22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
12 10 ŞUBAT 2019 PAZAR EDİTÖR: HAKAN AKARSU TASARIM: İLKNUR FİLİZ hafta sonu ‘Her şeyin kalıtsal boyutu var’Şair Ahmed Arif’in oğlu yontucu Filinta Önal yontularını yaratmak için günde 810 saat çekiç sallıyor Filinta Önal, 10 bin yıllık bir Anadolu tasarımına dayanan “eğri madırga” ile yaratıyor yontularını. İnsancı yaratıyı yeniden üretmek için günde 810 saat çekiç sallıyor. Sonra? Heykelleri saldırıya uğruyor, hurdacı hırsızlığı yüzünden parçalanıyor. Olmadı, üstüne tüküIŞIK rülüyor! KANSU Onun da dediği gibi, bir cehalet ve lümpenlik seli giderek taşkınlaşarak uygarlığı önüne katıp çamura, balçığa buluyor... Şair Ahmed Arif’in oğlu olan Filinta Önal’ın “yaratının kalıtsal boyutuna” ilişkin sorumuza verdiği yanıt ise çok incelikli bir seziş, kavrayış içeriyor. Filinta Önal’ın sanatını ve kişiliğini kendisinden dinleyelim: n Bir sanatçının üretim aracı çekiç olunca estetiği yakalaması çok zordur gibi geliyor önce bana. Ama yontulara bakınca, bunun ne denli ahmakça bir düşünce olduğunu görüyorum. Estetiğin ve yaratının gücü karşısında değerbilir olmak gerekiyor. Doğru değil mi? Taşla uğraşıyorsak eğer en temel araçlardan biri çekiç ve keski oluyor. Sıradan bir çekiç değil kullandığım çekicin adı yontu madırgası, eğri madırga olarak da bilinir. Belki 10 bin yıllık bir Anadolu tasarımıdır. Kavisli yapısı bu çekici omuzdan sallarken, dairesel, kavisli bir hareketle keskinin tepesine vurulmasını sağlar, ki bu da kol boyunca, el bileğinden omuza, hatta sırta kadar olan kas ve eklem incinmelerini, ağrılarını en aza indirir, vuruşun etkisini keskinin ucunda en fazlaya çıkartır. Yoğun çalışırken günde 8 bazen 10 saat çekiç salladığım zamanlar olmuştur. Kaba işlerde taş blokları ayırmak için patlatma kamaları ve balyoz kullanıldığı da olur. Bunun yanı sıra çeşitli elektrikli ve hava basıncıyla çalışan aletlerimiz vardır. Bunların içerisinde 6 ila10 atmosfer basınç aralığında çalışan pnömatik hava çekiçleri, hava tabancaları, havalı, sulu veya elektrikli elmas disk takılabilen kesici ve aşındırıcı makineler, kırıcı delici matkaplar yer almaktadır. En son süreç zımpara ile yumuşatma, pürüzleri temizleme ve parlatma işidir ki, heykele yumuşaklığı, ışığın devinimini, uyum ve armoniyi getiren işlemdir. Son kısımları elle okşayarak yapılır. Mermer heykel, izleyicide dokunma duygusu, isteği oluşturuyorsa güzel olmuştur. Eğer demir, çelik, bronz vb. metaller ile çalışmak gerekirse elektrik ark kaynağı, plazma kesici, gaz altı kay Değer bilen bilir, bilmeyen bilmez, onu biz belirleyemiyoruz. Sanat da, her şey gibi bir ihtiyaç meselesidir. Eğer ihtiyaç duyan varsa bir değeri var, ihtiyaç yoksa anlamı yok. nağı, oksijen asetilen kaynağı, punto kaynağı gibi çeşitli ekipmanlarımız mevcuttur. Metallerin oksitlenip patine edilmesi için ise çeşitli asit karışımları ve ısı ile çalışmak gerekmektedir. Dökümden önce modelin yapıldığı malzeme olan kil ya da çamur ise işimizin temelidir. Çoğunlukla elle ve çeşitli ahşap ya da metal kalemler, bıçaklar ile işlenmektedir. Her aletin dili var Tüm bu süreçler, malzemeler ve ekipmanlar size kaba bir iş izlenimi verebilir. Asıl olan şunu anlamaktır: Heykelin yapılacağı malzemeler ve o malzemeleri biçimlendiren ekipman aslında bir dili konuşmak gibidir. Her malzemenin ve aletin kendi dili vardır. Siz o dili konuşmayı iyi öğrenirseniz, kendinizi iyi ifade edebilirsiniz. Estetiğin ve yaratıcılığın gücü öncelikle akılda belirmekte, sonra hayallerin gerçekleşmesi niyetiyle seçilen malzemeye ellerimiz ve aletlerimiz yardımıyla geçmektedir. Bu yaratı süreci boyunca işin en önemli kısmını ‘göz’ yapmaktadır. Gören göz, estetik bakış denilen özelliğimiz, yer yer doğaçlamaların ve malzemenin gidişatını görüp sezerek işlerimizi biçimlendirmemizi sağlamaktadır. Sıradan ve sığ hırslar Değer bilen bilir, bilmeyen bilmez, onu biz belirleyemiyoruz. Sanat da, her şey gibi bir ihtiyaç meselesidir. Eğer ihtiyaç duyan varsa bir değeri var, ihtiyaç yoksa anlamı yok. Toplumların, bireylerin ihtiyaçları ve hırsları çok sıradan ve sığ olabiliyor, o zaman sanata ihtiyaç duymaya sıra gel meyebilir. Bir de, edebiyat dışında geleneklerimizde pek sanat yer almamış. Zamanla alışılan, anlaşılan, sevilen, öğrenilen, belki ihtiyaç duyulan bir şey olabilir sanat. n Yontuyla ve sanatçıyla didişilen bir dönemde işiniz güç sanki. Kişisel olarak benimle didişen olmasa da, diplomatik anıtsal heykellerim pek çok kez saldırıya uğradı. Aslında ülkemiz rezil oldu, ama kimsenin umurunda değil. Bunun sebebi cehalet ve lümpenlik. Elbette bu lümpenliğin de siyasi bir boyutu olabilir. Sürekli tükürük ve balgamların heykellerin üzerinden aktığını görüyorum. Diplomatik heykellerin işvereni olan ülkelerde de bizim tarihi büyüklerimizin heykelleri var, onlar pırıl pırıl bakıyorlar. Belediyelerin sorumluluğunda bu işler. Bir kısmı da, metal hurda Filinta Önal, babası Ahmed Arif’le. Genetik hükmünü sürdürür n Yaratının kalıtsal bir boyutu var mı sizce? Düşündüğümüz, yaptığımız, özlediğimiz her şeyin kalıtsal bir boyutu var sanırım. Çevresel ve toplumsal olanlar da, kişisel olanlar da, genetik ve eğitim yoluyla içimize işliyor. Sanırım sizin sorunuz babamla ilgili bir boyut taşıyor. Gerek kişisel tavırlarımın, gerek sanatçı kişiliğimin temel taşlarını babamdan aldığımın farkındayım. Varlığımı beni yaşatan anneme borçlu olduğumun da farkındayım. Güncel ve gelecekteki yaşantımı, beni yontan eşimden kaynaklandığının da farkındayım. Sanırım diyalektik kavramı bunu açıklamaya yeterlidir. Her şey birbiriyle etkileşim ve değişim içindedir. Ama evet bence ‘genetik hükmünü sürdürür’. hırsızlığı olarak gerçekleşen saldırılar. Koruma, temizlik ve bakım işleri o eserin bulunduğu alandaki belediyelerin sorumluluğundadır. Her neyse, hangi yönetim iktidarda olursa olsun, kendince önemli olan bir değeri, kişiyi, düşünceyi yaşatmak vurgulamak için resmi anıt projelerine ihtiyaç duyar ve yaptırır. Bu yapılar heykel temelli olabileceği gibi, çevre, peyzaj ve mimari temelli de olabilir. Toplumumuzda göç hâlâ devam ettiği için, yaşadığımız kentlerin imariskân işlerini bitirip, yeşil alan ve meydan düzenlemelerini tamamlamalıyız ki, ancak ondan sonra heykel, anıt, duvar resmi vb. projeleri yapılabilsin, mekânı taçlandırsın. Bu, kısa sürede mümkün görünmüyor. Bu böyle oldukça da heykele kamusal alanda ihtiyaç duyulmaz. ‘Hilmi Yavuz ve 1 Taksim’e çıkmaya başladığımdan beri, yeniden, haftanın üç günü; özlediğimi fark ettim Taksim’i. Sevgilinin yanında olup da, ona hasret çekmek var ya, bilmez gerçi onu sevgili! Bazen sevgili ilk gençliğin giysisine bürünür, çıkar karşısına insanın, garip hayaldir bu. Çaresiz kalır ya insan, düşünmek becerisi edinmiştir de, karşısındakine nasıl anlatacağını bilemez gördüklerini. Düşünce söze geçerken, ah Melih Cevdet’ten öğrendiydim, kendinden hiçbir şey aktarmaz söze. Şiir burada mı başlar? Ben ilkin şiire, şaire böyle mi mecbur kaldım; buna mecburiyet mi denir?Herkes bir zaman “günce” tutmaya niyet eder, tarih yazılırken yarım günceden sayfaları birleştirmek gerek. Kişi; kendi üstüne bilgi edinmek isterse, dönüp bakacağı defterleri olmalı. İlk gençlik defterlerime dönmek zor geliyor, bazen sevinçle bakıyorum satırlarıma. O nasıl yabancılık öyle! İlk gençlik izlerini sürmek güçtür, ne tanıdık gelir sana şimdi, ne de tam uzağına düşer! 19 yaşında yayımlandıydı ilk şiirim. Şimdi o dergi, sayfaları solmuş, bir bir düşüyor önüme, hayalimde... Bir şairi tanımak, kaç kişiyi ilgilendirir ki? 2 Yıllar sonra, önümde yük gibi biriken şiirleri toplayıp, utanarak kitaba koyduğumda, hiç bu kadar cesur saymamıştım kendimi. “Bize Sağanak Aşk Lâzım”ı elime aldığımda, o ilk tanış olduğum şairi düşün düm. Gümüşsuyu’nda, yağmurlu İs tanbul gününde, iki genç adam, uzun yoldan gelip Taksim’e, tuhaf heyecanla çal dıydık kapısını. “Za man Şiirleri” ezberim deydi. Hilmi Yavuz aralıktan bakıp, el etti, kitaplar arasında oda da, sarhoş olmuş bi çimde konuşmaya ko yulduyduk. O ilk genç likti işte, aradan ne ler aktı, geçti. “Zaman ben’dim. Ben şiiri bir Hilmi Yavuz ilkyaz gününden öğ rendim” sanki benim dizelerimdi. Taksim’de, özlerken Taksim’i kapı dan girdi şair. Kaç zaman sonra, ar dı ardına rastlaşır olduk yeniden. Şa irle kavgaya girer mi insan, o dizeler kimindir, şairin mi, yoksa benim mi? Şöyle yazmış olmalıyım günceye: “Eğer şair/yazar kendine ihanet et mişse, ben neden ısrarla izini süre yim?” Güç günlerden geçerken, elimizde ne kaldı ki? Gürültülü konuştuk, Türk kahvesi söyledi, ben çay içtim. “Oku dun mu ‘Lirik Defterler’i” diye sordu. 3 “Elli Yaşa Buruk Günce”nin üçüncü yaşındayım. Elliye gelince son landıracağım. Sahi günce ne? Ayıklama işidir, neyi yazacağını, göreceğini bilme işidir. Üstat Salâh Birsel’in tezgâhından geçtik he pimiz. Okumanın lez zeti başkadır onu. Gü rültülü bir adam hep bağırıyor, korkuyla, öf keyle, tehditle. Bir halk bu gürültüden yor gun! Okumaya koyul dum “Lirik Defterler”i, hızla affettim içimde yeniden, tekrar Hilmi Salâh Birsel Yavuz’u. Şiirinin ha tırı var bence, günceme sinen dizele Lirik Defterler...’ rin anısı... “ilkgençlik arıları. Fatih’te, Kıztaşı’nda, Taş’ın tam karşısındaki Çiner Apt. 1.katın camında tan kızıllığı! Hilmi Yavuz lise bitirme (ya da ‘olgunluk’) sınavına çalışmaktadır ve tam kızıllığının ayırdına varır, bir şiir anımsıyordur: Şehir son uykularında Ben ki hâlâ uykusuzum Ey uzak yıldızlar Ey petekleri içimdeki arı Bilseniz Her nasipten Ve uzanan dudaktan Mahrum yaşadığımı                Muzaffer Tayyip Uslu   İlkgençlik, ‘petekleri (onun) içinde’ olan arı’lardır. Daha oğul vermemişlerdir onlar. Bal, sonra, çok sonra, arılar ilkgençlik kovanını bırakıp gittiklerinde, evet, işte o zaman, ballar balı’na dönüşecektir... Şiir, hüzünlü duruyordur; ama arıların, gelecekte hüznü bal eyleyeceklerini duyumsatan bir petek vardır; dâimâ...” 4 Teyzem oturuyordu Kıztaşı’nda, hafta sonu anneannemi alır, kalmaya giderdik ona. Ben kıvırcık saçlı, bir deri bir kemik çocuk, anneannemin bastonu ikimize pusula olurdu. Beş katı ağır ağır, “Ya Hıdır” diyerek tırmanırdık. Buz tutmuş sokaklardan geçer gelirdik, acaba pencereden içeri sızan yağmuru kimse işitti miydi benden başka? Yağmur dinlenir. Herkesin uzun uykusunda, tuhaf büyürdü annemin özlemi. Soğuk yatılı okul duvarları, neden hep renksizdir bilinmez. “Lirik Defterler” bu kez hafiften aralık kalmış kapağından fısıldar bana; “kalbim, annemin sesiyle işlendi. Orhangazi’de o kocamış çınar ağacı, sanki odamın içindeyken, bana öyle gelirdi, gecedir, annem usulca, ipeksi hışırtılarla yaklaşır, belli belirsiz, ama dünyanın en güzel sesiyle, bana öyle gelirdi, ‘kalbinin üstüne yatma!’ derdi. Yüzüm çınarın uğultusuna dönük, sol yanıma uzanmışken, kalbimin üzerine mi yatardım? Ama o değil, o tümceydi annemin çiçek işlemeli sesiyle bana kalbimi bildiren... Kalbimi, orada, annemin sesinde keşfettim; daha sonra, bir şiirimde söylemiştim, sevdalara sığmayan kalbim’i... Annem, Arapça söylerdi o tümceyi: L’êt nevm alê... diye başlardı ve ‘kalb’ (elb) sonra gelirdi. Kalbim, o seslerdi, annemim sesiyle işlenmiştir.” 5 Nietzsche’nin insanca, pek insanca adlı eserinden bir alıntı: “İyi bir sanatçının veya düşünürün hayal gü cü sürekli başarılı, az başa rılı ve başarısız şeyler üre tir. Onun zamanla çok bi lenmiş ve deneyim kazan mış karar verme yeteneği karşı çıkar, istediğini seçer, seçtiklerini bir araya geti rir. Beethoven’ın not defter lerinden öğrendiğimize gö re beğenisini kazanan tüm Nietzsche melodileri toparlar ve birçok kez gözden geçirdikten sonra ayıklayıp en iyilerini seçermiş.” Musil “Günlükler”in son satırları nı Denizli’de otel odamda okuyorum. “Ayıklama” becerisi en çok şiirde ih tiyaçtır! Yanına Lirik Defterler’den şu alıntıyı iliştirdim; “Objesiz hayal etmeyi ancak şair ler anlarlar. Edimin kendisini, objeden ayırmak onlara özgüdür. Dahası, şairle şair olamayan arasına bir sınır çizmek gerekirse, sınır budur: Şairlerin hayal gücü, hayal edilen ya da edilebilen objelere bağımlı değildir; hayal etme, objesiz bir edim olarak var olur şairlerde.” 6 Denizli’yi bilmiyorum. Zorunlu yolculuklar sıkar beni! Güzel insanların denk gelme olasılığı düşüktür, günce tutan biri bunu kayıt altına almalı mı? Kimselerin ilgilenmediği sorular değersiz değildir. Bir zaman, çocukluktan gençliğe yol alırken, ailenin haşarı oğlanlarından biri “felsefe” ile alay ederdi. Düşünceyle uğraşan alay konusudur bize ve şiirler... Özal yılları... Ah nasıl onarılmaz yaradır o yıllar. Otel odasında aklımda çocukluğun Bağdat Caddesi! Özledim. Geçen gün adımlarken baktım da, o güzel çocukluk nerede? Sinemaya giderdim, arkadaşsız kaldığımda hayallerime tutunarak. Atlantik Sineması, Suadiye Sineması nerede? Bellek kanar durur. Eczacılara konuşma yaptım, güzel insanlara rastladım. Talihli bir gün! Başörtülü bir kadın, cesaretle, kim bilir aklında ne var idiyse, güçlükle sordu bana: “Üniversitede giyim kuşam konusunda ne düşünüyorsunuz” diye. Desem ona: “Alevilere zorla dayatılan dersleri, Müslüman olmayanların çektiklerini konuşsak bugün...” Artık İslamcılar iktidar! Yanlış olurdu elbette. Bu coğrafyada acılar hep yarıştı, “kısasa kısas” bize yakışmaz. Yanıtladım. Dostluk tohumu atıldı belki... Akşam “Garson Şükrü”nün meyhanesinde ne çok selam verdim. Sırasız, hayallerle karışarak aktı düşünceler. 7 “Lirik Defterler”i kapadım. Okuyacak Hilmi Yavuz biliyorum bu yazıyı. Hallettim ben içimde hesabı. Telefon çaldı. “Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı”nın yeni baskısı çıkmış. Sevindim. Yeni kitap haftaya rafta... Günce yayımlanıyor. Hep aynı tedirginlik! “Bize Sağanak Aşk Lazım” yeniden yayımlanıyor. Bir daha şiir yazmayacağım. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear