Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Çarşamba 27 Aralık 2017 haber 10 11TASARIM: ŞÜKRAN İŞCAN Ahmet Şık’ın sesini kısamadılar! Siyasi davaya siyasi savunma yasağı Dört arkadaşımızı jandarmalar eşliğinde, elleri kelepçeli yine Silivri’ye yolcu ettik. Bir sonraki duruşma 9 Mart’ta. 9 Mart’a 2.5 (iki buçuk) ay var. Dahası var. Bir sonraki duruşma nedense ve ne hesapla ise yine o kara ünlü Silivri’deki duruşma salonunda görülecek. Dahanın da dahası, duruşma salonunda yer alacak avukat sayısı da kısıtlandı; sanık başına üç avukat. Bütün bunlardan sonra Cumhuriyet’in tutuklu ve tutuksuz sanıkları, salonu silme sıvama dolduran destekçiler, savunma görevini üstlenen Türkiye’nin en iyi hukukçuları öfkeleri taşkın, yürekleri yaralı, umutları kırık, dirençleri zayıflamış olarak mı duruşma salonunu terk ettiler? Güldürmeyin beni!.. Dimdik çıkıldı o salondan. Dirençler bilenmiş, öfkeler aklın buyruğunda, özgürlük ve demokrasiyi savunma kararlılığında çıkıldı. HHH Şu çok aşınmış medya diliyle söyleyeceğim. Yargı, pazartesi günü “bir ilke imza attı”: Tepeden tırnağa, baştan sona siyasi bir davada siyasi savunmayı yasakladı. Başımın püsküllü belası ve yeri her daim başımın üstünde olan Ahmet Şık kardeşimin (“Ahmet Şık oğlum” deseydim daha mı doğru olurdu?) iki saati aşkın sürebileceğini baştan belirttiği savunmasının daha 6. dakikasında “...İktidar güdümünde bir yargı var. AKP ve siyasal iktidarı...” diye başlayan bir cümlesini mahkeme başkanı kükreyerek yarıda bıraktı: Burada sana siyasal savunma yaptırmam... Breh breh breh!.. Demek bundan böyle bir sanığın nasıl bir savunma yapabileceğine yargıçlar karar verecek. Bundan böyle anlaşılan ancak şöyle bir savunma çizgisine izin verecekler: Sayın yargıçlar, sizlerden daha da sayın soruşturma savcısının iddianamesinde bana yöneltilen suçları valla billa bilerek işlemedim. Bundan sonra asla öyle yazılar yazmayacak, öyle haberler yayımlamayacak, ülkenin başına devlet kuşu gibi konmuş Başkan’ın canını sıkmayacak, uslu, hükümetine, yargı erkinin tercihlerine sımsıkı uyacak biri olacağım. N’oooolur beni bu defalık beraat ettirin. Bundan sonra iki gözüm önüme aksın ki, ekmek Kuran çarpsın ki hem yerli, hem milli, hem hükümetin, hem devletin buyruklarına sımsıkı bağlı bir gazeteci olacağım. Savunmam bundan ibarettir sayın mahkeme heyeti. Beni dinleme lütfunda bulunduğunuz için teşekkür ederim... HHH “Reina cankırımı” diye adlandırılan IŞİD davası da aynı ağır ceza mahkemesinin yargıçlarınca yürütülüyor. Bizim duruşmadan birkaç gün önce, “cihatçı” olduğunu açıkça ifade edenleride tahliye ettiler. Gerekçe pek manidardı: “Kişisel halleri, delil durumu,sabit ikametgâhları bulunması ve ölçülülük ilkesi”... Karar çok yerinde. Bizim takıma tahliye kararı verilmemesi de pek yerinde. Malum Akın Atalay, Murat Sabuncu, Ahmet Şık, Emre İper evsiz barksız, sokaklarda dolanan serseri takımından, duruşmadaki halleri tahliyeleri halinde kamu güvenliğini şiddetle bozacak kadar kötü, haklarındaki deliller pek kesin (Mesela Cumhuriyet’in yayın çizgisini savcıdan izin almadan değiştirmek filan gibi), 14 aydır içeride olmaları ölçülülük ilkesine uymayacak kadar az falan filan... HHH Boşverin. Bizler mesleğimizi en ağır baskılar altında sürdürmeye alışkınız. Cumhuriyet böylesi baskılara karşı şerbetli. İşimiz olup biteni, hele hele kapalı kapılar ardından dönen dolapları elimiz titremeden, duraksamadan haberleştirmek, ödevimizin “halkın haber alma hakkını savunmak” olduğunu unutmamak... Ama içeride, ama dışarıda... Söylenecek olanı da zaten Akın Atalay duruşma salonunda söyledi: Tutuklu olmak değildir ömrümüzün en feci işi Müşkül odur ki hürriyetini ve haysiyetini kaybeder kişi Bilen bilsin, bilmeyen öğrensin: Ne hürriyetimizi kaybederiz, ne haysiyetimizi. Ama içeride, ama dışarıda... Anne Fatma Şık: Adalet bir gün herkese lazım Gazetemizin yazar, muhabir ve yöneticilerinin yargılandığı İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde önceki gün görülen duruşmada gazetemiz muhabiri Ahmet Şık’ın savunma hakkının engellenmesi ve salondan çıkarılmasına Antalya’da yaşayan annesi Fatma Albay Şık da isyan etti. Mahkemenin tutukluluk halinin devamına karar verdiği duruşma için anne Şık, sosyal medya hesabından açıklama yaptı. Şık, “Hayırlı sabahlar, masum bir tutuklunun kendini savunacağı yer Cumhuriyet mahkemeleridir. Maalesef benim oğlumun elinden savunma hakkı alınmıştır. Yargı bağımsız değil, bağımlıdır. Bir ana olarak ciğerimi yakanların ciğeri yansın. Adalet herkese lazım, hak, hukuk, adalet” ifadelerini kullandı. Şık’ın, son duruşmada savunma yapmasına bile izin verilmemesi ters tepti. Yasaklandığında yaygınlaşan “İmam’ın Ordusu” kitabı gibi savunma da engel tanımadı; internette milyonlarca kez paylaşıldı. İşte hakikat dayanışmasıyla manifestoya dönüşen o savunmadan çarpıcı kısımlar n Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit, yeni adli yılın açılışı vesilesiyle 23 Kasım 2017’de yaptığı konuşmada çok çarpıcı veriler ortaya koydu. 2016 yılı adli suç istatistiklerine göre 80 milyonluk ülkemizde yaklaşık 6 milyon 900 bin şüpheli bulunduğunu açıklayan Cirit; “Demek ki Türkiye’de, nüfusa oranladığımızda yüzde 8 civarında kişi şüphelidir. Haklarında ilk derece soruşturma yürütülmektedir” dedi. Bu sözleri referans alsak bile, ülke nüfusunun yüzde 8’inin şüpheli olması çok yüksek bir oran. Ama Yargıtay Başkanı Cirit’in yaptığı basit hesap hatasını düzeltmek gerekiyor. ‘Şüpheliler’ ülkesi Şöyle ki; 015 yaş grubunda yer alanlar ile akıl hastalarının ve benzeri isnat yeteneği bulunmayan insanların ülke nüfusuna oranı yaklaşık yüzde 25’tir. Bir yüzde 10 da bedensel engelli olan ya da yatalak ve fiziken suç işleyemeyecek durumda olan insanlar var. Bu iki kategoride yer alanları hesaptan düştüğümüzde, yasalar karşısında isnat yeteneğine sahip yaklaşık 50 milyon insan kaldığını söyleyebiliriz. Eğer, Yargıtay Başkanı’nın ifade ettiği gibi yaklaşık 7 milyon şüpheli varsa bu oransal olarak ülke nüfusunun yüzde 15’inin devlet nezdinde şüpheli görüldüğü anlamına gelir. Başka bir deyişle sokaktaki her 7 kişiden biri şüpheli. Türkiye’nin özeti n Buradan yola çıkarak günümüz Türkiye’sini kısaca özetlemeye kalksak karşımıza çıkan tablo şöyle bir şey oluyor: Çoğulculuğa değil çoğunlukçuluğa sırtını dayayarak memleketin kendinden olmayanlarına değişik biçimlerde ve düzeyde terörist muamelesi yapan bir iktidar var. Terörist muamelesini akıl almaz suçlamalara dönüştüren iktidar güdümünde bir yargı var. Hakikati örtbas eden, gizlenen her gerçekle ortak geleceğimizin karartılmasına suç ortaklığı yapan bir medya var. Her şey gözlerinin önünde cereyan ederken korkuyla ya da konforunun bozulacağı endişesiyle bir suskunluk sarmalına hapsolmuş bir sessiz çoğunluk var. Hal bu iken, tamamen zalimliğe adanmış ve kötülüğünü şiddetle besleyen bir dikta rejiminde doğal olarak, özgürlüğünün sınırlarını genişleten de sadece kötülük oluyor. (Duruşmada Hâkim Dağ, Şık’ın sözlerini burada keserek salondan çıkarılmasını istedi. Şık’ın engellenen savunmasının devamı şöyle:) Öyle maharet ya da zekâ gerektiren bir kötülük değil. Gücü elinde tutmanın kibri ve pervasızlığıyla hayata geçirilen sıradan ve organize bir kötülük. Kötüler. Farkındalar ve biliyorlar kötü olduklarını. Ve bu da, onları daha kötü yapıyor. Bu karanlık iklimi yaratanlar kendileriyle ve kötülükleriyle yüzleşmenin ağır sonuçlarını geciktirmek için de kendilerinden olmayanları, kendileri gibi olmayanları, suçlarını ifşa edenleri suçluyorlar. ‘Hakikati gizlemek suçtur’ n Hiç kimsenin suç işleme özgürlüğü yok. Olmamalı. Elbette gazetecilerin de. Ancak suçlama konusu yapılanlar mesleki faaliyetler. Bizlere yönelik suçlamalarınıza delil diye ortaya sürdükleriniz, hiçbiri hakkında, yayımlandığı dönemde adli soruşturma açılmamış ve yalanlanmamış haber ve yorumlardan ibarettir. Mesleki faaliyetlerden terörist çıkarmak gibi beyhude bir çaba içerisindesiniz. Eğer illa yargılanacaksak, hakikati anlatabilecekken anlatmamak gibi ağır bir suç işlemişsek, bu olmalı. Neyse ki meslek geçmişimizde bu konuda tek bir leke yok. Zaten, o yüzden buradayız. Soruşturma evraklarının kendisi bu siyasi operasyonun, kumpasın delilleri aslında. Yasaları kişiye göre esnetip daraltan yargı mensuplarının, hukukun nasıl katledildiğinin örnekleriyle dolu bir soruşturma dosyası. ‘Bir komplo operasyonu’ n Bu operasyon; siyasi parti kılığına girerek iktidarı ele geçirmiş bir çetenin emriyle, yargının kimi mensuplarının görev üstlendiği, medya daki tetikçilerin de yalanları örtbas etmeye çalışarak suç ortaklığı yaptığı bir komplodur. Düşünce ve ifade hürriyetinin ortadan kaldırılıp, basın özgürlüğünün ayaklar altına alınmak istendiği, gazeteciliğin bir siyasi çetenin menfaatlarına uygun sınırlara çekilmeye çalışıldığı hakikate karşı işlenmiş bir suçtur. Üzerimizden yaratılmak istenen ibret dalgasıyla tüm toplumu korkuya esir etme amacı taşıdığı için ahlak ve haysiyetten yoksundur. Hiçbir zaman olması gereken seviyeye erişmeyen, nadir örneklerini gördüğümüz bireysel çabalarla hayatta kalmaya çalışan yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını tamamen yok ettiği için itibarsızdır. Bu operasyonla amaçlanan bellidir: Kendilerinden ve kendileri gibi olmayana, suçlarını ifşa edenlere boyun eğdirmek, diz çöktürmek, teslim almak. Demokrasiyi, temel hak ve özgürlükleri tamamen ortadan kaldırarak kurdukları suç düzenini sürdürebilmektir. n Bu ülkenin, bu toplumun hafızası hatırlamak istemediklerini, tanık olmasına rağmen görmezden gelmeyi tercih ettiği kötülükleri, sonuçlarıyla yüzleşmekten korktuklarını kolayca gömebildiği çok derin çukurlardan oluşuyor. Herkesin kendi elleriyle kazıp, bilinçli bir hafıza kaybı için kendi elleriyle üzerine toprak attığı çukurlar. Komplocular bu hafızasızlık çukurlarına güveniyorlarsa çok yanılıyorlar. Çünkü bu operasyonda rol ve görev üstlenenlerin, her kim olursa olsun yargılanacağından hiç şüphem yok. Ve bazı suçlarının zamanaşımı da yok. Komplocular bir dolu suçun yanı sıra insanlığa ve hakikate karşı suç işlediler. Tek dileğim, şimdiki gibi bir yargının mahkemelerinde yargılanmamaları. Hukukun üstünlüğü ilkesiyle hareket eden, gerçekten tarafsız, gerçekten bağımsız bir yargının önünde kendilerini bulmaları. b‘Tiulityuokrldaunmac’ ağımı n Daha önce çok kez söyledim; tutuklanacağımı biliyordum. 2015 yılı başında haberi gönderilmiş, tehdidi yapılmıştı. Nedenini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Çünkü en iyi bildiğim işi, mesleğimi yapmaya devam ediyordum. Demokratik değerlerle hiçbir zaman sıkı bağlar kuramamış, temel hak ve özgürlükler konusunda kabarık bir sabıka sicili bulunan Türkiye’de gazetecilik yapan biri olarak hak odaklı habercilik her zaman temel ilkem oldu. Organize bir suç örgütüne dönüşen devletin; işkence, gözaltında kayıplar, infazlar, yerleşim yerlerinin boşaltılıp yakılması gibi örnekler başta gelmek üzere insan hakları ihlallerini sistematik olarak uyguladığı dönemlerde çok sayıda habere imza attım. Yasaların kendilerine verdiği yetkiyi, “terörle mücadele” kılıfı altında kişisel hesapları ve menfaatları için kullanan devlet içi örgütlerin suçlarını ifşa eden konuları anlattım. Bu nedenledir ki her dönemde tehdit edilip, her dönemde hedefte olan gazetecilerden biri oldum. Şimdi olduğu gibi çok kez yargılandım. Sırtımı hakikate dayayarak gazetecilik yapan birisi olduğum, yargılama emri verenlerin ve yargılayanların amaçları teşhir olduğu için hiçbir davadan ceza almadım. ‘Kinime esir olmadım’ n Tanığı olduğum, aktarıcılığını üstlendiğim acı dolu birçok hikâyenin bana öğrettiği, temel hak ve özgürlükler ile insan hakları ihlalleri konusunda devletin ya da iktidarların söylediği hiçbir şeye inanmamak oldu. Şüphe, yalanların gölgesi olduğu için mesleğin doğrusunun, hep kuşku duyarak öğrenmek olduğuna inandım. Söylenenlere bakıp söylenmeyenlerin, söylenmek istenmeyenlerin neler olduğunun yanıtını bulmaya çalıştım. Dolayısıyla, Türkiye gibi demokratik olmayan, yargının bağımsız ve tarafsız olmadığı bir ülkede, gücü eline geçirip kendi menfaatları doğrultusunda yol alan iktidarların söylediği yalanlar gerçekmiş gibi gösterilmeye başladığında ona karşı çıkmak görevim ve sorumluluğumdur. Öte yandan; hiçbir zaman aklımı ve sizlerin aksine hukuka olan inancımı, kinime esir eden biri olmadım. Haliyle, geçmişte suç ortaklığı yapan iki çetenin taht savaşında, güce biat edenler gibi taraf olmayı da seçmedim. AKP ve Gülen Cemaati’nin birlikte işledikleri suçlardan birlikte yargılanmaları gerektiğini söylemeye devam ettim. Dolayısıyla, sadece iktidar nezdinde gazeteci muamelesi gören tetikçilerden olmadım. Olmayacağım da. Yani burada bulunmam sürpriz değil. MİT’ten tehdit araması n Talan ve yolsuzlukların yanı sıra; AKP’nin iktidarı boyunca en çok suları kirlettiği dönem, Suriye iç savaşında emperyalizmin kendisine biçtiği rolün gereğini yerine getirdiği faaliyetlerdi. Kimi zaman ölüm tehditlerine de uzanan, tutuklanacağım yolundaki tehditlerin nedeni de bu konuyla ilgili Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan, yazdığım bazı haberlerdi. Haberlerin yayımlanmaya başlamasının ardından, konunun muhatabı olan MİT’te çalışan bir kişi telefonla aradı. Bir süre sonra, iddianamenizin yazacağı gibi “Paralelci” olduğumu, “Cemaat’in adamı olduğumu” söylüyordu. 2015 Şubat ayında yapılan bu görüşmede, tutuklanacağımı, yaptığımın yanıma kalmayacağını da söylüyordu. Bu telefon konuşmasının ardından sosyal medya üzerinden tehditler başladı. İşaret fişeğini yakan ise “Vahdet” isminde bir gazeteydi. Tehditler sürerken, bir gün Koruma Şube Müdürlüğü’nden olduğunu söyleyen bir polis aradı. Bir tebligat ileteceğini söyledi. Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’nın öldürüleceğime yönelik istihbarat elde ettiğini ve yakın koruma verileceğini söyledi. Tehdidin kaynağını sorunca da, “Mihraç Ural grubu” yanıtını verdi. Son zamanlarda sıkça tehdit edildiğimi ancak bunun söylendiği gibi Mihraç Ural grubu tarafından değil, bizzat MİT’in yönlendirmesiyle olduğunu düşündüğümü söyledim. Korumayı da kabul etmedim. “Suçlarım” yalnız bunlar değildi. Son olarak 15 Temmuz kalkışmasının karanlıkta kalması istenen yanlarına dair sorular sorup yanıtlarını bulmaya çalışıyordum. şilerden oluşan bir çete, yalanlarla kurgulanmış belge ve bilgileri tetikçiliklerini üstlenen medyaya sızdırdı. Hatta iddianame bile sizden önce tetikçilere verildi. Şimdiye dek ne soruldu? n İlk günden bu yana bizlere sürekli olarak gazeteciliği yargılamadığınızı söylüyorsunuz. Bir an için kendimizi size inanmaya zorluyoruz. Ama bu kez de yönelttiğiniz sorular aklımıza geliyor. Bu mahkemenin konusu olmayan vakıf seçimlerindeki usulsüzlük iddialarına ilişkin olanları bir kenara bırakırsak; “Bu haberi neden yayımladınız?”, “Bu fotoğrafı niçin kullandınız?”, “Yazınıza neden bu başlığı attınız?”, “Bu haberi neden manşet yaptınız?”, “Sizi kim işe aldı?”, “Yayın danışmanının görevi nedir?”... Sorular bunlar. Sosyal medya paylaşımlarımızdan, haber ve fotoğraflarımızdan, yazılarımızdan, başlıklardan hatta gazetenin mizanpajından örgüt çıkarma gayretindeki siz, “Görev yaptığınız bu adliyedeki örgütü soruşturun” taleplerimize ise kulak tıkadınız. O sızdırmaları kimin yaptığını, size talimat niteliğinde olan o sözde haberleri kimlerin dikte ettirdiğini siz de bizim kadar biliyorsunuz. Zaten bu yüzden taleplere kulak tıkadınız. Çünkü üst düzey makam ve mevkileri işgal edenlerin de aralarında bulunduğu meslektaşlarınızdan oluşan bu çeteyi soruşturamazsınız. Oysa benden daha iyi biliyor olmalısınız ki, hukuk gücün kötüye kullanımını engellemek için vardır. Ve bu yüzden de hukuk siyasetten de, iktidarlardan da güçlüdür. Elbette olması gereken budur. ‘Medya mahkemeleri’ n Ardında siyasi iktidarın olduğu bu operasyon ilk günden bu yana, hu kuka değil emirlere riayet eden kimi yargı mensupları ve bir siyasi çete ye biat etmiş medya tarafından yürü tüldü. Adına iddianame dediğiniz pa çavraya delil diye konulmak istenen yalanlar, operasyondan haftalar ön ce kimi tetikçilere dikte ettirildi. Res mi yalanlara dönüşecek suçlamalar, 31 Ekim 2016 gününden başla yarak önce sosyal medyadan, ardından mafya medyası nın internet siteleri, ga zeteleri ve televizyonla rından yaygınlaştırıldı. Duruşmalar başla yınca gördük ki, bu komplonun sade ce rıza üretimi de ğil, yargılaması da medya mahkeme lerinde yapılacak mış. Temmuz ayın da başlayan yargılamalar da, her duruş ma öncesin de ya da sırasında, savcı ve hâkim kılığına girmiş ki 362Muhabirimiz Ahmet Şık gündür tutuklu ‘Sizlerle tanışıyoruz’ n Yalanlara kılıf uydurmak gayesiyle seçilmiş tanıklarınız vardı. Soruşturma savcılarınızın muteber/ makbul buldukları bazılarının öyle olmadığını, mahkeme başkanı olarak siz ifade ettiniz. Ama bizlerin “terörist” olduğunu kanıtlamaya çalışan savcılarınızın iddianameye de koyduğu ifadelerin sahiplerinin hiçbirinin mahkemedeki beyanlarında hakkımızdaki suçlamaları doğrulamadığını anımsatalım. Hatta gazetenin iç meselelerine ilişkin savcı odalarında boşboğazlık eden çalışanlar bile kendi beyanlarının cımbızlandığını, çarpıtıldığını söyleyerek iddia makamınızın nasıl kötü davrandığını da anlattılar. Mahkemenin niteliğini ortaya koyansa Şükran Soner oldu. Meslek yaşamının cunta mahkemelerinde geçtiğini belirtip mahkemenizin de on lardan farklı olmadığını söyledi. Silivri’de yapılan o duruşmadaki ifadesinde Şükran Soner, Cemaat’in kumpas davalarına atıfla, “Onlar birinci Silivri Yargılamalarıydı. Şu andaki de ikinci Silivri yargılamasıdır” diyerek, komplocuları değişmekle birlikte komploların aynı olduğunu anlattı. Alev Coşkun’u ise sadece bir muhbir tanık olarak değil, Cumhuriyet gazetesini saraya peşkeş çekmek için çabalayan bir tanık olarak da tanıdık. Tanıkları dedikoducu, bilirkişisi taraflı, kendisi de sizin ifadenizle sorunlu olan bu iddianameyi tensip zaptınızla kabul ettiniz. İftiraları doğru bulduğunuzu, bizleri peşinen suçlu kabul ettiğinizi de, “Toplanacak delillerin kuvvetli suç şüphesi içereceği ihtimali bulunduğunu” belirttiğiniz o tensip zaptınızdan anladık. Çünkü menfaatlarına ya da korkularına esir olanların aksine suçun saltanatına itiraz edenler arasındaydık. n Yalanlarla sürdürülmeye çalışılan kötülüğe; adaletsizlik, eşitsizlik, haksızlık karşısında gözümüzün, kulağımızın, ağzımızın kapatılmak istenmesine; yağma ve talan düzenine tartışmasız bir itaatle razı olmamız istenmesinedir itirazımız. Ve yanlış olana itiraz ediyor olmamız suçlu olduğumuzun değil, insan olduğumuzun kanıtıdır. Bizlere yönelik nefretin nedeni de budur. Cesur olmak, elbette korkusuz olmak değil. Ama yitireceklerini bilmene rağmen itiraz edebilmektir. Çünkü korkaklar yaşamaz. Sadece hayatta kalırlar. Kötülüğe tanık olmak bile insanın ruhunu kirletirken her şeyin herkesin gözleri önünde yaşandığı bunca kötülüğe sessiz kalmanın, itiraz etmemenin neler hissettiriyor olduğunun yanıtını da sessiz çoğunluğun vermesi gerektiğini yeri gelmişken söyleyelim. Temmuz ayında yapılan duruşmalar sırasında siz mahkeme başkanıyla aramızda, birbirimizi tanımadığımıza dair bir diyalog geçmişti. Bugünden geriye doğru baktığımızda, bu mahkeme salonunda hukukun nasıl katledildiğine yönelik ortaya konan performanstan sonra söylüyorum ki yanılmışım. Sizinle ve duruşma savcınız da dahil olmak üzere heyetinizin tümüyle tanışıyoruz. ‘Burada hukuk yok’ n Cemaat kumpasıyla, Ergekoncu suçlaması yöneltilerek açılan dava nın yine bu salonda duruşmaları yapılan OdaTv yargılamaları sırasında da vardınız. O zaman adınız Mehmet Ekinci’ydi. Savcı Cihan Kansız’dı. Hâkimler; Hikmet Şen, Seyfettin Mermerci’ydi. Cemaat yargısı da asılsız suçlamalarla adaleti katlediyor, “hukuk varmış” tiyatrosunun sahnelendiği yargılamalarla katlettiği adaletin cesediyle oynuyordu. Şimdinin yargısı da aynısını yapıyor. Adaletin tarafsızlık, bağımsızlık, vicdan ve mantık terazisi bozulduğunda neler olduğunu ve olacağını bildiğimiz deneyimlerimizin arasına sayenizde bir yenisini ekledik. Bir komplo olduğu çok açık olan bir siyasi operasyona suç ortaklığı yaptınız. Delil olmayan delillerle, suç olmayan suçlamalarla, suçlu olmadığını bildiğiniz insanları hapiste tuttunuz. Ya talimatlara uydunuz ya da siyasi saiklerle hareket ettiniz. Ve her iki seçenekte bizi aynı sonuca ulaştırıyor: Burada Hukuk Yok! Dolayısı ile adalet de olmaz. Çünkü güce sahip olanla, o güce biat edenlerin menfaatları arasındaki dengenin toplamından adalet çıkmaz. Çünkü hukuku nefretinin aracı haline getirerek, yargı eliyle intikam almaya kalkışmak diktatörlerin yöntemidir. Çünkü güçlülerin hukukunun geçerli olduğu dikta rejimlerinde adliyeler, adaleti yutan kara deliklere dönüşürler. Ve tüm bunlar yüzünden adaletin yargı yoluyla sağlanamayacağının kanıtı bizzat bu mahkemenin kendisidir. Talepte bulunmayacaktı n Daha ilk celsede çökmüş olan bir davayı, hukuksuzlukta ısrar ederek sürdürdünüz. Her seferinde de aynı gerekçelerle çıktınız karşımıza. Bilmelisiniz ki; bir başkasının yalanını sürekli tekrarlayanlar onu büyütmekle kalmaz, aynı zamanda iç selleştirmiş olurlar. O andan sonra da o koca yalan başkasının olmaktan çıkar. Tekrarlayanlara ait olur. Onların “Gerçeği” haline dönüşür. Ya da onlar yalanın esiri olmuş, bir yalancıya dönüşmüştür. Bu siyasi operasyonun yalanlar üzerine kurulu bir komplo olduğu çok açık olmasına rağmen savcınız ilk günden beri aynı talepleri yineledi. Heyetiniz bu taleplerle örtüşen kararları tekrarladı. Yani bir yalanın esiri haline dönüştünüz. Bu yüzdendir ki, sizden yine bir talebim olmayacak. Hem yanıt hem itham n Söylediklerim, savcınızın ne diyeceğini bildiğim nihai mütalaasına ve çok önceden bir başka yerde kararlaştırılmış olan, heyetinizin açıklayacağı ne olduğunu bildiğim hükme peşinen bir yanıttır. Ve yine bir ithamdır. Açıklayacağınız hükmün zerrece önemi yok. Çünkü bu mahkemenin başkanının yalancı tanıkların bazılarının anlattıklarına atfen söylediği şekilde ifade edersek; açıklayacağınız hükmün hukuki bir değeri yok. Tıpkı, iktidar kim olursa iradesini o güce teslim eden savcılarınızın ve bilirkişi dediğiniz kuklaların yalanlarının hukuki bir değeri olmadığı gibi. İlk günden bu yana alnımız açık, yüzümüz aydınlık, dimdik karşınızda duran biz, meslek etiğine sıkı sıkıya bağlı gazeteciler olarak tarih karşısında aklandık. Ancak tarihin sizler hakkında vereceği hüküm için iyimser tahminlerde bulunmak mümkün değil. Her birimizi, önceden ve başka bir yerde belirlenmiş olan cezalara hükmedeceğinizden hiç şüphem yok. Ama bilin ki; bir hiyerarşinin kanatları altında verilen talimatların uygulayıcısı olmak, sizleri asla sorumluluktan kurtarmayacak. Hrant Dink’in kardeşi Göktepe’nin yoldaşıyız! n Kanımca, verecek olduğunuz hükmünüze yönelik ihsası rey anlamına gelen tensip zaptınızda tek doğru olan, “Serbest bırakılmamız halinde benzer suçları işlemeye devam edeceğimiz” ile ilgili tespitinizdi. Bu kez de endişelenmekte haklısınız. Çünkü ne yaparsanız yapın ne hakikati aramaya devam etmekte, ne de hakikati bulduğumuzda sahibi olan halka teslim etmekte bir an bile tereddüt etmeyeceğiz. Çünkü biz gazeteciyiz. Devletin, güç odaklarının karanlık yüzünü ortaya koymaktan hiçbir zaman korkmayan Uğur Mumcu’nun yolumuzu aydınlattığı gazetecileriz. Savaşın değil, barışın dilini bu ülkede hâkim kılmaya çalışan Musa Anter’in takipçileriyiz. Güvercin tedirginliğinde yaşarken bile halklar arasında kardeşlik köprüsü kurmaya çalışan Hrant Dink’in kardeşleriyiz. Adalet, eşitlik ve özgürlük için atılan tohumların bu topraklarda boy verip filizlenmesi için mücadele eden Metin Göktepe’nin yoldaşlarıyız. Çünkü hem tavrıyla, hem karakteriyle eğilip bükülmeden, dimdik, doğrunun ve hakikatin çizgisinden vazgeçmeden mesleğimizin hakkının verilerek yapılması gerektiğine inanan gazetecileriz. Bu yüzden geçmişte olduğu gibi katletseniz de, şimdi olduğu gibi hapsetseniz de hakikati söylemeye devam edeceğiz. Çünkü totaliter rejimlerin sahiplerinin, yargısının ve işbirlikçilerinin söylediğinin aksine gazetecilik suç değildir. ‘Ahmet çıkacak yine yazacak’ da... Biz ne yapacağız? Kendi kafasına göre terör diye tanımlayabileceği tüm hak ve özgürlük taleplerini bizzat terör yaratarak engelleyeceğini ilan eden iktidarın tehditkâr cüreti, son kararnamelerle burnumuzun dibine kadar geldi. Evlerimizde saklansak, kendi işimize baksak, etliye sütlüye karışmasak bile cesaretinin boyutlarını kolayca tahmin edebileceğimiz paramiliter güçlerin saldırılardan kurtulamayacağımız zamanlar hızla yaklaşıyor. Tam bu korkunç siyasi iklimle yüzleştiğimiz gün Çağlayan Adliyesi’nde adalet bir darbe daha yedi. Cumhuriyet davası Ahmet’in savunmasının engellenmesiyle tam bir kaosa dönüştü ve iyice zorlu bir yola girdi. Bunda iktidarın zorbalığı kadar, o zorbalık karşısında korkutulmayı ve sindirilmeyi sineye çeken... Sessizleştikçe sessizleşen... Her şeyi uzaktan seyreden... Evinden çıkmayan, çıkamayan... Mahkeme salonlarının kapısına bir türlü dayanamayan... İktidarın dayattığı şiddete pasif ama kalabalık bir direnişle karşı durmanın ne kadar büyük bir güç olabileceğini hesaplayamayan binlerce insanın da payı var. Olan biteni sosyal medyadan izlemekle ve oralardan meseleye iki laf etmekle yetinen gazeteciler ve siyasiler... Sustukça sıranın kendilerine geleceğinden artık hiç şüphesi kalmadığı halde... Hâlâ susan... Susan... Susan... Ve başkalarına olduğu kadar kendisine de yapılan tüm adaletsizlikleri sindirilmiş bir öfkeyle uzaktan seyreden kalabalıklar; Şimdiye kadar sokağa çıkmayanlar, itirazlarını yüksek sesle yapmayanlar; Adaleti ayaklar altına alan mahkemelerin kapılarına hâlâ dayanmayanlar... Faşizmin çıkarılan her yeni kararnameyle bir kat daha güçlendiğini ve üzerimize çöreklendiğini anlamayanlar; Başımıza ve başlarına gelenleri, içine kaçtıkları ve her nasılsa güvenli sandıkları kabuklarından seyredenler için... Son Cumhuriyet duruşmasından adaletsizlik manzaraları şöyleydi: O gün... İktidar her geçen günden daha çok hırçınlaşmıştı. Saraydaki daha hırçındı. Kürsüdeki daha hırçındı. Tehlike en tepeden çağlaya çağlaya üzerimize akıyordu. Ve herkesin aklından bundan sonra sokak ortasında yapılabilecek yargısız infazlar geçiyordu. Tutuklu halleriyle özgür olanların ve iktidarın kanatları altında esir olanların gergin karşılaşmasında... Arkadaşlarımız yine boşuna kürek çekiyordu. Hâkim boş gözlerle ve kim bilir hangi düşüncelerle bir önündeki kâğıtlara baktı, bir sanıklara... Kelimeler yüzünden korkak, cümlelerden tedirgin... Anladı. Karşısında yenik gibi duran ama aslında her koşulda galip olan... İktidardan korkmayan, aksine iktidarı korkutan insanlar vardı. Kim ne derse desin, o salonda gözü dönmüş bir diktanın kötücül istekleri, mahkum ettiği gazetecileri yargılarken yine kendini yargılayacaktı. Ahmet duruşma salonunda “tamamen zalimliğe adanmış ve kötülüğünü şiddetle besleyen bir dikta rejiminden” bahsederken... Gözlerinin bağı çözülmüş, saçlarından sürüklenerek yerlere düşürülmüş bir Themis taş kesilmiş, bina boşluğunda boşu boşuna duracaktı. Ahmet’i susturdular ve zorla salondan çıkarttılar. Arkadaşları çığlık attılar. “Ahmet çıkacak, yine yazacak!” O an sanki hâkim bile anladı. O gün gerçekten gelecek ve gerçek suçlular gerçek bir mahkemede gerçek hukukla yargılanacak. HHH Bir dahaki duruşma 9 Mart’ta, Silivri’de... Gidişata bakılırsa o zamana kadar bu ülkede çok daha korkunç şeyler olacak. O gün evinden çıkıp da Silivri’ye gitmeyen, gidemeyen, gitmeyi akıl edemeyen... Mahkeme kapısında hukuksuzluklara meydan okuyarak bir arada durmanın; Birbiriyle dayanışmanın mutlak gücünü hatırlamayan kalabalıklar... Her zamanki gibi davranırlarsa bir kez daha hayatlarının en büyük hatasını yapacaklar. Evet, Ahmet de, Emre de, Akın da, Murat da ve tüm diğer gazeteciler de bir gün hapisten çıkacaklar... ve yeniden yazacaklar. Peki biz ne yapacağız? Kendi hapislerimizden, sindirilmiş hallerimizden ne zaman çıkacağız? C MY B C MY B