23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 8 MAYIS 2020 CUMA gorus@cumhuriyet.com.tr TASARIM: BAHADIR AKTAŞ OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Döviz rezervlerimiz alarm veriyor: Ancak, kurtuluş mümkün! DR. ALI NAIL KUBALI Merkez Bankası döviz rezervleri süratle azalıyor! (Bkz. Grafik. Kaynak Financial Times) Ama hükümete fikir üretme konumundaki iktisatçılar, faiz, IMF’den yeniden borçlanma, swap, sıcak para, tahvil, borsa gibi konularla meşgul! Ancak bir ülkenin asıl döviz kaynağı bu türden finansal manipülasyonlar değil, ihracattır. Bu gerçek ise hep birlikte unutulmuş gibi. Denebilir ki, “Dünyada ekonomi küçülüyor. Kime ihracat yapacağız?” Bu olumsuz görüş doğru değil! Dünya ekonomisi küçülüyor ama global yıllık ihracat hacmi 20 trilyon yüzde! Türkiye’nin ihracatı ise sadece 170 milyar yüzde civarı. Yani payımız yüzde 0.85! Bu küçücük payı, hiçbir yatırım, yapısal reformlar veya verimlilik arttırıcı teknolojik gelişmeler gibi geciktirici önlemler olmaksızın süratle artırmak bizce mümkün. Çözüm ortada duruyor Bu binde 8.5’lik payı hep birlikte ulusal bir gayretle (doğru kur, yetmezse ihracat destekle) binde 5 arttırsak! Bu binde 5, bizim için 100 milyar dolar ilave ihracat demektir. Global piyasalarda bu günlerde zora düşüp üretim yapamayan şirketlerin payından dahi alınabilir bu binde 5! Peki, Türkiye ihracatını bu Atıl kapasite orada duruyor. O kapasiteyi çalıştıracak işçilerimiz iş diye kıvranıyor. Girişimcilerimiz de üretmek için kıvranıyor! Çıkış bu potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye dönüştürmektedir! Kaynak: Türk ye Cumhur yet Merkez Bankası İmalat sektörünün kapas te kullanım oranı, % Grafik 1 80 76 72 68 04.16 10.16 04.17 10.17 04.18 10.18 2020 N san 04.19 10.19 64 61.9 60 04.20 Grafik 2 Türk ye'n n döv z stoğu kısa vadel borçlanma le desteklend Net dış varlıklar Net dış varlıklar (eks swaplar) 30 Mart ayında da düşmeye devam ett 20 10 Şubat ayında 1,5 m lyar dolara düştü 0 Ç1 18 Ç2 18 Ç3 18 Ç4 18 Ç1 19 Ç2 19 Ç3 19 Ç4 19 Ç1 20 Kaynak: FT anal z, CBRT kadar ve çabukça arttırabilir mi? Evet artırabilir! Çünkü Türkiye’de sanayide de, tarımda da, hizmetlerde de takriben yüzde 30 atıl kapasite var (Bkz grafik 2. Kaynak TC Merkez Bankası). Bu kapasitenin yüzde 15’i yatırım yapmadan zaman kaybetmeden hızla devreye alı nabilir. GSMH’miz 750 milyar yüzde olduğuna göre bunun yüzde15’i 112.5 milyar yüzde eder! Biz bunun yarısını ihraç etsek 56 milyar yüzde ek ihracat demektir. Türkiye’nin dış ticaret açığı 32 milyar yüzde; cari açık ise 9 milyar yüzde! Yani bunu başarabilirsek Türkiye 24 milyar yüzde dış ticaret fazlası ve 47 milyar yüzde de cari fazla veren bir ülke olabilir! Bu başarıldığı zaman işsizlik problemi de, büyüme problemi de kökünden çözülmüş olur! O zaman bugün Türkiye’ye kredi vermekte nazlanan aşırı faizler talep eden uluslararası finans çevreleri kapımızda sıraya girmez mi? Girerler! Çünkü dünyada senelerden beri süregelen fazla likidite var ve bu trilyon dolar yöneten dev kurumlar ellerindeki likiditeyi negatif faizlerle kullanıyorlar ve kullandırıyorlar! Türkiye bu çıkmazdan daha fazla borçla, swap’larla, borsa oyunları ile çıkamaz! Çıkış ihracattadır! Atıl kapasite orda duruyor. O kapasiteyi çalıştıracak işçilerimiz iş diye kıvranıyor. Girişimcilerimiz de üretmek için kıvranıyor! Çıkış, bu potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye dönüştürmektedir! Bu gerçekleşebilir değerli okurlarım! Yeter ki biz neden olmayacağına kafa yormak yerine nasıl olduracağımıza kafa yoralım! Ve hep birlikte üzerimizdeki ölü toprağını atalım! İşte gerçek “YERLİ VE MİLLİ” paradigma budur! Sağlık emekçilerine vefa borcumuz DR. BÜLENT KERIMOĞLU Dünya koronavirüs salgını sürecinde sağlık sisteminin eksikliklerini ve sosyal devlet ilkesinin gereğini sorgularken, ülkemiz salgının kontrolünde ve hastalığa yakalananların tedavisinde başarılı bir sınav vermektedir. Bu başarı; insanüstü gayretle çalışan, özlük haklarının iyileştirilmesinden daha çok, nitelikli sağlık hizmeti, sağlıkta şiddetin son bulması, hasta haklarına saygı, ücretsiz ve herkes için eşit sağlık hizmeti isteyen, piyasacı değil, kamucu ve hümanist hekimlerimizin ve sağlık çalışanlarımızın özverisi ile sağlanmıştır. Bu başarının arkasında bir yandan laboratuvarlarda aşı ve ilaç geliştirmek için gece gündüz çalışırken bir yandan da ölümcül vakalarla iç içe canları pahasına hastalarını tedavi etmekle uğraşan, evine gitmeden, çocuklarını görmeden hasta bakan, gün aşırı nöbetlerde sabahlayan başarılı hekimlerimiz ve mesai kavramı tanımaksızın hizmet veren tüm sağlık emekçilerimizin fedakêrlığı vardır. Kamucu sağlık birikiminin başarısı Bugün dünyanın en saygın üniversitelerinde ve hastanelerinde bölüm başkanlığı yapan başarılı klinisyen ve akademisyenlerimiz, Nobel ödülü kazanan, dünya ile rekabet edebilen, deneysel ve klinik çalışmaları en saygın bilimsel dergilerde yayımlanan, gurur duyduğumuz hekimlerimiz var. Bu başarı, Anadolu hümanizmasının etkisi, Cumhuriyetimizin tıp eğitiminin yetkinliği ve geçmişten günümüze gelen kamucu sağlık birikimimizin gücü ile sağlanmıştır. Türkiye’nin bu süreçteki başarısına, Kurtuluş Savaşı yıllarında sıtmayla, veremle, trahomla, tifoyla hayatını hiçe sayarak mücadele eden sağlık ordumuzun, o günlerden günümüze taşıdığı görev bilinci ve geleneğinin katkısı bü yüktür. Salgın hastalıklar ile mücadele adeta savaş gibi görülmüştür. Bu nedenle veremle mücadelenin adı verem savaş, sıtmayla mücadelenin adı sıtma savaştır. Kısaca bulaşıcı hastalıklarla mücadele bizde savaş mantığı ile görülmüş, bu savaşlar, sağlık ordumuzdaki neferlerle kazanılmıştır. Başta hekimlerimiz olmak üzere tüm sağlık çalışanları; yeminine sadık kaldıkları Hipokrat’a, Anadolu tıbbının öncüsü İbni Sina’lara, Refik Saydam’lara, Nusret Fişek’lere, Türkan Saylan’lara, vatan savunmasında en önde giden tıbbiyelilere, kendilerini yetiştiren hocalarına, canı pahasına hasta tedavi ederken kaybettiğimiz tüm sağlık emekçilerine layık olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bir sağlık sorunu ile karşılaştığımızda beklentimiz; en kısa sürede çağdaş teknoloji ile donatılmış deneyimli hekimlere ve güler yüzlü sağlık personeline ulaşarak en doğru tedaviyi almaktır. Bu beklentileri eksiksiz karşılamak, değil bizim gibi gelişmekte olan ülkeler, en gelişmiş ülkeler açısından bile mümkün değildir. Bu nedenle temel hedefimiz toplum sağlığını önceleyen, ucuz ve kolay ulaşılabilir olan koruyucuönleyici sağlık hizmetlerinin sağlanması olmalıdır. Oysa son yirmi yılda kamu sağlık hizmetleri yerine özel sektör desteklenmiş, koruyucuönleyici sağlık hizmetleri göz ardı edilerek tedavi hizmetleri öne çıkarılmıştır. Kurtuluş Savaşı yıllarında dahi aşı ve serum ihraç eden Türkiye’den ilaç, serum ve aşı ithal eden bir Türkiye’ye dönüşmüştür. Ne yazık ki ülkemiz AKP politikaları nedeniyle milli gelirine oranla en çok ilaç gideri olan ülkelerden biri olmuştur. Daha üzücü olan ise; OECD verilerine göre kişi başına koruyucu sağlık hizmetlerine yapılan harcamaların en düşük olduğu ülke Türkiye’dir. AKP hükümetinin sağlıkta değişim dönüşüm gibi parlak söylemleriyle hastaneler kâr amacı güden birer işletme, hastalar müşteri, sağlık çalışanları ise birer tezgâhtar haline dönüşmüştür. Bu salgın bir milattır Siyasi geleceğini sıcak para ve tüketim ekonomisine bağlayan hükümet, uyguladığı yanlış politikaların sonucunu yoksul halk yığınlarına ödetirken bu salgının faturasını da yine işçi, emekçi, işsiz ve yoksullara ödetecektir. Neoliberal politikalarla altı oyulan sosyal devlet anlayışı, yerini sadaka kültürüne bırakmıştır. Anayasal hakların yerini keyfilik almış, yoksullar “bağımlı ve partizan” bireylere dönüştürülmüştür. Birkaç yandaşa ve garanti dolar ödemeli kapitalist sermayeye hizmet etmeyi görev haline getirmiş hükümet, artık halkın sağlığını, işini, aşını, eği timini düşünmek zorundadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün de övgüyle bahsettiği bu başarıdan kendine pay çıkarmak isteyenler mutlak olacaktır. Fakat bu pay sahipleri asla pahalı şehir hastaneleri yapanlar, sağlıkta şiddet yasasını zoraki çıkaranlar, piyasacı sağlık anlayışını ülkemize getirenler olamaz. Koruyucu önleyici sağlık hizmetlerini göz ardı edenler, ilaç ve teknoloji satan kuruluşlara Türkiye’yi pazar haline getirenler, Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü kapatanlar, ilaç fabrikalarını yıkanlar, devlet hastanelerini arsaya dönüştürenler bu başarıyı sahiplenemezler. Birinci basamak sağlık hizmetlerini paralı hale getiren, sağlık ocaklarını kapatan, kamu hastanelerini işletme haline dönüştüren, hastaları özel hastanelere müşteri olarak sunan, katılım payı adı altında sağlık hizmetlerini paralı hale getirenler bu başarının ortağı olamazlar. Onlar ancak sağlıkta yıkımın ve özelleştirmelerin sorumlusu olabilirler. Sonuç olarak başarı sadece özveriyle çalışan sağlık emekçilerinindir. Bu salgın bir milattır. Yeni dönemin temel belirleyicileri üretim, sağlık, eğitim ve adalet olacaktır. Bunlar sağlanırsa temel hak ve özgürlükler, gelir dağılımında eşitlik, medya bağımsızlığı dolayısı ile eksiksiz demokrasi kendiliğinden gelişecektir. Şehir hastaneleri: Birkaç görüş   Sevgili okurlarım, CHP Balıkesir Milletvekili Fikret Şahin’in TBMM’deki soru önergeleriyle gündeme getirdiği, Tuncay Mollaveisoğlu’nun TELE 1’de ve Cumhuriyet gazetesinde irdelediği Şehir Hastaneleri sorunu hakkındaki üçüncü yazım. Şehir Hastanelerini doğrudan Cumhurbaşkanı’nın gündeme getirmesi, konunun medyaya yansımasına yol açtı. Bu yazıda bazı okur yorumlarını özetleyeceğim. HHH İlk yorum, değerli mimar, yazar, düşünce insanı, Dr. Doğan Hasol’dan: Şehir Hastaneleri yanlıştır. Dünyada artık 15002000 yataklı hastane yapılmıyor. Elli yıl önce hastanede yatış süresi ortalama 14 gündü; şimdi bir buçuk gün. Bugün en uygun boyut 230 yatak. 200’ün altı, 600’ün üstü verimsizdir. Bu konuda T. Tabipleri Birliği’nce hazırlanmış ciddi bir kitap var. Hasta garantili yapişletdevret finansman modeli de yanlıştır. Üstelik girişimcinin aldığı kredinin kefili de devlet. Salgın hastalık durumlarında da bu hastaneler hiç uygun değildir. Sağlık ve eğitimin ticaret aracı olması kabul edilemez. HHH Bir başka yorum İ.T. adlı okurumdan: Dikkatimi çeken şey; bu hastaneler şehir dışında yapıldığından, oraya toplu taşıma araçlarını kullanarak gidenlerin bulaşıcı hastalıkların yayılması açısından risk oluşturması. Bir eski öğrencim B.U. da şunları yazmış: 2005 yılında SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığı’na devredildi, dispanserler ve sağlık ocakları kapatıldı, aile hekimliği kuruldu. İktidar kendi hastaneler sistemini kurmaya kalktı. Şehir hastanesi/devlet hastanesi ayrımı oluştu. Sağlıkta büyük rant oldu ğu için, bu hastaneler üzerinden rant dağıtacak bir sistem kurdular. Kendi yandaşını besleyecek, devlet ihaleleri üzerinden yeniden üretilen bir iktidar düzeneğidir şehir hastaneleri. Büyük hastane kurmak büyük yenileme yatırımı ve çok büyük oranda teknik eleman ister, böyle bir yapıyı yönetmek de kolay değildir. Dünyada şehir hastanesi sistemi başarısızdır, bunlar derhal kamulaştırılmalıdır. Böyle bir müdahale ekonomiye müdahale değildir, yani oyunun kuralından sapan bir sistemi yeniden üretmek için yapılan zorunlu bir müdahaledir. Yapişletdevret modeli ve benzerleri modern düyunu umumiye rejimidir hocam. Hastaneye gelenden 50 gelmeyenden 250 TL isteyen bir iktidara sahip olmak her millete nasip olmaz. Beton yerine insana yatırım yapmak en son düşündükleri iştir. İhaleler üzerinden iktidarı sürdürmek temel hedeftir. HHH Sevgili okurlarım, bu Şehir Hastaneleri konusunda, çok vahim, benim söylenti olarak bile dile getirmek istemediğim bazı uygulamalar yapıldığına ilişkin iddialar var. İşin daha da vahim ve kuşku uyandıran yönü, Sağlık Bakanlığı’nın da Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın da, yapılan harcamalar ve maliyetler hakkında hiçbir soruya yanıt vermemiş olmalarıdır. Bu sütunun her türlü yanıta açık olduğunu kendilerine bir kez daha anımsatırım: Şehir Hastaneleri maliyet ve işletme sorunları, yanıt vermeden geçiştirilebilecek veya soru soranları hainlikle suçlayarak kapatılabilecek konular değildir.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear