26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
KULTUR Babylon Soundgarden’da Cizreli Mehmet Ali sürprizi Bu sene 12’ncisi düzenlenen Babylon Soundgarden, önceki gün Kilyos Sahili’nde gerçekleşti. Festivale, AnneMarie’nin performansı sırasında Cizreli Mehmet Ali Şulan’ın sah neye çıkarak İngiliz şarkıcıyla düet yapması damga vurdu. İkilinin söylediği şarkı sırasında izleyiciler büyük coşku yaşadı. Öte yandan Gorgon City, The Drums, Sevdaliza, Ka debostany, Derrick May, Kalben, Ezhel, Whilk & Misky, Wax Tailor, Cosmin TRG, Juju & Jordash, Adamlar, Hey! Douglas gibi sanatçılar festival boyunca müzikseverlerle buluştu. Pazartesi 11 Eylül 2017 EDİTÖR: ÖZNUR OĞRAŞ ÇOLAK kultur@cumhuriyet.com.tr 74. Venedik Film Festivali Altın Aslan Guillermo Del Toro’nun 15 Guillermo del Toro 74.Venedik Film Festivali’nde en iyi filme verilen Altın Aslan ödülünü, Soğuk Savaş döneminde geçen fantastikromantik “The Shape of Water” filmiyle Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro aldı. Festivalin ödül töreni Amerikalı aktris Annette Bening’in başkanlığında dün akşam gerçekleşti. Guillermo del Toro törende yaptığı konuşmada “İlk kez bu ödü lü Meksikalı bir yönetmen alıyor. Bu ödülü fantastik film yapmaya çalışan tüm La tinAmerikalı yönetmenlere adıyorum. Hayata inanıyorum, aşka inanıyorum, sinemaya inanıyorum” dedi. Meksikalı yönetmen ayrıca, spagetti western türünün mucidi İtalyan yönetmen Sergio Leone’ye “çok şey borçlu olduğunu” da söyledi ve ödülüne “Sergio Leone” adını taktı. Jüri Büyük Ödülü dalında verilen Gümüş Aslan ise “Foxtrot” filmiyle İsrailli yönetmen Samuel Maoz’un oldu. Maoz’un filmi, İsrail askerlerini kötü gösterdiği gerekçesiyle İsrail Kültür Bakanı Miri Regev tarafından eleştirilmişti. Filmin Venedik’te yarışacağı belli olduktan sonra bir açıklama yapan İsrailli Bakan, “Samuel Maoz’un ‘Foxtrot’ filminin önemli festivallerde gösterilmek için seçilmesi utanç verici” demişti. En iyi yönetmene verilen Gümüş Aslan’ı ise “Jusqu’à la Garde” adlı filmiyle Fransız yönetmen Xavier Legrand aldı. “Hannah” filmindeki rolüyle Charlotte Rampling en iyi kadın oyuncu seçilirken, en iyi erkek oyuncu ödülünü “The Insult” filmiyle Kamel El Basha aldı. En iyi senaryo ödülü “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri” filmiyle Martin McDonagh’e verildi. Jüri Özel Ödülü’nü Avustralya yapımı “Sweet Country” filmiyle Warwick Thornton aldı. En iyi çıkışı yapan genç oyunculara verilen Marcello Mastroianni ödülü de “Lean On Pete” filmindeki rolüyle Charlie Plummer’ın oldu. 30 Ağustos9 Eylül tarihleri arasında yapılan 74. Venedik Film Festivali’nde Yaşam Boyu Başarı ödülü ise 1 Eylül’de Robert Redford ve Jane Fonda’ya verilmişti. Yılmaz42. Toronto Film Festivali Güney’i anlatmak... “Çirkin Kral Efsanesi” belgeselinin Toronto’daki ilk gösterimi, ilginç bir rastlantı sonucu, günü gününe Yılmaz Güney’in ölümünün 33. yıldönümüne denk geldi. Yedi yıla yayılan yoğun bir hazırlık/çekim /kurgu dönemi sonunda oraya çıkan bu önemli çalışmanın mimarı Hüseyin Tabak (1981) mutluydu. Bir bölümü Kanada’da yaşayan Türkiyeli Kürtlerden oluşan ilk izleyicilerin sorularını yanıtlarken de çok heyecanlıydı. Genç yönetmenin en önemli başarısı,Yılmaz Güney efsanesine hem içerden hem de dışardan bakabilen; onlarca kişinin görüşlerine yer verirken, alabildiğine kişisel kalabilen özgün bir çalışma geçekleştirmiş olmasıydı. Konuya içerden bakıyordu; çünkü, Almanya’da doğan Hüseyin Tabak, Yılmaz Güney’in yanında büyümüştü sanki; evi, babasının yakın arkadaşı olan Güney’in filmleri, kitapları, fotoğraflarıyla doluydu. Dışarıdan bakabiliyordu; çünkü, hayranlarıyla düşmanları arasındaki keskin karşıtlıkların, Türkiye’deki dostları ve yakınları arasındaki kavgaların da dışındaydı. Yılmaz Güney, heykeli yüksek bir kaide üzerine dikilen dokunulmaz bir kahraman değildi onun için; anlamak ve anlatmak istediği, unutulmaması gereken çok yönlü, çok kimlikli bir sanatçıydı. Kendisi gibi birçok genç insanı sinema yapmaya yönlendiren gizemli bir sinema dehasıydı. Bu gizemi çözmeliydi. Gerçeken, kimdi Yılmaz Güney? Türk sinemasının efsanevi Çirkin Kral’ını Karmaşık kimliği gerisindeki öz Yılmaz Güney’i tüm iç çelişkileriyle, doğru yanlış davranışlarıyla, sevgi dolu sertliğiyle, şiddetle kol kola gezen insancıl yumuşaklığıyla yansıtan Hüseyin Tabak, efsanevi bir angaje sanatçıyı anlatmak gibi zor bir işin altından başarıyla kalkıyor. anlamaya çalışırken, aslında kendini de arıyordu Hüseyin Tabak... Yalın ve duyarlı... Karmaşık kimliği gerisindeki öz Yılmaz Güney’i tüm iç çelişkileriyle, doğru yanlış davranışlarıyla, sevgi dolu sertliğiyle, şiddetle kolkola gezen insancıl yumuşaklığıyla yansıtan Hüseyin Tabak, efsanevi bir angaje sanatçıyı anlatmak gibi zor bir işin altından başarıyla kalkıyor. Bu başarı, kahramanını yargılamak ya da yüceltmek gibi dürtülerden arınmış önyargısız bir yaklaşımın ürünü temelde. Görüşlerine başvurduğu yaklaşık elli kişiye de, bu hem öznel hem de nesnel olabilen bakış açısını benimsetebilmiş yönetmen. Bu bağlamda, Nebahat Çehre’nin birlikteliklerini son derece açıksözlü ve içtenlikli bir dille anlattığı bölüm, filmin belkemiğini oluşturan hümanist felsefesinin en güzel, en anlamlı örneğini oluşturmakta. Tıpkı, Yılmaz (Güney) Pütün’ün annesinin, kızkar deşinin ve kızının, yüreklerinin derinliklerinde ki Yılmaz’ı yalın ve duyarlı bir dille yansıttıkları bölümler gibi... 110 saat... Avusturya’da sinema eğitimi görürken hocası olan Michael Haneke’den başlayarak, ölümü kendisinden yıllarca saklanan annesine, eski eşlerine, yakın dostlarına, çalışma arkadaşlarına, 1981’de yurtdışına kaçmasına yardımcı olan dostlarına, hapishane arkadaşlarına, “Yol”u Cannes’a seçen Gilles Jacob’a, ülkelerinden kaçmak zorunda kalan tüm muhalif sanatçılara kucak açmış olmaktan gurur duyan eski Fransa Kültür Bakanı Jack Lang’a, 1984’te Altın Palmiye’yi paylaştığı Costa Gavas’a dek 47 kişiyle yaptığı çekimlerden 110 saatlık bir malzeme çıkmış! Filmi besleyen onlarca Yılmaz Güney filmini, Duvar”ın (1984) çekimiyle ilgili belgeselleri, arşivlerden çı kan söyleşilerin görüntülerini de eklersek, sinema belleği açısından çok ciddi bir malzemeye sahip olan Hüseyin Tabak, “Kurgu masasına yeniden oturarak uzun bir dizi hazırlamayı düşünüyoruz. Amazon gibi platformlar ilgi gösteriyorlar. Benim için en önemlisi, efsanevi kimliğinin gerisindeki Yılmaz Güney’in unutulmaması, farklı yönleriyle, renkli kişiliğiyle anlatılması...” derken çok haklı. Sinema tarihi ve belleği açılarından çok değerli olan ve daha da gelişeceğini varsaydığımız bu malzemeden, örneğin Erden Kıral ve Şerif Gören’in anlatacakları “Yol Efsanesi” gibi bir dizi konuyu işleyecek yeni belgeselleri merakla bekleyeceğiz. Deniz Gamze Ergüven, Fatih Akın ve Hüseyin Tabak, yapımcıları yabancı olduklarından, festival kataloğundaki ülkesel sıralamanın Türkiye başlığında yer almayınca, listelerdeki tek Türk filmi, Ayçe Kartal’ın “Kötü Kız”ı oluyor. 2017 yılı içinde 24 festivale katılarak birçok ödül kazanan “Kötü Kız, ARTE televizyon kanalının da katkılarıyla çekilmiş animasyon türünde 6 dakikalık bir çalışma ama, naif eleştirel içeriğiyle gördüğü ilgiyi hak eden özgün bir çalışma... Ayrıca, ilgili bakanlıklarımızın desteği ve burada yaşayan Türkiye kökenli genç sinemaseverlerin elbirliğiyle bu yıl üçüncü kez faliyet gösteren standımızın düzenlediği özel gösterilerde, “Buğday” (Semih Kaplanoğlu, 2016) ile “Ayla” (Can Ulkay, 2017) da izlenebilecek... Barış ve Sevgi Buluşmaları’nı Sıla kapattı Beylikdüzü 4’üncü Barış ve Sevgi Buluşmaları, şarkıcı Sıla’nın konseriyle final yaptı. Beylikdüzü Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu “Bugün barışın, sevginin ve kar deşliğin mesajının verildiği Beylikdüzü’nde bu duygularda buluştuk” dedi. Etkinliklerde Sahaf Festivali Söyleşileri’nin son konuğu ise yazar Murat Menteş oldu. Çardak Altı Buluşmaları kapsamında da Eski Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, yazar Ahmet Ümit ve sanat tarihçisi Haldun Hürel, Pelin Batu moderatörlüğünde sohbet gerçekleştirdiler. l İSTANBUL ‘Herakles’ Türkiye yolunda Türkiye’den kaçırılarak İsviçre gümrüğünde ele geçirilen ‘Herakles Lahdi’ evine dönüyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkililerinin Cenevre’de teslim aldığı ‘Herakles Lahdi’ 13 Eylül’de Türkiye’de olacak. ‘Herakles Lahdi’, Antalya’nın Aksu ilçesinde yer alan Perge antik kentinde gerçekleştirilen kaçak kazılarda bulunarak yaklaşık 50 yıl önce yurtdışına kaçırılmıştı. l DHA ‘Herakles Lahdi’ 13 Eylül’de Türkiye’de olacak. 12 Eylül’lerden 11 Eylül’e Pazartesi, 11 Eylül 2017... Cumhuriyet gazetesi yöneticilerine ve çalışanlarına karşı açılan davanın ikinci duruşması görülecek. İçeride kalan 5 arkadaşımın da bu akşam özgürlüklerine kavuşacakları, bu davanın da en kısa sürede tarihte hak ettiği yeri alacağı konusundaki umudumu dile getirmek istiyorum. İki kırılma noktası Salı ise 12 Eylül olacak. 12 Eylül Türkiye’nin yakın geçmişindeki iki önemli kırılma noktasına otuz yıl arayla tarih düştü: 12 Eylül 1980 ve 12 Eylül 2010... Bu iki “12 Eylül”ü bir arada değerlendirmek, Cumhuriyet gazetesi hakkında bilinen hukuk kuralları bir kenara bırakılarak açılan bugünkü davayı çözümlemeyi kolaylaştırabilir. 12 Eylül 1980, “Soğuk Savaş” döneminin çift kutuplu dünyasında ABD’nin tam desteğini alarak yapılan, Türkiye’nin düşünce ve ifade, sendikal ve demokratik örgütlenme özgürlükleri alanlarındaki tüm kazanımlarını yok eden, bu genel birikimin temel hukuki zeminini oluşturan 1961 Anayasası’nı da hedef alan faşist bir askeri darbeydi. Ülkenin siyasal ve toplumsal kültür birikiminin yanı sıra, muazzam bir insan kaynağı da bu darbe ile tahrip edildi. 12 Eylül 1980 darbesi meşruiyetini, 80 öncesinin “anarşi” ortamına ve sahte bir “Atatürkçülük” söylemine dayandırıyordu. Dönemin başbakanı Demirel’in sonradan çok veciz bir şekilde Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’e yönelttiği, “12 Eylül öncesinde Antalya’da tapu memuru muydun” sorusuyla ifadesini bulduğu üzere, söz konusu “anarşi” ortamı en hafif deyimiyle şaibeliydi. “Atatürkçülük” diye diye Mustafa Kemal Atatürk ilkelerine ve ona yönelik sevgiye en büyük kötülük ise yine bu askeri diktatörlük döneminde yapıldı. Türkiye’de eğitimin katledilmesinin de, “Yeşil Kuşak” planlarının hayata geçirilmesinin de önü bu dönemde açıldı. Bunları hiç unutmamak gerekiyor. 12 Eylül 2010 referandumu ise artık tek kutuplu bir hale gelmiş dünyada, sözde “12 Eylül ile yüzleşmek için, vesayetçi anlayışla hesaplaşmak için” gündeme getirildi. O dönemde muhalefetin öne sürdüğü temel karşı çıkış gerekçesi ise siyasal iktidarın yeni anayasa ile yargıyı tamamen denetim altına alma planı yaptığı, bazı maddelerin ise göz boyamak, bu ana planı gizlemek için taslağa serpiştirildiği yönündeydi. Çağdaşlaşma serüveni 12 Eylül 1980 darbesinin silindir gibi üzerinden geçerek ezdiği, kuraklaştırdığı siyasal ortamda önü açılanlar, Ortadoğu için düşünülen yeni dizayn ile birlikte dış desteği de bulunca iktidara yürümüşler, şimdi de kendi kafalarındaki gizli ajandayı dikte edebilmek amacıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin temel frendenge sistemi olan yargıya el atıyorlardı. Başarılı da oldular. 12 Eylül 2010 bir kırılma noktasıydı. Bir kez daha “Yetmez ama evetçilik” tartışması açmak için söylemiyorum, ama bugün Cumhuriyet gazetesine karşı böyle bir iddianamenin hazırlanıp kabul edilebilmesinin altında o kırılmanın bulunduğunu da hiç unutmamak gerekiyor. Türkiye’yi kendi perspektifine göre dizayn etmeye çalışan bir siyasi kadro, tıpkı daha sonra cumhurbaşkanlığı konusunda görüleceği üzere, önce Ergenekon, Balyoz gibi davalarla fiili durum yaratmış, sonra 2010 referandumuyla yargıya el koyma girişiminin anayasal çerçevesini oluşturmuştu. Yaşananları sadece kendi dönemi içinde değerlendirmek de yetersiz kalabilir. Konu hemen hemen iki yüz yıllık “çağdaşlaşma” serüveninin dinamikleri ve karşıdinamikleri içine yerleştirilmez, diğer tüm “kültürel parametreler” de buna göre değerlendirilmezse, o zaman 12 Eylül’lerden 11 Eylül 2017’ye uzanan yolu anlamak da güçleşebilir. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear