düzeydeki aşkı nihayet harika bir meyve verdi; hem de single falan değil, takdire şayan bir albüm olarak. 10 parçalık “Perennials”, Tufan’ın DJ ekipmanı ardındaki görüntüsünü değil, içindeki derin dünyayı yansıtıyor bize. O nedenle albüm dans ağırlıklı kulüp müziği değil; elektronik bir çağdaş müzik çalışması. Hem derin hem de kolay dinle nir, hayali bir film müziği. Tufan’ın tam 10 yıllık emeğinin ürünü “Pe rennials”. Önce kısa piyano skeçleri yazıp stüdyoda kaydetmiş, ardından bu kayıtların üstlerine elektronik ritimler ve sesler eklemeye başlamış. Ortaya çıkanlar atmosferik ses manzaraları oluşturunca albüm konsept bir hale bürünmüş. “Perennials”, ülkemizden çıkmış intelligent electronic music çalışmalar arasında plak olarak basılmayı fersah fersah hakk edecek kadar güzel ve nitelikli. Tufan ise ilham aldığı müziklerin bileşkesi olan çalışması ile artık sadece kahraman bir underground DJ’i değil, yanı sıra çok ciddi bir müzisyen.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear