25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Pazar 14 Haziran 2015 12 Bayram bitti, artık önümüze bakalım anıldığımı sanmıyorum, bu gazetenin okurlarının büyük çoğunluğunun, eskilerin deyimi ile “kahir ekseriyeti”nin 7 Haziran seçimlerinden beklentisi AKP’nin tek başına hükümet kuramayacak bir güç kaybıyla çıkmasıydı. Bu oldu. Daha romantik, düşgücü daha gelişkin olanların beklentisi CHP’nin en azından bir koalisyonla hükümet kurabilmesiydi. Bu olmadı. HDP’nin yüzde 10’luk utanç barajını yıkarak Meclis’e girmesi, Kürt siyasal hareketine şiddetten başka mücadele yöntemi bırakmayacak pusulaların boşa çıkarılması isteniyordu. Bu da oldu. Galiba AKP seçmeninin bile karabasanına dönüşmüş “başkanlık sistemi” ise “Ben miting meydanlarına çıkar, ekranlarda bir boy gösterir, bir konuşursam her meseleyi halleder; her engeli yıkarım” hesabı yapmış bir garibanın artık rüyasını bile göremeyeceği bir kötü anıya dönüştü… Bu en güzeli oldu... Ancak bütün bunların üstünden yedi uzun gün geçti. Yani bayram bitti. Şimdi önümüze, geleceğe, siyasal önceliklerimize bakmak gerek. HHH Birkaç gün önceki bir Tırmık’ta “Bu pilav daha çok su kaldırır” diye yazmıştım. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Bir hükümet kurulacaksa bu bir koalisyon hükümeti olacak. Azınlık hükümeti formülü ki bence pek ciddi değil “dışarıdan koalisyon” gibidir ve koalisyondan çok daha zayıf bir çözümdür. Tamam koalisyon zorunlu ama kim kiminle ve hangi koşullarda koalisyon kuracak? Bu sorunun en azından bu pazar gününde somut, üstünde yorum yazılabilir bir cevabı yok. Ancak bugünden belli olan, hatta seçimden önce de kestirilebilir bir gerçek var: AKP 13 yıllık iktidar keyfini kolay kolay bırakıp gitmez. Gidemez… Pek çok nedeni var. Ama iki başat nedeni saymak yeterli olsa gerek. Biiiiir: Korku!.. Evet, korku. Düne kadar yolsuzlukların üstüne örtmek, kamu mülkünün yağmalanmasına yol açmak, kapı aralamakla sınırlı sayılan adi suçlara, gün ışığına çıkarma onuru Cumhuriyet’e ait olan savaş suçu eklendi. Bu vahim ve sonuçları ürkütücü bir suçtur. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararı ve onayı olmaksızın bir yabancı ülkeye silah göndermek, bir yabancı ülkede savaşan taraflardan birinin yanında saf tutup mesela onların savaşçılarını güvenli Türkiye topraklarından geçirip savaşın bir başka cephesine taşımak tartışmasız bir savaş ve insanlık suçudur. Bu suçlara da son icat Sulh Ceza Mahkemeleri değil Uluslararası Ceza Mahkemesi, Lahey Adalet Divanı gibi yaptırım gücü yüksek uluslararası hukuk kurumları bakıyor. Gel de korkma. Bu korku içinde gel de sımsıkı yapıştığın iktidarın elinden kayıp gitmesine razı ol. İkiiiii: Gücün asıl kaynağı: Parrrrraaaa!.. AKP yurttaş kimliğini, etnik kimliğini ikincil sayıp kendini Müslüman kimliği ile tanımlayan yaygın bir seçmen kitlesinin oylarını alıyor. Buna kemik seçmen deniyor. AKP tepeleri ne halt ederse etsin oylarını ona akıtan bir kitle bu. Ancak iktidar sadece seçmen yığınlarının oy desteği ile elde edilmiyor. Sandıktan çıktıktan sonra sahiden iktidar olabilmek için sınıfsal bir temele dayanması ve bu temelin sağlam olması gerekiyor. AKP 13 yıllık iktidarı sırasında bu temeli adım adım ördü. Var olan büyük sermaye ile uzlaşma, anlaşmayı yeğlemedi. Hatta onu sık sık karşısına aldı. İktidarını pekiştirdikçe karşısına alma yerini düşmanlığa bıraktı. AKP kendi sermayedar sınıfını yaratmayı yeğledi. Hatırlayın, 2002’de AKP iktidara geldiğinde MÜSİAD bir sermaye örgütü olarak TÜSİAD’ın yanında bir ikinci lig oyuncusu idi. Hatta kimi kibirli TÜSİAD patronları onlardan “Yeşildirek’te dokuma atelyesi, mahalle arasında büyük bakkal” diye dalga geçerek söz etmekteydiler. Bugünse MÜSİAD üyelerinin kontrol ettiği sermaye ve meta üretimindeki payı henüz eşit değilse bile TÜSİAD’la boy ölçüşmeye hazırlanıyor… Dahası özellikle inşaat sektöründeki büyük müteahhit firmaları artık AKP takımından olan ve olmayanlar diye ayrılmakta ve bu destekten yoksun bırakılanlar oyun dışı kalmaktalar. Onların yerini ise “milletin şeyini şey etmeye” yeminli AKP destekçileri aldı. Bilmem ne köyünün ilköğretim okulunun kenefinin yenilenmesinden tutun da İstanbul’da 3 havalimanı inşaatına, HES’lerden nükleer santrallara kadar enerji ve inşaat sektörü AKP’yi destekleyen, AKP’nin sırtını dayadığı müteahhitlik hizmeti veren yeni ya da saf değiştirmiş bir sermayedar kesim 7 Haziran’da AKP tek başına iktidar olamayacak diye bütün bu kazanımlardan hemen vazgeçecek öyle mi? Buna kargalar bile güler… Örneğin Tayyip Erdoğan “Bu millet beni seçmedi. Ben de iktidarı bırakayım da görsünler günlerini” diye bir öfke nöbetiyle AKP’yi de yedeğine alıp çekilmeye kalksa, sözünü ettiğim irili ufaklı sermayedar kesimler ona dönüp “Hoooop dedik efendi. Hele sen yedek bekle. Biz bir yolunu bulur, AKP’nin hükümetin bir bacağına, hem de en kalın bacağına yine yapışmasını sağlarız” diyeceklerdir… Başlıkta “Bayram bitti, artık önümüze bakalım” dendi ya, önümüzün pek de aydınlık olmadığını da göz ardı etmeyelim… MoskovaM ne olMuŞ sana? 30 yıl önce Türkiye Komünist Partisi’nin bir üyesi olarak gitmiştim Moskova’ya... Daha doğrusu kaçmıştım sahte pasaportla... usTürk İşadamları Birliği’nden Nâzım Hikmet’in 52. ölüm yıldönümü için Moskova’ya gitme daveti alınca, önce duraksadım. Hani yıllar önce ayrıldığınız sevgilinizle yeniden karşılaşınca şaşkınlıkla sevinç arası bir heyecan duyarsınız ya, işte öyle bir duyguydu yaşadığım. Evet, Moskova bir tür ilk aşktı benim için, büyük bir heyecan. Hayatımın en zor günlerinde başımdan geçen gerilim yüklü bir serüven. Bana yazar olma kararı aldırtacak bir kırılma anı. Otuz yıl önce sahte pasaportla yapılan tehlikeli bir yolculuğun ardından ulaştığım o karlı şehir... Ama otuz yıl sonra hiç de tehlikeli olmayan, son derece güven içerisinde gidiyordum Moskova’ya. Atatürk Havalimanı’ndan. Türk Havayolları’nın tarifeli uçağıyla. Hatta pasaportuma çıkış damgasını vuran genç polis, beni tanımış, iyi yolculuklar Başkomserim bile demişti. Oysa 1985 yılında Moskova’ya giderken durum çok farklıydı. İstanbul’un o güzelim eylül aylarından biri. Vakit akşam üzeriydi, elimde küçük valizim, cebimde sahte pasaportumla Sirkeci’den kalkan Viyana trenine biniyordum. Diktatörlükten bahsediyorum, faşizmin bir silindir gibi ülkenin üzerinden geçtiği o zor günlerden. Daha ilk günden katılmıştım darbeye karşı direnişe. O zamanki Türkiye Komünist Partisi’nin üyesiydim. Gençlik arasında çalışıyordum. O eylül ayının hemen başlarında parti sorumlusu olan yoldaş, “Hazırlan,” demişti. “Moskova’ya gidiyorsun. Parti okuluna.” Büyük bir sevinç duymuştum, büyük bir onur, büyük bir heyecan... “Nâzım gibi,” diye geçirmiştim içimden. “Tıpkı Nâzım gibi...” Nerdeyse kurulduğu 1920 yılından o güne Türkiyeli komünistler Sovyetler Birliği’nde eğitim görüyorlardı. Bunda yadırganacak bir yan yoktu, çünkü komünizmin en önemli ilkelerinden biri enternasyonalizmdi. Yani sınırlardan arınmış bir insanlık cumhuriyeti. En azından teoride böyleydi... Neyse biz hikâyemize dönelim. Sirkeci’den bindiğim trenin son durağı Viyana’ydı ama ben biletimin üzerinde yazanın tersine Sofya’da inecektim. Uzun bir gecenin ardından, trenimiz Kapıkule sınırından geçerek Bulgaristan’a girdi. Elbette Türkiye’den çıkmak kurduğum bu cümledeki kadar kolay olmadı. Çünkü polis pasaportumun sahte olduğunu anlasaydı, 90 gün işkence görebilir, eğer ölmezsem 5 yıllık bir mahkumiyet alabilirdim. Neysi ki pasaportum iyi düzenlenmişti, polis sahte olduğunu fark etmedi. Böylece Kapıkule’den rahatlıkla geçtim, ama Bulgaristan’da kötü bir sürpriz beni bekliyordu. Cebimde sadece 100 Alman Markı olduğu gerekçesiyle Bulgarlar trenden indirdi beni. Çünkü Türkiye’den gelenlere hiç hoş bakmıyorlardı. Türkiye’de nasıl bir faşist diktatörlük varsa, Bulgaristan’da da kendisine sosyalist diyen ama Türk azınlığa karşı şovenist bir politika uygulayan otoriter bir yapı vardı. Ve gümrük kapısındaki adamlar söylediklerime inanmıyorlardı, “Eğer beni Türkiye’ye yollarsanız hapse atarlar, bunun sorumlusu da siz olursunuz,” diye açıkça tehdit etmemin ardından, yolculuğuma devam etmeme izin verdiler. Ama trenim gitmişti, karayolunda otostop çekerek, Bulgaristan’da gitmem gereken otele ulaştım. Hiçbir sorun yaşamadan içeri girdim. Benim gibi Moskova’ya gitmeyi bekleyen Türkiyeli dokuz yoldaşla orada buluştuk. Bir haftalık beklemenin ardından, Aeroflot Havayolları’na ait bir uçakla Moskova’ya uçtuk. Bundan tam otuz yıl sonra, Türk Havayolları’nın tarifeli uçağında kaptanımız Moskova’ya iniş anonsunu yaparken tuhaf duygular vardı içimde. 1985’te gittiğim, ben ayrılırken hâlâ sosyalizmin yaşandığı ama birkaç yıl sonra kapitalizme geçilen Rusya’da neler değişmişti acaba? Yirmi beş yaşında bana ev sahipliği yapan o kadim şehir ne haldeydi acaba? Uçaktan çıkıp Vnukovo Havaalanı’na adım attığımda yaşadım ilk hayal kırıklığımı. Burası Avrupa’daki o soğuk yüzlü havaalanla TASARIM: ÇAĞLA SEVİNDİK haber 13 Y 30 yıl sonra geçen hafta, bu kez tarifeli uçakla, turist olarak gittim, Nâzım’ı anmaya... 30 yıl önceki Moskova’dan eser kalmamıştı. Metroda gezerken devrim heykellerini görmek, Lenin’in resimleriyle karşılaşmak beni mutlu etti. R Ahmet Ümit (sağda) gençlik yıllarında Gaziantep’te. rından biriydi. Sadece yazılar farklıydı, hepsi Kiril harfleriyle yazılmıştı. Yorgun ama daha beteri mutsuz adımlarla çıktım Vnukovo Havaalanı’ndan. Oysa Moskova’ya ilk gelişimde, uçağımızın inişini hiç unutmuyorum. Sanki bir şehre değil de hayallerimizdeki cennete konuyorduk. Oysa bulut aynı buluttu, kar aynı kar, ağaçlar aynı ağaç, yollar aynı yol, binalar aynı bina. Ama bambaşka bir gözle görüyorduk idealimizin başkenti olan Moskova’yı. Bütün hayallerin mucizevi bir şekilde gerçeğe dönüştüğü büyülü bir diyar. Bizi karşılayan parti görevlileri, hepimizi bir minibüse bindirmişti. Camları siyah perdelerle örtülü bir minibüs. Ne trafik vardı yollarda, ne de bekleme, kısa sürede ulaşmıştık şehre... Fakat bu gidişimde şehre ulaşmak nerdeyse İstanbul’dan Moskova’ya uçuş saatimiz kadar sürdü. Adım adım ilerleyen bir trafik, arka arkaya, yanyana, sıkış tepiş arabalar. Ama hepsi de lüks arabalar… Öyle böyle değil, hiçbir şehirde bu kadar lüks arabayı birarada görmedim. En çok da Mercedes... Hepsi son model… Ve yine reklam panoları. Bildiğimiz uluslararası markalar, bildiğimiz reklam panoları, bildiğimiz mankenler… Her adım başı, göz alıcı renk Ümit (ayakta en sağda) Atatürk Lisesi’nden arkadaşlarıyla. olan, doğru olan mıydı, işte ondan hiç emin değildim. Otele eşyalarımı koyup, kendimi sokağa attığımda da hiç emin olamadım bundan. Aslında ne otuz yıl önceki, ne de bugünkü Moskova bizim alışık olduğumuz şehirlerden değildi. İklimi, mimarisi, yaşamı bizim şehirlerimize hiç mi hiç benzemiyordu. Anıt binalarla doluydu şehir. Otuz yıl sonra onları yeniden görmek mutlu etti beni. Bunların içinde, Stalin döneminde, esir Nazilere yaptırılan, bugün 7 Kızkardeş diye anılan 7 devasa binanın özel bir anlamı vardı benim için. Otuz yıl önce, tepelerindeki kocaman kızıl yıldızlara bakmak, askeri diktatörlüğün olduğu ülkeden gelen bir devrimci olarak bana tuhaf bir gurur veriyor, güzel günlere olan inancımı artırıyordu. Bugün ise buruk bir hatıraya bakar gibi kederle süzdüm o, 7 Kızkardeşi. Otuz yıl önce eğitim gördüğüm Marksizm Leninizm Enstitüsü, o zamanlar Moskova’nın dış mahallelerine yakın, Aeroport Metro İstasyonu’nun çıkışındaki, küçük parkın karşısında dikilen görkemli taş bir binada eğitim veriyor Bulgarlar trenden indirdi lerle insanlara mal satmaya çalışan bilbordlar... Moskova’ya ilk geldiğimde bu reklam panolarının yerinde devrim afişleri yer alıyordu.. Çoğunlukla kırmızı, sarı renklerin hâkim olduğu pankartlarda sosyalizm, barış, halk sözcüklerinin yer aldığı farklı sloganlar çarpıyordu gözümüze. Bu panoları gördükçe heyecanımız kat be kat artıyordu. Çünkü Gorbaçov, yozlaşmaya yüz tutmuş toplumu kurtarmak için yeniden sosyalizmin köklerine dönmeyi öneriyordu. Bunun için de daha fazla açıklık, demokrasi ve çoğulculuk gerekiyordu. Ama Marx’ın ve Lenin’in öğretilerinden ayrılmadan. O zamanlar böylesi bir dönemde Moskova’ya geldiğim için şanslı sayıyordum kendimi. Öyleydi de, tarihi bir döneme tanıklık ediyorduk. Fakat otuz yıl sonra havaalanından Moskova’ya doğru giderken şaşkınlık içindeydim. Hayır, benim bildiğim Moskova burası değildi. Sanki yanlış bir şehre inmiş gibiydik. Ama birkaç saat sonra şehre varınca doğru şehirde olduğumuzu anlayacaktım. Sadece zaman değişmişti. Tarih hükmünü vermiş, eskinin yerini yeni almıştı. Ama yeni gözlerle süzmeye başlamışlardı bizi. Otuz yıl sonra yeniden çaldım Bolşoy Sanat Tiyatrosu’nun kapısını. Yine Kuğu Gölü sahneleniyordu ama yer bulmak imkansızdı. Önünde bir fotoğraf çektirmekle yetindim. 1985 yılında büyük bir değişime hazırlanıyordu Sovyetler Birliği. Çünkü 1917’de yapılan sosyalist devrimde ciddi sıkıntılar başlamıştı. Moskova’da yaşadıkça bunu biz de görüyorduk aslında, sosyalizm hakkında kurduğumuz pembe hayaller birer birer yıkılıyordu. İnsanların yüzündeki mutsuzluğu fark etmemiz de çok zaman almadı. Nüfusun büyük bölümünü saran alkolizm toplumu tehdit ediyordu. Öyle ki, önlem olarak Komünist Partisi’nde içki yasağı başlamıştı. Büyük kaynaklara sahip bu dev ülkenin, hantal bir politik yapı yüzünden içten içe çürüdüğünü anlamıştık ama umudumuzu yitirmiyorduk, çünkü Gorbaçov önderliğindeki Komünist Parti sorunu tespit etmiş ve çözüm önerileriyle yeniden ülkeyi ve sosyalizmi ayağa kaldırmaya karar vermişti. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 27. Kongresi’nin ana konusu bu değişimdi. Çoğulcu, demokratik, şeffaf bir sosyalizm hedefleniyordu. Ama olmadı, çünkü çok geç kalınmıştı. Ve ben Moskova’dan ayrıldıktan dört yıl sonra sosyalizm çöktü. Daha doğrusu sosyalizmin Sovyet tipi çöktü. Adına sosyalizm denilsin ya da denilmesin insanlığın daha özgür, daha mutlu bir yaşam arayışının biteceğine inanmıyorum. Moskova’da Karl Marx heykelinin önünde. kulum ndiğim eski o re ğ ö i m iz n ş. ü u Kom ersitesi olm iv n Ü s n a in F i şimd vardı ki le istasyonlarrkı yoktu. y Ö : a d n u n o y Devrim istas at galerilerinden hiçbir fa metroda, san ını. osu’nun kapıs tr a iy T t a n a S y nsızdı. ım Bolşo yeniden çaldo r bulmak imka e ra y n o a s m ıl a y u z rd tu O lü sahneleniy Yine Kuğu Gö simgelerinden biri de şehrin altında adeta başka bir şehir gibi kıvrım kıvrım uzanan bu metroydu. O zamanlar neredeyse bedavaydı, şimdi de ucuzdu. Ve öyle istasyonlar vardı ki metroda, öyle güzel düzenlenmiş, öyle güzel dekore edilmişlerdi ki, sanat galerilerinden hiçbir farkı yoktu. Bütün gün metroda istasyonlar arasında gezinebilir yine de canınız sıkılmazdı. Metroda gezerken devrim heykellerini görmek, Lenin’in resimleriyle karşılaşmak beni mutlu etti. Ruslar bizim yaptığımız yanlışı yapmamışlar, geçmişlerini inkâra kalkışmamışlardı. eğil. skova burası d o M im iğ ild b a: Benim Kızıl Meydan’d Günümüz Moskova’sında dolaşırken önemli bir değişikliği fark ettim, şehir sanki renklenmişti. Benzetme yapmak için “renklenmişti” sözcüğünü kullanmadım, evet Moskova gerçek anlamda renklenmişti. Güzel Rus kadınları şimdi daha güzel görünüyorlardı. Restoranlarda hizmet çok daha iyiydi. Yiyecekler çeşitlenmiş ve zenginleşmişti. Ama sokaklarda, metro istasyonlarının girişinde otuz yıl önce hiç göremeyeceğim trajik görüntüler vardı: Dilenen, uyuyan, karnını doyuran evsizler. Arabanızın camını silmek için koşuşturan genç insanlar... Bunlar yıkımın gözle görünün yüzüydü. Bir de göremediklerim vardı. Moskova’da bir kesim inanılmaz servetler edinirken bir kesim hızla fakirleşmiş, insanlar adeta kendi kaderlerine terk edilmişti. Son dönem yaşanan ekonomik kriz Rus halkını iyice fakirleştirmişti. Moskova’daki son geceme kadar hep aynı soru dolandı durdu kafamda: “Hangisi iyi acaba? Sadece toplumun ortalama ihtiyaçlarını karşılayıp bireyi dikkate almayan sosyalizm mi, yoksa sadece girişimci bireyin ihtiyacını temel alan kapitalizm mi?” Son gece otelimin hemen yakınındaki Mayakovski heykelini ziyarete gittiğimde aldım bu sorunun yanıtını. Vakit ilerlemişti, sokakta kimsecikler yoktu. Bir bankta oturmuş, bu büyük şairinin heykeline bakarken bir ses duydum. “Neden bu ikisine mahkum olalım ki,” diyordu. “Neden daha özgürlükçü, daha çoğulcu, daha renkli, daha insancıl bir sosyalizm kurmuyoruz?” Kendi vicdanımın sesi miydi yoksa Ekim Devrimi’nin bu yiğit oğlunun sesi mi bilmiyorum, ama duyduğum yanıt hoşuma gitmişti. Şehir renklenmişti Trafik burada da aynı 1979 yılında Nikaragua’da Sandinistler uzun süren bir mücadele sonrasında diktatörlüğü devirdi. Ahmet Ümit İstanbul Beyazıt’ta yapılan dayanışma gösterisinde ilerici gençlere yaptığı konuşma sonrasında ant içirirken... du. Yemen’den Nikaragua’ya, Kanada’dan Afganistan’a dünyanın her yerinden gelen ilerici ve devrimciler bu okulda, devrim tarihi, ekonomi politik, felsefe, sosyal psikoloji gibi dersler görüyordu. Okulda tam bir enternasyonalizm rüzgarı esiyordu. Hepimiz, sınıfsız bir toplumu kurma idealiyle yanıp tutuşuyor, savaşın ve sömürünün olmadığı bir dünya kuracağımıza inanıyorduk. İdelojik birliği saymazsak, okulda rengârenk birçok kültürlülük vardı. Elbette Moskova’ya iner inmez doğru eski okulumun yolunu tuttum. İnanılmaz şey, okul binası bütün görkemiyle orada duruyordu. Hatta duvar süslerindeki orak çekiçler bile olduğu gibi kalmıştı, ama biraz yaklaşıp kapının üzerindeki altın sarısı metal harfleri görünce bir tuhaf oldum: “Finans Üniversitesi” yazıyordu. Bir zamanlar uluslararası sermayeye karşı mücadele edenlerin eğitim gördüğü bu bina, şimdi Rusya’daki finans kapitali yönetecek öğrencileri yetiştiriyordu. İçeri girmek, sınıfları, koridorları dolaşmak istiyordum, tadım kaçtı, yapamadım. Okuldayken de hep yaptığım gibi şehrin merkezine gitmek için metroya yürüdüm. Metro deyip geçmeyin, Moskova’nın Melankoli sebebi havalar Otuz yıl önce Moskova’ya geldiğimde kış çoktan başlamıştı. Günün büyük bölümü alacakaranlıktı, o karanlıkta güzel olan tek şey kardı. Evet, eylül ortalarında şehri kaplayan kar, mayıs başına kadar kalkmıyordu sokaklardan. Bu eski şehrin biricik süsü gibiydi o kadim beyazlık. Hele sabahları uyandığınızda kristale dönüşmüş devasa ağaçlarla karşılaşmak çok güzel duygular uyandırıyordu insanda. Bizim gibi güneşi görmeye alışkın Akdenizliler için bu karanlık havalar melankoli sebebiydi. Bu beladan kurtulmanın tek yo lu sanattı. Sadece yazmaktan, okumaktan bahsetmiyorum. Sokaklarda Tolstoy, Gorki, Puşkin, Çaykovski gibi büyük sanatçıların heykellerini görüyorduk. Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi’ni geziyorduk, Tretyakov Devlet Galerisi’ndeki benzersiz sanat eserlerini izliyorduk. Ve elbette sık sık Bolşoy Tiyatrosu’na gidiyor, Don Kişot, Yeni Çağ, Giselle, Kuğu Gölü gibi baleleri izliyorduk. En önemli ayrıcalığımız, yer bulmanın her zaman sorun olduğu bu muhteşem tiyatroya kolaylıkla bilet bulabilmekti. Bu temsillerden birinde tuhaf bir olay gelmişti başımıza. 1986 yılbaşından birkaç gün önceydi. Kamelyalı Kadın’ı izlemek için yine Bolşoy’a gitmiştik. Fuayede çay içerken, birden tanıdık sözcükler geldi kulağımıza. Birileri Türkçe konuşuyordu, hayır Azeri Türkçesi değil, bildiğimiz İstanbul Türkçesi. Biz Moskova’da illegal olarak bulunduğumuz için hemen yoldaşlarımızı, “Aman tiyatroda birkaç Türk var,” diye uyarmaya kalkıyorduk ki, birden fuayede onlarca Türk vatandaşı olduğunu fark ettik. O yılbaşını geçirmek için Türkiye’den tam üç otobüs insan gelmişti. Hepimiz Rusça konuşmaya başladık, böylece kendi vatandaşlarımız tarafından fark edilmemeyi başardık ama Rusçamız o kadar kötüydü ki, bu kez de Moskovalılar tuhaf Nâzım Hikmet’in anıtmezarının önünde. C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear