24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Çarşamba 28 Haziran 2017 EDİTÖR: ŞEHRİBAN KIRAÇ TASARIM: SERPİL ÜNAY ekonomi 9 Organiği üretiyoruz ama tüketemiyoruz Türkiye’de 70 bin çiftçinin ürettiği organik tarım ürünleri, fiyatların yüksekliği, güvensizlik ve yeterli bilinç olmadığı için istenilen seviyede tüketilemiyor Gübre, hormon, haddinden fazla zirai ilaç kullanımıyla her geçen gün hem tarım alanları hem de ye diğimiz ürünler sağlıksız hale geliyor. Avrupalı ithalatçıların talepleri sayesinde Türkiye’de 1994’ten itibaren kimyasal ba rındırmayan, gübre kullanılma yan organik üre time geçti. Şu an da sadece Türki ŞEHRİBAN KIRAÇ ye’deki toplam tarım alanlarının sacede yüz de 2’sinde orga nik tarım yapılabiliyor. 70 bin aile geçimini organik tarımla sağlıyor. Uzun yıllar neredeyse ta mamen ihracata yönelik or ganik ürün üretimi söz konu su iken son 10 yılda iç piyasa ya yönelik organik ürün üreti minde önemli bir gelişme görü lüyor. İlk başlarda birkaç ku ru meyveyi organik olarak raf larda görebilirken, günümüz de, tükettiğimiz tüm ürünle ri organik olarak bulabilecek bir ürün çeşitliliğine ulaşıl dı. Ancak Türkiye’de organik ürün tüketiminin belki yüzde 1’i bile bulduğunu söylemek zor. Gelişmiş Avrupa ülkeleri ve Amerika’da bu oran yüzde 10’ları aşıyor. Dünya genelinde 80 milyar doları aşan bir orga nik ürün pazarından bahsedil mektedir. Türkiye için sağlıklı bir istatistik olmasa da ihracat ve iç piyasanın yaklaşık 1 mil yar dolar olduğu tahmin edili yor. Organik tarım sektörü her yıl yüzde 1520 civarlarında da büyüme gösteriyor. Yüzde 2’lik alan Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği (ETO) Başkanı Mustafa Avcı’ya göre, Türkiye iç piyasasında organik ürün tüketimi, üretimdeki artışla doğru orantılı artış göstermiyor. Üretim, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın destekleme politikaları çerçevesinde tüketimden bağımsız bir şekilde daha hızlı artış gösteriyor. Avcı, “Bunun anlamı; üretilen organik ürünlerin önemli bir kısmı organik ürün etiketiyle marketlerde yerini bulamamaktadır” derken tüketimin artmasıyla birlikte yüzde 2 olan organik tarım alanlarının da artış göstereceğini dile getirdi. yüzde 2’lik üretim alanının yetersiz olduğuna vurgu yapan Avcı, “İdeal olan tüm ülkede organik tarım yöntemlerinin kullanılarak çevreye zarar vermeden, insan sağlığını korumaya yönelik üretim yapılmasıdır. Bu kısa bir sürede mümkün olmayacaktır. Ancak tarım teknolojilerin deki gelişmeler, uygun maliyetlerde ve etkinlikte çevre dostu tarımsal girdilerin yaygınlaşmasıyla her geçen gün daha fazla alanda organik tarım yapılabilir” diye konuştu. Mevzuat güncellenmeli ETO Başkanı Avcı, organik tarım ürünlerinin tüketimini arttırmaya yönelik faaliyetlerin hem kamu hem de özel sektör tarafından daha yoğun yapılması gerektiğine dikkat çekerek şu değerlendirmeleri yaptı: 4 Üreticilerin bu tarım metodu konusunda eğitilmeleri, organik tarım metotlarının ve alternatif tarımsal girdilerin geliştirilmesine yönelik ArGe çalışmalarının hızla arttırılması faydalı olacak. 4 Organik tarımın çiftçiler tarafından yapılabilirliği yeni teknolojiler sayesinde kolaylaştıkça daha fazla alanda bu tarım sistemi uygulanacak. Bununla birlikte mevzuatlar da bu uygulanabilir şekilde güncellenmeli. Üreticiler ve gıda işletmelerine yönelik etkin desteklemeler de organik tarımın yaygınlaşmasında en önemli etkenlerdendir. Çevreyi ve insan sağlığını koruma, topraklarımızın verimliliğini sürdürebilir hale getirmeyi amaçlayan bir tarım yöntemi olması açısından organik tarım, desteklenmeyi son derece hak eden bir tarım yöntemidir. Okullarda anlatılmalı Özellikle okullarda organik ürünle ilgili bilgilendirmeler çok faydalı olacak. 4 Ülkemizde organik ürün tüketimi her geçen gün artıyor. Her yıl yeni ürünler, markalar, üreticiler bu siteme dahil oluyorlar. 15 yıl öncesine kadar organik ürün çok fazla bilinmezken, son yıllarda beslenme alışkanlıklarının ve besinlerin sağlıklı yaşamdaki önemi, çevre kirliliğinin insan sağlığına ve diğer canlılara olumsuz etkileri konularında artan toplum bilinciyle organik ürün kavramı da daha fazla bilinir hale geldi. Mustafa Avcı Türkiye başta Rusya olmak üzere Etiyopya, İsrail, Ukrayna, Yeni Zellanda, Kırgızistan olmak üzere birçok ülkeden organik soya fasulyesi, buğday, ayçiçeği, mısır, çeltik, nohut ithal ediyor. Yurttaş yanlış bilgilendiriliyor ETO Başkanı Avcı, günümüzdeki önemli bir sorunun organik kavramının bilinmemesinden çok, bazı tüketiciler tarafından yanlış bilinmesi ya da tüketicilerin yanlış bilgilendirilmesinden kaynaklandığına dikkat çekerek şu tespitlerde bulundu: n Bazı girişimciler organik ürün üretmese de organik ürünü çağrıştırabilecek ifadeler ve terimlerle aslında organiklikle uzaktan yakından ilgisi olmayan ürünlerine pazar yaratmaya çalışıyorlar. Bu tüketicinin sağlık beslenme ve çevreyi koruma arzularının bilerek ve bilmeyerek suiistimali olarak karşımıza çıkıyor. Örneğin; doğal çiftlik ürünü, yüzde yüz doğal, köy ürünü, saf ürün vb… ifadeler organikmiş gibi algılanabilmekte. Bu sadece bu tip girişimcilerin kendi iddialarıdır ve doğrulaması, sertifikasyonu yapılmamış ve ayrıca bir mevzuata da bağlı değildirler. Zengine hitap ediyor Mustafa Avcı’ya göre, organik ürün fiyatları ilk bakışta yüksek olabilir, genelde ve bu ürünlerin gelir düzeyi yüksek gruba hitap ettiği düşünülebilir.. Ancak bir ürün alırken fiyat karşılaştırmasını kendi benzerleriyle farklı markalarda yaparız. Bu nedenle organik ürün fiyatlarını konvansiyonel ürün fiyatlarıyla karşılaştırmak sağlıklı bir karşılaştırma olmayabilir. Bu farklılıklar ürün bazında değişiklikler göstermekte. Bazı ürünlerde çok az hatta hiç fark yokken bazı ürünlerde ise ciddi farklar olabilmekte. Birçok tüketici ise çok yüksek fiyat önyargısıyla belki marketlerde organik ürün reyonlarına bakmadan geçebilmekte. Avcı, organik ürünlerin, kimyasallar yardımıyla yetişmediğinden, uzun bir geçiş döneminin ardından verim kayıpları ve işleme tekniği maliyetleri nedeniyle konvansiyonel ürünlerden daha pahalı olabileceğini vurgulayarak, “Tüketim artmasına bağlı olarak üretim arttıkça, organik tarımın uygulanabilirliği yeni teknolojilerle daha kolay ve az maliyetli hale geldikçe fiyatlar da diğer ürünlerin fiyatlarına yaklaşacak” diye konuştu. Sağlığımız önemli Avcı, “Sağlığımızın ve ekolojinin sürdürülebilirliği açısından da bakmamız gerekir. Araba alırken az yakıt tüketmesi, elektrikli eşyalarda düşük enerji tüketimi için biraz daha fazla para ödeyebiliyoruz, ya da birçok alışverişimizde fiyat fayda dengesini değerlendirdiğimiz gibi, organik ürünlerde de bu fayda değerlendirmeleri yapılarak bir sonuca varılması belki daha doğru olacak” dedi. Sertifikaya dikkat edin Mustafa Avcı hangi ürünlerin organik olduğuyla ilgili şu bilgiyi verdi: n Organik ürün, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın 23 yıl önce yayımladığı yönetmelik ve 13 yıl önce hazırladığı Organik Tarım Kanunu çerçevesinde üretilmiş, yine Bakanlık tarafından yetkilendirilen ve denetlenen, Türk Akreditasyon Kurumu tarafından akredite edilen ve denetlenen bağımsız sertifikasyon kuruluşlarınca kontrol edilip sertifikalanmış ürünler organik üründür. Yine bir kontrol yöntemi olarak bu ürünler akredite laboratuvarlarda analiz edilmektedir. Organik ürün, bir üreticinin kendi iddiasından öte bağımsız olarak sertifikalandırılmış bir üründür. Etiket gerekli n Organik ürün pazarlarında satılan yaş meyve ve sebze gibi paketlenmemiş ürünlerde sertifikalar tüketiciye gösterilmelidir. Sertifikasının olmadığı ve bu bilgilerin etiketinde yer almadığı ürünler organik ürün değildir. Küresel kapitalizmin yanıtlayamadığı sorunlar989’da Sovyet sisteminin çökmesi ve bir yandan da Çin ve Hindistan gibi bü 1yük nüfuslu ülkelerde neoliberal dönü şümlerin yaşanmasıyla birlikte yaklaşık 1.5 milyar kişi küresel ekonominin ücretliemek pazarlarında istihdam arayışına itildi. Küresel ekonomide sermayeemek oranı yarı yarıya düştü; işsizlik oranı tüm dünyada arttı. İşsizlik baskısıyla ve sanayi sektörlerinde yaşanan artan küresel rekabet ve kâr sıkışmasıyla birlikte emek pazarlarında dibe doğru bir yarış başladı. Reel ücretler hızla geriletildi, sendikasızlaştırma ve esnekleştirmeyi öngören neoliberal politikalar ile birlikte emek pazarları parçalandı, istihdam biçimleri güvencesizleştirildi. Küresel işsizlik her şeyden önce genç insanların umutlarını vurdu. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO’nun) verilerine göre, 2016 itibarıyla genç nüfus (1524 yaş grubu) arasında işsizlik dünya ölçeğinde 71 milyona ulaştı. Söz konusu 71 milyon genç işsizin 53.5 milyonunu aralarında Türkiye’nin de bulunduğu “yükselen piyasa ekonomilerine” ait olduğu vurgulanmakta. Yükselen piyasa ekonomilerinde işsizlik oranı yüzde 13.6 olarak tahmin edilmekte. Aynı oran gelişmiş ekonomilerde yüzde 14.5; dünya ortalaması ise yüzde 13.1. Genç emekçilerin sorunları sadece işsiz kalma tehdidiyle sınırlı değil. ILO’nun değerlendirmelerine göre, çalışma olanağı bulan gençler arasında “yoksulluk” çok önemli bir diğer sosyal sorun olarak izleniyor. ILO’nun bulgularına göre günümüzde dünya ölçeğinde 156 milyon genç emekçi “mutlak yoksulluk” sınırının altında yaşıyor. Mutlak yoksulluk sınırını günde 3.10 dolar olarak belirleyen ILO uzmanlarına göre, yoksul genç işçiler toplam genç istihdamın yüzde 37.7’si; yani her üç genç çalışandan birisi mutlak yoksulluk sınırının altında gelir elde edebiliyor. HHH Ne ilginçtir ki, tam bu dönemde küresel ekonominin en önemli sorunu işsizlik ve ücret baskısına dayalı talep daralması haline dönüşmüş iken, iktisat biliminin araştırma öncelikleri ve makro ekonomik istikrar arayışları tek bir hedefe indirgendi: Enflasyon hedeflemesi ve kemer sıkma. Enflasyonla mücadele ve dövizparaborsa piyasalarında istikrar, deyim yerindeyse, tüm toplumun ortak sorusu halinde fetişleştirildi. “Ayşe Teyze parasını nereye yatıracak” sorusu, sanal bir demokrasi ve ekonomik özgürlük konuları olarak tüm dünyada küreselleşmenin gereği olarak pazarlandı; kitlelerin umutları kapitalizmin kumarhane masalarına yönlendirildi. Bu süreçte küresel kapitalizmde yaşanan sınai kâr oranlarının gerilemesi ve sanayisizleşme tehditlerinin payı büyüktü. Küresel büyük sermaye sanayi sektörlerinde gerileyen kârlılığını, finans piyasalarındaki spekülatif rant kazançlarıyla aşma yoluna gitmişti. Finansallaşan rantiyer sermaye yatırım önceliklerini spekülatif finans ürünlerinin geliştirilmesine yönlendirirken küresel işsizliğin ve yoksulluğun yaygınlaşması, gelir dağılımının bozulması ve derinleşen iktisadi kriz koşullarının giderek sosyal dışlanma ve şiddete dönüşmesi gibi sorunlar gündemin dışına itiliyordu. Ancak, bir yanda işsizlik ve düşürülen ücretlere dayalı gerileyen toplam talep ve sanayide sabit sermaye yatırımlarının durağanlığı tüm dünya ekonomilerinde üretkenliğin gerilemesi ve ekonomik durgunluk ile sonuçlandı. “Sanayisizleşme” tüm küresel ekonominin geleceğini tehdit eden bir boyuta ulaştı. HHH Kanımca, son yıllarda ortaya atılan “Sanayi 4.0” kavramı bu sürecin sorunlarına ilişkin bir arayışın ürünüdür. Sanayi 4.0 ile kastedilen tahayyül, dijital ekonominin tekniklerinin ve tasarım ağırlıklı yeni teknolojik bulgularının sanayide uygulamasını özendirerek yüksek katma değerli ürünlerin üretimini hedefleyen bir teknolojik dönüşümdür. Bu aşamada “sanayileşmenin ilk üç aşamasının” neler olduğunun ya da “niye dördüncü sanayi devrimi” gibi doğrudan bir kavramlaştırma yerine “4.0 türü dijital” bir mistikleştirmenin tercih edilmiş olduğunun çok da önemi yok. Önemli olanın, bir yandan da “robotik üretim” diye kısaca tanıtılan sanayi 4.0’ın özünde küresel kapitalizmin geleceğe ilişkin tahayyüllerinin dünya toplumlarıyla paylaşma kaygısı diyelim. Ancak, sanayi 4.0’ı reel bir gerçeklik olarak kabul etsek dahi aklımıza bazı soruların üşüşmesine engel olamıyoruz: “Robotların egemen üretici” olduğu bir teknolojik atılım dahilinde, robotların mülkiyeti kime ait olacak? Devlete mi?; Emperyalizm aşamasına ulaşmış özel sermaye gruplarına mı? Ya da, yerelleştirilmiş ve katılımcı bir demokrasi ile örgütlenmiş geniş toplum kitlelerine mi? Bu aşamada bir de “göçmenler meselesi” var, kuşkusuz. Örneğin, şu ya da bu nedenle bir ülkeden diğerine giden göçmen kitlelere de robotların mülkiyet hakkı verilecek mi? Yoksa, göçmen işçileri ve ailelerini robotların rekabetiyle tehdit edip, küresel kapitalizmin işsizler ordusunun ana unsurları olarak kullanılması mı gerekecek? Sorulara verilecek yanıtlar önemli. Hani Marx’ın çok önemli saptamasıyla, “sermaye aslında bir teknolojik mesele değil, sosyal bir ilişkidir.” Sanayi 4.0’ın salt teknolojik büyüsüne kapılıp ardında bıraktığı sosyal sorunlar yumağını düşünmemek mümkün değil. Bu arada, “sanayi 4.0” gerçek bir teknolojik dönüşümü içeriyor varsayımı altında şunu da sormaktan çekinmeyelim: Yeni Türkiye bunun neresinde? Yanıtlanması zor değil: Evrim kuramı konusunu lise müfredatından çıkartan Türkiye, şimdilik “İnşaat 4.0” peşinde gözüküyor. C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear